AHLAK, ERDEM, FAZİLET EĞİTİMİ VAR MI ?

3 katlı bir dükkan. Tıklım tıklım dolu. Antika eşyalar. Bir bölümü gerçekten ‘’antika’’, bir bölümü ‘’çakma’’ antika. Herbirini tek tek incelemek istersen, ömür yetmez. Silahlar, mutfak eşyaları, kadın giysileri, at koşum takımları, madeni paralar, banknotlar, takılar…Daha neler neler! Fotograf koleksiyoncuları için burası gerçek bir cennet. Belki ilk kartlar bile vardır. Dünyadan, Osmanlıdan görüntüler. 1930’lu yıllarda Anadolu beldeleri…

Tek başına duruyor bu koca dükkanda Ali .

Eğitimli bir insan. Nice işlere girişmiş. Başarılı oldukarı da var; yarım bıraktıkları da. Sonunda, daha durağan bir iş olduğundan antikacılığa başlamış. 50 yıldır bu işi yürütüyor. Şikayetçi de değil. Yalnız, hemen her üç yılda bir tüm birikimleri sıfırlanıyor. Dertli insan Ali.

Neden bir çırağı olmadığını soruyorum.

Acı acı gülümsüyor : ‘’ Aile eğitimi yok. Okul eğitimi ilkel, etkisiz. Yetiştirmek üzere aldığım tüm çocuklar hırsız çıktı. Her gece, dükkanı kapatıp giderken , bakardım ki cepleri şişkin. Ben turistle uğraşırken onlar da arka kapıdan iş yapıyorlar. Birkaç denemeden sonra bıraktım. En acısı nedir, biliyor musun ? Bir çırak tuttum. Kur’an Kursu’nu bitirmişti. Güvendim. O en beteri çıktı. Öyle bir anlayış var ki ‘’ Din ayrı, ‘’ diyor. Yaptığının günah kapsamına girdiğine inanmıyor. O çocuk daha sonra kendi dükkanını da açtı. Birikimi nasıl yaptıysa; bilemem gayri. Babasıyla hacca da gitti. Fakat insan unutamıyor hırsızlığı. Yıllarca toplamışsın büyük masraflarla, sonra bir anda yoka çıkıyor. Canım çok yanıyor. ‘’

…………………….

1979’da bir Doğu ilimizde , kolay kolay gidilip gelinmeyen bir köyde Ağınlı öğretmen Mustafa Doydu’yu  ziyaret etmiştim. Okulun konutunda konuk oldum. Köy bir bitek ovada olduğu halde tarım yapılmıyordu. Toprakları da verimliydi. Öğretmen dertli dertli konuşuyordu. ‘’ İlçe merkezindeki maden eritme fabrikası her köye bir kontenjan ayırmış. Bizim burası için de 15 kişi çalışıyor. Zaten 16 aile var köyde. Aldıkları aylık onlara ferah ferah yetiyor. Fakat bir gelirleri daha var. Her evde saklı, birikmiş külçe külçe ergimiş maden.’’

……………………

1984’te Zor durumda kalmış bir öğretmenin çocuğuna ‘’ veli’’ olmuştum.

Meslekdaşım Almanya’da yürütüyordu eğitim işlerini.

Çocuk ilkokulu bitirmiş olsa da zayıftı. Anne baba gurbette. Kendisi dede, nine yanında. Sevgi görmeden, ilgi bulmadan büyümüş; 12 yaşına gelmişti.

Evimize geliyordu çocuk her Cuma akşamı.

Oğullarımla oynuyorlar, ders çalışıyorlardı.

Zaman zaman babası bilgi istiyordu mektup yazarak. Telefon zordu o yıllarda.

Bir Pazartesi sabahı , konuk kaldığı odayı gözden geçirirken kuşkulandım. İki pul klasörünün yerleri değiştirilmişti. Çocuklarım için biriktirdiğim pullar ne durumdaydı ? Koleksiyon alışkanlığı kazanmaları için PTT’nin Filateli Bölümünün sürekli müşterisiydim.

Albümleri inceleyince gördüm; korktuğum başıma gelmişti.

Tam sayfa aldığım Türk Halk Oyunları serisi vardı. Yarısı koparılıp alınmıştı. Sakarya Utkusu’nun 50. Yılı için 1971’de çıkarılmış harika kabartma pullar da yerinde yoktu. Demek konuğumuz biliyordu neyin değerli olduğunu.

Farketmediğimizi sandı çocuk. Biz de bir şey demedik.

Konukluğu , biz kentten ayrılıncaya değin sürdü.

