BİR TARİHÇİNİN GÖZÜYLE
II. ABDÜLHAMİD’İN NÂŞI

18.2.1334 [1918]. Osmanlı Hükümdarlarının otuz üçüncüsü. İmparatorluğun karışık ve tehlikeli bir durumunda V. Murad’ın delilik buhranları geçirmesi üzerine tahta geçirilen ve 27 Nisan 1909’da tahttan indirilen Sultan Abdülhamid II. (1842-1918). Hakkında günümüzde dahi lehinde ve aleyhinde çok şeyler yazılan bir hükümdarın tabutu önünde bir tarihçinin düşündükleri. Birinci Dünya Savaşı sırasında yokluk ve yoksulluk içinde aranılır bir hale gelen, tahttan indirildiği için de zamanla acımanın şefkate dönüştüğü Sultan Abdülhamid’in son yolculuğu…
Nâ’şın yıkanması bitti. Sarı ipek işlemeli havlularla kurulandı, tabut yere indirildi, teneşir, tabutun yanına getirildi, içine kefenler serildi,  Sultan Abdülhamid’in na’şı hürmetle tabuta indirildi.

Sultan Abdülhamid, son dakikalarına kadar kendini kaybetmemişti. Vasiyeti gereği: Göğsüne ahitname duası konacak, yüzüne Hırka-i Saadet destemali, siyah Kâbe örtüsü örtülecekti. Bu vasiyet eksiksiz yerine getirildi…

Kefen bağlandı,  tabut kapandı.  Sedef kakmalı,  asırlar görmüş bir saatin ağır taninleri Hırkai Saadet dairesinin ulviyeti içinde aksetti,  tabutun teçhizine başlanmıştı. Üzerine evvelâ bir yatak çarşafı, daha üstüne sırma işlemeli al bir örtü konuldu. Ayakucuna lâciverte yakın çiçekli bir kumaş sarıldı. En üste Kâ’be örtüleri, kıymettar taşlarla müzeyyen kemerler konuldu. Başına ve kollarına şallar sarıldı. Baş tarafa sarılan yeşil atlas üzerine kırmızı bir fes konuldu. Nâ’ş yıkanırken, çıplak bir tabut, tahta bir teneşir, Hırkai Saadet dairesinin gözleri kamaştıran renkleri ve yaldızlarıyla tezat teşkil ediyordu. Şimdi Sultan Abdülhamid’in ipekler, şallar, sırmalar, kıymettar taşlarla müzeyyen tabutu, dairenin ihtişam ve ulviyetine de tevafuk etmişti…
Herkes çekildi. Yalnız, müzeyyen sütunlar, mülevven duvarlar, parlak levhalar arasında başı harem dairesine müteveccih bir tabut, solda Dairei Aliyye’nin penceresinden altınlar ve sırmalarla müzeyyen yeşil perdeler, ağır sırma püsküller, altın şebekler, kıymettar ve tarihî levhalar, kelâmı kadîmler görülüyordu...

Saat dokuz. Hırka-i Saadet kapısının önünde sırmalı üniformalar, kalpaklar ve şapkalarıyla sefirler ve zabitler bekliyorlardı. Yabancılar bu muazzam daireyi merak ve hayretle seyrediyorlardı. Ulema, arkalarında geniş kollu, göğsü sırmalı yeşil mor libaslar, sarıklarında sırmalar, hürmetle istikbal ediliyordu. Veliahdı saltanat, şehzadeler, büyük üniformalarıyla gelmişlerdi. Şubat güneşi altında, nişan, sırma, üniforma parıltısından başka bir şey görülmüyordu...

Hırkai Saadet dairesinin kapısı birdenbire açıldı. Bütün nazarlar kapıya çevrildi, kalabalık o tarafa doğru birikti. Kapının iki tarafı doldu. Herkes, kalpler müteheyyiç; cenazeyi görmek istiyordu…  Nihayet, elmaslı kemerler, sırmalı Kâbe örtüleri, al atlaslarla müzeyyen tabut, kırmızı fesi ile parmaklar üzerinde, mühîb ve muhteşem, dışarı çıktı. Devlet erkânı, zabitler, Sultan Abdülhamid’in cenazesi huzurunda idiler: Bütün nazarlar tabuta dikilmişti. Tabut, Hırkai Saadet kapısı önüne yüksek bir yere konuldu. Hamidiye Camiinin kürsü şeyhi, sırmalı yeşil elbisesi, göğsünde nişan ile taşın üzerine çıktı. Etrafına bakınarak sordu:

