ÇERÇİ YÖRÜK ALİ

Çerçi-yüküm pahalı

O güneş tayfında yirmi dört renk

Turuncusu pembesi moru yeşili

Laciverdi mavisi bol

Bir siyahtan katık

Bütün renklerden fazla

Sarıda ilişip

Canın pembe mi çekti

Al para verme

Bu beyazın tayfı bütün renkler

Siyah katmayın ona n’olursunuz

Bu aldır beyaza en çok yakışan

Tozuyup sarıda

O en çok sevdiğim renk

Siyahtır beyazın yanında

Çerçi-yüküm pahalı

Ayva solup

Nar güle

Ak yuyup

Al sararım

Çıkınımda Anadolu

Beğen beğen al

(Arif Coşkun.1971)

“ Yörali, ne zaman gelirsin gine, bana eyisinden bi gıripin getir.”

“ Kemalettin Tuğcu’nun tüm kitaplarını getir. Bizim oğlan pek seviyor. Borcum neyse virecaam.”

“ Çerçi emmi, Örenbayan ipliklerinden bi takım getir, emi!”

“ Yörali emmi, önsürük ilacı getir bi geldiğinde. Ölüyom valla.”

“ Ali ağa, bana bi mantar dabancası getir.Parasını babamdan isde.”

“ Ali ağam, bi geldiğinde bana Kereminen Aslı hikayesini al, getir.”

“ Senden hasseten irica idiyom, bana iyisinden bi ürya tabirleri kitabı getir.”

“ Gavlak gavlak oldu burnumun ucu yav. Bana bi grem pertev getir, unutma ha!”

“ Govan govan, petek petek bal. Bol. Darçın,zencefil gatınca pek şifalı oluyormuş yav. Baharat getir bana.”

“ Hazreti Ali’nin cenklerinden ne bulursan getir. Ne mübarek adammış yav. Düldül, zülfükar…

Bizim torun okudu da hep ağladık.”

“ Bizim oğlan Alamanya’da. Bu mekdubu posdaya virivir. Al şu da yüzotuz guruş.”

“ Yörali, peklik ilacı bul getir, aman. Ölüyom sıkıntıdan yav.”

“ Ali ağam, nişanlıma şöyle iyisinden çerez, fındıklı , bademli bandırma,sucuk felan.”

“ Bana taaa şo garşı dağın yamacını gosderen bi el feneri getir.Borcumu öderim haa !”

* Ali Amca, bana bi Hayat Mecmuası, bi de Kerime Nadir’in kitabını getir.Kağıda yazdım,al!”

“ Çerçi ağa, bana şöyle filik geçi yününden bi gazak getir.”

“ Yörali, bi daha gelişinde tahin getir bize. Bekmez çok,yiyen yok. Belki tahinle karınca yirler uşaklar.”

“ Ali ağa, benim mes, lasdik esgidi. Unutma ha, gırkiki numara…”

* Yörali Amca, Gurtuluş Savaşı ödevim var.Adını yazdım kağıda. Bu kitabı al, getir bana.”

“ Yörali, bana bi fes getir bi de Tokat yazması, yimeni, bi de terlik…”

“ Lan çerçi,yaş doksan oldu. Malum ya, firik var,evde…Anlarsın işde…Aman ha,iyisinden hap…”

“ Yörali emmi,sürü peşinde vakit geçmiyor.Ucuzundan bir güccük iradyo…Türkü dinleyim. Öğrenip ben de

söylerim.”

“ Öğretmenim gidemiyor gasabaya. Varmış orda. Bana bi Türkçe sözlük getir, e mi! Parasını babam verir.”

Ali derlerdi adına.

Yörük Ali giderek Yörali olmuş.

Bir toplumsal işlevi üstlenmiş kişi. Nereli olduğu karışık. Toroslarda Namrun yaylasından , Bozok diyarında Boğazlıyan taraflarından gelmiş diyen de var, Haymana cihetinden olduğunu söyleyen de. Kendisi de biraz gizemli bırakıyor. “Bırak, millet merak itsin ! ”

Doğrudan açıklamak işine gelmiyor.