Ahlak, erdem, fazilet : Geçiniz…

………………..

1976 sona ermiş. 77 Ocak ayındayız…

Ali Naili Erdem adlı Nifli kasaba avukatının başında bulunduğu Eğitim Bakanlığı, Dehşet Başmüfettiş Faysal Duruöz’ün sonuçları önceden belli müthiş soruşturmasıyla bizi Zara Lisesi’ne vermişti. Güya ben ‘’müflis’’ fikirlerimi öğrencilere zorla benimsetiyormuşum.

Yüce Türk Milleti adına karar veren Danıştay, Bakanlık’ın bu kararını  yetkililerin suratlarına tokat gibi çarpıyor. Ne Ali Naili’nin umurunda, ne Faysal’ın. Gayrı, işleri güçleri yok da bir coğrafya öğretmeninin görev yerinin değiştirilmesiyle mi uğraşacaklar. Bakan’ın tek derdi Ürgüp’ün  müfteri , mürteci güruhunu memnun etmek…

Fakat Danıştay kararına karşın, Bakanlık bizi Ürgüp Lisesi’ne geri göndermiyor.

Bir sürgün daha.

Nereye ? Kadışehri Ortaokulu’na. Lise’den Ortaokula.

Güya tenzil-i rütbe…

Bakanlık bir garip öğretmenden ‘’intikam’’ alıyor.

Zara’dan ayrılıyorum. Öğrencilerim uğurlamağa gelmiş. Soğuk anlatılır gibi değil. Ağlayanlar var. Hepsiyle tek tek kucaklaşıyorum. Kendimi tutmalıyım. Müdür odasının penceresinden Mustafa Akın bizi seyrediyor.

Soruşturma açabilir bu öğrenciler için : ‘’ Niçin,  sabıkalı bir öğretmeni uğurladınız’’ .

Öğrenciler koro halinde sesleniyorlar :

‘’ Hocam, yarım kalmayacak bu konu. Kadışehri’nde dersimize devam edeceğiz.’’

Bir kız öğrenci, ağlamamak için kendini zor tutarak bağırıyor :

‘’ Sen hoca değildin sadece. Bize ağbilik yaptın.’’

Gülümsemeğe çalışıyorum. Gözyaşlarım donuyor , gözümü acıtıyor.

Murat 124’ ün üst yüklüğünde demir somya…İçerde yatak yorgan, kilim. Bavulumda daktilom, kitaplarım, fotoğraf makinalarım…

Kayseri’ye değin benle yolculuk yapacak bir arkadaş da var: Öğretmen Firdevsi. Orada bir ilçede görevli. Söyleşe söyleşe gideriz, yol arkadaşlığı…

Yollarda koca TIRlar…Bir metre kar yağmış. Her yer donmuş.

Şarkışla yakınlarında bir köyden geçerken arabanın lastiği patlıyor.

Sıkıntılı iş. Önce zincirini çıkaracaksın. Sonra yedek lastiği takacaksın.

Krikoya dokunduğun an, ellerin yapışıyor demire.

İhmal etmişiz. Yedek lastik de havasız. Netmeli, neylemeli, Levyeyi çıkarıp iç lastiği çıkarmağa uğraşıyorum. Firdevsi yardım ediyor. Köyün çocukları koşarak geliyorlar. Bizi seyrediyorlar. Karların içinde lastik pabuçlarıyla…Ve çorapsız…Fakat, bir anda levye ortadan yok oluyor. Nerde? Ara, tara yok. Karların içine gömülmüş. Kim gömmüş? Köyün çocukları. Bulamıyoruz. Bir kamyoncu yardıma geliyor da yeni lastiği şişirip takabiliyoruz.

Çocuklar kıs kıs gülüyorlar. Ellerini hoh hoh soluklarıyla ısıtarak.

Ganimet malı bugün bir levye…Nitelikliydi. Üzerinde Made in Germany yazısı kabartma harflerle…

Bu köyde al kiremitli okul var. Görüyoruz. Öğretmeni de olmalı. Evlerde anne babalar var.

Ya eğitim ?  O yok işte…

Ahlak, erdem, fazilet: Geçiniz…

……………………

Diyarbakır’da ilk günlerimiz.

En çok uğradığımız esnaf kitapçılardır, kırtasiyecilerdir.

Kredi kartı yok daha.

Her zaman da elimizde nakit olmuyor. Deftere yazılıyor; aylığımızı alınca ödüyoruz.

Hiç borcumun kalmamasına dikkat ediyorum.

