Bal satan ile sirke satan  
 
Ürgüp’ün Cumartesi pazarını geziyoruz. Kasım ortaları…Hava güneşli, ama soğuk…
Kiminle ? Türkçe öğretmeni Sevgili Osman Aydoğan ağabeyimle.
Neden onunla ?
Bir yere Aydoğan Öğretmenle gitmenin insana kazandırdığı çok şey vardır.
Olaylara bakış…Yorumlayış…O bir insan sarrafı…O Ürgüp’ün filozofu, bilge kişisi…
Yürüyoruz…Tezgahların, satıcıların, tanıdıkların fotoğraflarını da çekiyorum.
Erciyes eteklerinden peynirler gelmiş. Binbir çeşit.
Sarıhıdır’ın güleryüzlü köylüsü, Irmak koyağındaki alüvyonlu toprağında yetiştirdiği ürünlerini getirmiş. Ayvalı köylüsü bitirgen kayısılarını getirmiş; tadına bakan alıyor kilo kilo. Avanos Ayhanlar’dan binbir çeşit sebze gelmiş…Dirmit  üzümünün kurusu cana can katıyor. Lüks pastanelerde komposto yaparlar. İçine kasenin, tek bir kayısı koyarlar. Oysa hoşaf üzümsüz olmaz. En güzel üzüm hoşafı da Ürgüp Dirmit üzümünden yapılır. Sıcak günlerde yazıdan yabandan gelmişsin; hararetini bastırmanın en iyi yolu bir kase hoşaf içmektir.
 
Yaz ortasında tazesi bulunan birçok meyve, sebze artık  kuru olarak satışa sunuluyor.
Köylü biliyor değerini gülburnunun…Sepetler  dolusu toplayıp getirmişler.
Damsa koyağının çeşit çeşit elması, armudu…Kış armutları iplere dizilmiş, her birinin üzeri mumlu. Bunlar, kaya oyma ambarlarda bir ay kaldı mı, yemeye doyum olmaz.
Karpuzun mevsimi geçmiş. Yine de tepe tepe yığılı duruyor. Fakat, kavun öyle değil.
Kışın ortasında bile kavun yenir. Başdere’nin Yavaş Kumu’nun kavunu ballı…
Çatlağından balı akıyor…
Ege’den gelenler de var: Taze incirin yanında kurusu…Yemiş, bardacık,sarı lop, göğ lop…
Bir tane yedin mi, yemek üstüne tatlı yemiş olursun.
 
Osman Bey Öğretmenim Sarıhıdırlı…Köylüleriyle karşılaşıyor. Kucaklaşıyorlar, sonra binbir sorunlarını dile getiriyorlar. Aydoğan, köylerinden çıkıp Lise öğretmeni olduğuna göre ondan akıl almayacaklar, fikir danışmayacaklar da ne yapacaklar !
 
Pazarda yürümek zor. Adım atıyoruz, durduruyor köylüler.
Benim öğrencilerimin babaları, ağabeyleri de var, tanıdık. Ben de onlarla yarenlik ediyorum.
 
Pazarın bir köşesinde yan yana iki satıcı taa uzaktan dikkat çekiyor.
Biri bal satıyor. Gömeç gömeç bal, petek, süzme…Kutular dolusu…
Fakat, önünde kimse yok…Ne soran, ne alan!
Adamcağız bağırıyor. Sesi çatal çatal çıkıyor…
Bozgır balı bu vatandaaaş…Paranı ireçele, datlıya virme, ilaç da alma! Bal al, baaal!”
Sonra, balının nasıl tatlı olduğunu göstermek için işaret parmağını  sızıntının toplandığı yere daldırıyor; ağzına alıyor. İki yana yaylanarak, balın niteliğinin yüksek olduğunu göstermek istiyor. Fakat ne yapsa boş, kimse yanaşıp da ederini sormuyor, almıyor.
Biraz ilerde bir satıcı sirke satıyor. Küp küp…Şişe şişe…Adamın üstü başı temiz, yüzü traşlı. Işıltılı. Bağırmıyor. Gülümsüyor…Önünde kalabalık bir küme…Ev sirkesiymiş.
 
Aydoğan Öğretmenime bakıyorum. O, dikkatle iki satıcıyı gözlüyor.
Bekliyorum, az sonra açıklama geliyor:
Bal satan, sattığı tatlı nesnenin  aksine, suratını ekşitiyor. Müşterisi yok.
  Sirke satanın ağzından bal damlıyor; müşterisi bol…Özetle; balı olanın suratı sirke satıyor; sirke satanın ağzından bal damlıyor…”