Ayrılırken
Her başlangıcın bir sonucu, her gelişin bir dönüşü vardır. Bizde Kudüs’e geldik yedi gün kaldık ve bugün ayrılıyoruz. İstisnasız bu yedi gün hayatımın en güzel yedi günüydü. Görmediğim yerleri gördüm. Duymadıklarımı duydum. Yapmadıklarımı yaptım. Görmeye, duymaya, yapmaya doyamadan ama tatlı ve acı hatıralarla şehirlerin analarından kabul edilen, Müslümanların ilk kıblesi Kudüs’ten bugün ayrılıyorum.
Ayrılırken bir itirafta bulunmak istiyorum. Yedi gün boyunca ağırlıklı olarak sur içi eski Kudüs’ten çoğunlukla da Beyt-i Makdis diye maruf olan yerlerden çıkmamaya çalışmama rağmen daha görmediğim, öğrenemediğim birçok kutsal mekânın varlığına inanıyorum. 
Kudüs’te, daha öncesini bilmemekle beraber, bilinenlerden Davud, Süleyman, Üzeyir, Zekeriya, Yahya, İsa peygamberlerin yaşadığı; ahir zaman Peygamberi, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in Allah’la buluşmaya (Miraç’a) çıkmadan dünyada en son ayak bastığı, Hz Ömer’in, daha sonra büyük komutan Selahaddin-i Eyyubî’nin fethine mazhar olan, Allah’ın “…etrafını mübarek kıldığımız…” diye medhü sena ettiği Kudüs’ten ayrılıyorum.  
Gelirken olduğu gibi giderken de, sevinç, heyecan ve mutluluğu bir ilaveyle ‘hüznü’ beraber yaşıyorum.
Bu mübarek belde de doğru bildiğim yanlışları, yanlış bildiğim doğruları tespit ederek ayrılıyorum.
Şehir ve seyahat kültürüme birçok şey katarak ayrılıyorum.
Tüm olumsuzluklara rağmen ümidin nasıl diri tutulduğunu görerek ayrılıyorum.
İnsan ihlallerinin nasıl uygulandığını görerek ayrılıyorum.
Olumsuzluklar içerisinde olumlu bakabilmenin nasıl olduğunu anlayarak ayrılıyorum.
Özel bir motive ve bilgilendirme olmadan nasıl toplumsal bilincin oluştuğunu müşahede ederek ayrılıyorum.
Başımıza gelenlerin ‘Allah’tan değil, kendi günahlarımızdandır’ itirafını yapan Müslümanları tanıyarak ayrılıyorum.
Değil bir şehirden, bir şehre, kulluk vazifesini yapmak için gittiği mescitte dahi lanetli Yahudi’nin bed bakışı ve gereksiz sorgusuna muhatap olan Müslümanların sabrını görerek ayrılıyorum.
Ayrılırken de gene her gün ki gibi güne Mescid-i Aksa’da sabah namazımızı kılarak başladım. Namazdan geldikten sonra otelimizin terasından, Kubbetü’s-Sahra ve Mescid-i Aksa’yı doya doya izledim. İzlerken yukarda saymaya çalıştığım Peygamber ve komutanların buralardaki yaşadıkları ve yaptıklarını düşünerek değişik hülyalara daldım. Daldıkça duygularım depreşti.

Kaldığım Haşimi otelinin terasından Sahra ve Mescid-i Aksa

Depreşen duygularım duygusallaşmama sebep oldu. Ardından hüzünlendikçe hüzünlendim…
Bugün ayrıca Gazze’den gelen arkadaşlarla da anlaşarak yapmayı planladığımız bir dizi ziyareti de dikkate alarak Kudüs’ten erken ayrılmaya karar verdik.
Ziyaretimize daha önce birkaç kez telefonla görüştüğümüz Konsolos Erman Bey’i makamında ziyaret ettik. (Her ne kadar konsolos dense de Büyükelçi statüsünde. Çünkü Türkiye olarak Filistin’i devlet olarak tanıyoruz Kudüs’te onların başkenti) diplomatlık böyle olsa gerek. Erman Bey son derece ölçülü bir dil kullanıyor. Bulunduğu yerin konumunu gayet iyi biliyor. Nazikçe bizim yaptığımız iş ve işlemleri usulüne uygun bir şekilde öğrendi. Ardından neden istemesine rağmen bizimle yüz yüze görüşmediğini anlattı… Birde yeni yaşanmakta olan bir olaydanbahsetti. Neydi o.“Altı gün Savaşı’ndan (1967) sonra Doğu ve Batı Kudüs’te yaşamakta olan Müslüman ve Yahudiler yer değiştirirken yani Doğudaki Yahudilerin Batıya, Batı’daki Müslümanların Doğuya nakli esnasında Yahudiler anlaşma maddesine, Batı’dan giden Müslümanların iki kuşak sonrasının ne olacağı konusunu yazmadıklarından, şimdi iki kuşak sonrası Müslümanları evlerinden çıkarıyorlarmış… Yahudilerin böyle hileye başvurmasına gerek bile yok. İstediklerini istedikleri zaman zaten yapıyorlar…
Güzel bir muhabbetin ardından, dinlediğimiz bu tatsız olayın ardından Konsolosluktan ayrıldık.
Havaalanına doğru hareket ettik. Giderken taun hastalığından şehid olan çok sayıda sahabe askerlerimizin bulunduğu yeri ziyaret ettik. Hani dualarımızda; “isimleri unutulmuş, nesilleri kesilmiş, bize de bir Fatiha okuyan yok mu diyen kardeşlerimize de” deriz ya! İşte mezarlık denen yer de tam olarak öyle. Bizde Fatiha’mızı okuduk ve oradan ayrıldık.
Daha önce de gittiğim Yafa’yı gündüz gözüyle görmek, oradaki Osmanlıdan kalma cami ve tren istasyonunu ziyaret etmek istiyorduk. Camiyi gördük ve namaz kıldık ama tren istasyonunu maalesef göremedik. Zira yeri belli ama bina kalmamış sadece eski bir tren vagonu mevcut. Yahudiler yıkmış. Namazımızı orada kılıp, bir şeyler atıştırdıktan sonra havaalanına geçtik.

1948’de yerle bir olan Osmanlıdan kalma cami daha sonra Müslümanlar tekrar aynısını yapmışlar.

Ne olacak, neyle karşılaşacağımızı bilemediğimizden tedbir olsun diye havaalanına biraz erken gittik. Çünkü orada hiçbir şey normal çalışmıyor. Ne uluslararası hak-hukuk ve ne de kanun kural. Her şey görevli memur ve tıfıl Yahudi askerlerinin iki dudağı arasında. Gerekli incelemelerden geçerek uçağın kalkış saatini beklemeye başladık. Beklenen saat geldi ve uçağımıza bindik. Önce İstanbul’a ardından Ankara’ya geldim/dik.
Sonuç olarak derim ki; buralar özelde Kudüs genelde Filistin hassaten Gazze için, sözü olup söylemeyenin, kalemi olup yazmayanın, gücü olup göstermeyenin insanlığından şüphe ederim.
Ahmet BELADA
TTK