Çadırın  İpi
 
Emrullah Güney (*)
 
Güzel bir eylül günü.
Güz kendini gösterse de, yazın etkileri sürüyor.
Hava güneşli. Fakat güneş artık yakıcı değil.
 
Haber birden yayıldı Göre’de.
Zaten görülüyordu.
Oylu Dağı’nın köye bakan , az eğimli,
düzce yamacında çadırlar kurulmuştu.
Kirli ak.
Demek, akşamdan gelmişler de bizim haberimiz olmamış.
Ancak, sabah gün ışıyınca ayırdına varmışız.
Bazıları açıkta gecelemiş.
Çadırlar kurulmayı bekliyor.
    Döküm saçım,perperişan…
 
Açtım ansiklopediyi, kökenlerini okudum:
Hindistan’ın kuzeyinde yaşayan Dravit adlı bir etnik öbeğe bağlıdırlar.”
 
Düşünüyorum, nasıl olmuş da tüm dünyaya yayılmışlar.
Her gittikleri yerin dilini, dinini benimsemişler.
Türkiye’de Türkçe konuşurlar, İslamlığı benimsemişler ,
 Macaristan’da Katolik olmuşlar ve Macarca söyleşirler.
Romanya’da Romence kullanırlar  ve Ortodoksluğu seçmişler…
Taa Yeni Dünya’ya da gitmişler
1492 sonrasında İspanyollarla, Portekizlilerle.
 
Neden acep , bunca dağılmışlar?
Yerlerinden yurtlarından kalkıp neden göç etmişler?
Bir salgın hastalık mı kırıp geçirdi bu topluluğu,  
bir sahip, bir sultan bunlara baskı mı uyguladı,
      zulüm mü etti, ağır vergiler mi bindirdi?
Komşu halkların saldırısına uğrayan
      kılıç artıkları mı acep dünyaya dağılanlar?
 
Arkadaşlar, karar verdik.
Okul açılmamış daha. O gün yapılacak iş de yok.
Öğlene doğru,
çekine çekine ,
çayı geçtik,
yokuşu tırmandık,
çadırların önüne vardık.
 Esmer yüzleri ışıldayan,
 gelinlik çağında kızlar
 çaydan testilerine su doldurmuşlar,
ailelerine götürüyorlar.
Onlar alışkın, biz  tuhaf tuhaf bakıyoruz.
Bazı kızlar Nevşehir Büyük Sinema’da seyrettiğimiz filmlerdeki
                 artistler kadar güzel.
                 Alımlı, çalımlı.
                 Yürüyüşleri hoş salınımlı.
                 Gelişkin göğüslerini                     
                 sergilemekten çekinmiyorlar.
 
 
Çadırların yanına oturduk çepeçevre.
Gözlerimizi diktik, izliyoruz.
Bize hiç aldırmıyorlar.
 Sigaralarını tüttürüyorlar.
Hayretle bakıyoruz.
Kadınlar da tütün sarıp içiyor.
Erkekler alışkın tavırlarla yüzük yapıyorlar.
Elek, gözer, kalbur örüyorlar.
Yığın yığın kasnak var önlerinde.
Kızıl, sarı saçlı, çilli çocuklar…
Sevimli hareketlerle çevrede oynuyorlar.
Bir radyodan –belki kasetçalar,ses kayıt aygıtı- ağır bir müzik yayılıyor.
Anlıyoruz ki, bu topluluk müziksiz duramaz.
 O zaman arabesk marabesk bildiğimiz yok daha.
 
Çadırların önünde ocaklar kurulmuş.
Ağır bir koku yayılıyor çevreye.
İnce, uzun gövdeli kadınlar yemek hazırlıyor.
Duman kaçan gözlerini kirli bezlerle siliyorlar.
Sonra aynı bezle çocuklarının yüzlerini kuruluyorlar.
Sonra öpüyorlar.
Anlıyoruz ki, çocuklarını pek seviyorlar.
 
Tencereyi karıştırdı kadın.
 Tadına baktı yemeğin.
Sonra bakır bir sahana koydu, çadırın önünde yüzük yapan kocasının önüne sürdü.
 Adam bize baktı. Gözleri kanlı. Biz izliyoruz.
Gelin lan sıpalar. Buyurun yimek yiyah.! “ dedi.
Biz birbirimize baktık.
Böyle bir çağrı beklemiyorduk.
Aliosman Çivilikaya, yüzünde bir tiksinti anlatımı, adama yanıt verdi.
Biz cinganın yimaani yimek.”
Adam sinirlendi.
Yanındaki maşayı kaptığı gibi
bize doğru yekindi,üzerimize geldi.
O şaşkınlıkla, peremper olduk.
Her birimiz bir yana kaçıştık.
Aliosman can havliyle atılmış , ama,  ağzı çadırın ipine takılmış.
Kaçamamış .
Adam, yakalamışken onu , maşayı sırtına, omzuna vurmuş.
 
Aliosman, sonra ağzını ipten kurtarıp kaçmış ama, epey örselenmiş zavallı.
 
Aşağıya doğru, bayıraşağı  apıladık.
Çayın söğütlerinin dibine varıp, bekledik.
Biraz sonra Aliosman geldi. Zavallı…
Ağzı kanıyor.; iki yanı yırtılmış.
Ağlamaklı.
Göstermek de istemiyor.
Yardım ettik, akan sudan avuç avuç alıp yıkadık ağzını, yüzünü.
Abama söylemen e mi lan ! “ dedi.
Dimek, cinganın yimaani yimen ha,! “ diyerek,
Cinganın yimaani yimedin amma, zopasını yidin , bah! “ diyerek,
sırtına şakadan sırtına vura vura  yürüdük.
Dağıldık evlerimize.
 
----------------------
 
·        Dr Emrullah Güney,
Dicle Üniversitesinde Sosyal Alanlar Eğitimi Profesörü.