-Merhumu nasıl bilirsiniz?
 Velveleli, hazin, müteessir birçok ses, serviler arasında aksetti:
-İYİ BİLİRİZ. (Enver Paşa; madem iyi bilirdiniz de biz niçin “hal” ettik.)
…Tabut kaldırıldı, Sultan Ahmed-i Sâlis Kütüphanesinin, Arz odasının sağından ağır ağır geçti, Babüssaade öününe geldi, cenaze namazı burada kılındı.
Alay burada tertip edilecekti. Şehzadegân âyan, meb’usan, devlet erkânı, sefirler, ümera, saray agavatı, hep burada toplanmışlardı. Arada sırada, teşrifat memurlarının sırmalı esvaplarıyle, ellerinde beyaz bir kâğıt:

-Âyan, meb’usan, ricali ilmiye, ümera… diye çağırdıkları işitiliyordu. Nihayet alay tertip edildi. Servilerin önünde hademei şahane, zabitan ve efradı dizilmişlerdi. Piyade efradı, silâhlarını omuzlarına asmışlar, kemali sükûnetle yürüyorlardı. Tabutun önünde dedeler, Şazeli dergâhı dervişleri gidiyordu. Tabutu taşıyanlar Enderunu hümayun ağaları ve saray erkânı idi…

Tabut, Babüssaade’den Orta-kapı’ya kadar, serviler arasından, yavaş yavaş ilerledi… Orkapı’dan vakar ve ihtişam ile çıkarken hazin bir tehlil, ruha huşu’ ve tevekkül veren tatlı bir sada, Ortakapı’nın taş duvarlarına, bir zamanlar vüzeraya mahpes teşkil eden kapı arasına aksetti. Önde Dedegânın fasıladar, hazin nevaları işitiliyor, Şazeli dergâhı şeyhlerinin hüzünlü bir sesle okudukları Kelime-i Tevhid; tebrikler ve naatlar arasında, âheste bir nakarat gibi yükseliyordu. Ortakapı ile Bazı Hümayun arası Alman zabitlerinin otomobilleri, mükellef konak arabalarıyla dolmuştu. İki zarif hanım, arabada ayağa kalkmışlar, yüzlerinde ince peçeler, alayı seyrediyorlardı. Biraz ötede, Bizans’ın İrini kilisesi ve son devrin askerî müzesi önünde, Mehterhane takımı, cesîm kavukları, kırmızı şalvarları, sırma çepkenleri, sarılı ve kırmızılı bayraklarıyla durmuşlardı. Canlı bir tarih, hürmet ve tekrim ile tabutu selâmlıyorlardı…

Cenaze Babı Hümayun’dan çıktı. Sokaklar insandan görülmüyordu. Ayasofya önünden Sultan Mahmud Türbesine kadar caddeye iki sıra asker dizilmişti. Ağaçlar, evler, pencereler, damlar, kadınla, çoluk çocukla dolmuştu. Tramvaylar durmuştu. Tabut, acıklı ve müessir dualarla, tekbirler ve tehlillerle ilerliyordu. Cenazeyi görenler, müteessir oluyorlardı… Son şehkayı andıran,  Allah! Allah! Nidalarıyla tabut türbe kapısından içeri girdi. Sultan Abdülhamid hürmet ve tekrim ile kabre indirildi. Osmanlı tarihinin otuz dört senelik safhası hazin bir surette sona erdi.

Süleyman Nazif; “Milleti onu can-u dilden (gönül) affetmişti. İnşallah onun da ruhu milleti affeder!.. Düşünün ki, vefât ettiğinde dokuz yıldır iktidarda değildi. Arkasından atılmadık iftira kalmadı. Millet ise sevdiğini tam sever. Aradan 97 değil, 197 yıl geçse bile kendisine hizmet edenleri de unutmaz…
Ahmet BELADA
--------------o---------------
1-    Ahmet Refik Altınay (Büyükada; 15 Şubat 1918); Hayatı ve Eserleri; Türkiye İş Bankası Kültür Yay; İst. 1978
2-    Abdülhamit’in Ahı; selis Yay.; İst.2014