Harcamalarımı her gün ajandama yazıyorum.

1985 Aralık, Akif adlı kırtasiyeci hırçın bir sesle duyurdu : ‘’Hocam, geçen aydan borcunuz var.’’

Olamaz. Eve varınca inceliyorum ajandamı. Hiç borcum yok.

Sonra düşüne düşüne buluyorum.

Daha kimse bizi tanımıyor yeni görev yerimizde.

Birisi epey yüksek tutarda kırtasiye araç gereci  alıyor. Deftere bizim adımızı yazdırıyor.

Ödemedim. Çünkü benim değildi bu borç.

Akif efendi küstü…Hala da küs…35 yıl oldu.

Bu da bir çeşit hırsızlık değil mi?

Erdem, ahlak, fazilet? Geçiniz…

……………………

Karadeniz yalısındaki bir üniversiten arkadaşım Yunus Ener anlatıyor : ‘’   Nisan ayının onunda Dekan yardımcısı olarak atandım. Prof Dr Ersan Öngör  bizi münasip görmüş. İtiraz edemedim. Zor işti bu. Çünkü Ersan Bey aslında Mimarlık’ın dekanıydı ve bizim fakülteyi de vekaleten yürütecekti. Günleri pek yoğun geçiyordu. Bazen kampüs içindeki Mimarlık’ta, bazen eski Eğitim Enstitüsü olan bizim okulda.

Daha önce Dekan vekili olan zat benim yeni görevime başlamamla iyice nefretini göstermeğe başladı. Sanki kendisini Rektör Bey’e ben zemmetmişim gibi, düşman oldu.

 Üniversite içinde saygın (!) bir yeri vardı. Rektör Hasan Ender Yün onu bir anda silmiş ve yerine Ersan Öngör ü atamıştı.

İçkiciliğiyle tanınıyordu eski Dekan Vekili .  Beden Eğitimi Spor Bölümü elemanı. Kendisiyle tanışır tanışmaz böyle birisinin öğretmen adaylarının eğitildiği bir fakültede bulunmasının nasıl bir saçmalık, talihsizlik olduğunu anlamıştım.

Ayrı bir Dekan Yardımcısı odası yoktu. Doçent bey için de bir oda bulunamadı.

Ersan Bey ‘’ Bir süre aynı odayı kullanın bakalım. Eğer bir sorun çıkarsa, haberim olsun; ona ayrı bir oda bulalım,’’ dedi.

En iyi dostları polislerdi. Sivil. Onlar geldi mi yarenlik koyulaşıyordu. Derse giden kim ? Benim de aynı odada bulunduğumu bile bile aralarındaki konuşmalarda bana laf dokunduruyor, aşağılıyordu. Ben sabrediyordum.

Bir gün Sekreter Mehmet Yaş bazı belgeler getirdi. 4 işlem yapmak, yüzdeleri almak gerekiyordu. Bu hesaplar yapıldıktan sonra YÖK Başkanlığı’na gönderilecekti.

Masamın üzerinde Japon Pasajı’ndan aldığım, o günkü fiyatıyla hayli pahalı, pek şık, zarif bir hesap makinası duruyordu. Çok işime yarıyor; zevkle kullanıyordum.

Sekreter’in odasına geçtim. Bazı soruların yanıtlarını almak için.

Sonra birlikte benim masama geldik. Hesap makinası yerinde yoktu.

Mehmet Yaş sordu : ‘’Hocam, az önce burada hesap makinası vardı. Ne oldu? Gördünüz mü onu ? ‘’

Birden celallendi. Bağırmağa başladı. Gözleri kanlı; velfecr okuyor…

Odaya anason kokusu yayıldı:

‘’ Ben nerden bileyim yahu ! Çobanı mıyım ben sizin aletinizin ?’’

Dondum kaldım. Bir şey diyemedim.

Mehmet Yaş’a, derin bir üzüntüyle. ‘’ Değmez,’’ dedim. ‘’ Önemli değil.’’.

Ertesi gün öğrencileri lojmanlardan kent içindeki okullara dağıtan üniversitenin otobüsünde, sabık dekan vekilinin kızının elinde gördüm güzel hesap makinamı. . Arkadaşlarına öğünüyordu, denemeler yapıyorlardı. Çocukların arasında, babasının suçunu anlatıp, onu utandırmak istemedim. Çocuk ne yapsın? O hesap makinasını ganimet malı olarak değil, bir hoş armağan olarak biliyor. Almış, kullanıyor.

Ahlak, erdem, fazilet… Geçiniz…’’

……………………………..

17 Nisan 1986