Bir katırı var. Sağlam bir binek hayvanı. Yaz, kış demeden köyden köye gider, gelir. Herkesle dosttur. Hiç kırgınlık göstermez. Çocuklar taşa tutar; aldırmaz. Köyün itleri saldırır; değneğiyle savunur kendini. Aklı başında insanlar bilirler ki, “lüzumlu adam”dır. Koruyup kollamak gerek. Ne olur, ne olmaz. Çevresi geniştir. Karakollardaki başefendileri, çarşıağalarını, kaymakamları hep tanır…Kırlık yerde, köyde insanın başına binbir bela gelir.

Katırın üzerinde koca koca çuvallar…İçleri tıkabasa dolu…Binbir değişik öteberi. Giyim kuşam, çerez, deri işi, lastik, kemer, takunya, yemeni, terlik, lokum, pılı pırtı…Kendisi hep yürür…Acır hayvana…Palto malto bilmez. Üzerinde hep bir deri yelek. En soğuk , karlı günlerde bile üşüdüğünü gören olmaz.

Sağlıklı bir görünüşü vardır. Güneş vurur karartır, eser çıkar sarartır…Tipi, boran, sıcak, soğuk…Kar, kış, kıyamet…Kaç kez tipilerde ölümden dönmüştür. Anlatır. Dili tatlıdır, bire bin katar da öyle dinletir kendini…

1940’ların sonu…Köylünün Maraşal dediği Amerikan yardımı yavaş yavaş etkiliyor köyleri.

Köylü atını satıyor, kardeşler, emmi uşakları birleşip traktör alıyor. Bu yardımlarla yollar da düzeliyor. Fakat, motorlu araç sayısı pek az. Yörük Ali’nin katırı hala köyler arasında ulaşımı sağlıyor. O, yalnız basbayağı bir çerçi değil, bir iletişim aracı…

Köylü Ömer, komşu köydeki Hacer’e sevdasını yazıyor. PTT ile gönderecek değil ya. Çerçi Ali ne güne duruyor? Elbet pul parası kadar bir ikramiye de cebine konuyor…Artık, heyecanla, yürek çırpıntısıyla gelecek yazılı ya da sözlü yanıt beklenecek…

1950’lerde yapılan her büyük yol artık “Nato yolu”dur. Katır ürküyor kamyonlardan. Çerçi öfkeleniyor. Söğüyor ortalığa, bağıra bağıra…Duyan yok, iyi ki… Toz, duman, mazot kokusu…Bunlar , giderek, ekmeğini elinden alacak mı yoksa? Kasabaya, kente, büyük beldelere gidip gelenler çoğalıyor. Dünya değişiyor, insanların dünya görüşü de ona koşut, değişiyor.

Fakat, yine de çerçilik sürüyor.

Aksaray-Nevşehir-Ürgüp çizgisinde Yörük Ali tek çerçi…

Yedi cihanla barışık…Yaşlı teyzeler, sayıları giderek azalan İstiklal Harbi gazileri, yeni ortaya çıkan Kore Savaşı gazileri, genç kızlar, taze gelinler, mektep uşakları, muallimler, köy muhtarları…

Sağlıklı oluşunu yaptığı işe bağlıyor Yörük Ali.

Yürüyor, kırların temiz havasını alıyor. Varsın kamyonlar yeni açılan yolları toza toprağa belesin, Yörük Ali kestirmeden gidiyor. Herkesin isteğini karşılıyor, kazancı da iyi.” Allah, bin bereket virsin. Çerçiliğin piri Adem Peygambere hamd-ü sena…” Elindekileri , çuvallardakileri paraya çevirdi mi, keyifleniyor. Köylerden çıkınca bir türkü tutturuyor, keyifle…

En çok, karların erimeğe başladığı, güneşin ısıtmağa başladığı günleri seviyor.

Köylerden geçerken çocuklar kar katması yapmış oluyorlar, ona da ikram ediyorlar.

Karlar eridikçe altından otlar çıkıyor, bırakıyor katırını, yayılsın.

Kendisi de oturuyor güneşin alnına; köylünün ikram ettiği yumurtalı, taze soğanlı yufka dürümünü yiyor keyifle…En çok da mahalle arası fırınlarından yayılan çörek kokusu çekiyor:davetkâr…Fırından ekmek çeken kadınlar acıyor; gariptir, yazıktır…Bir ekmeği bağışlıyorlar…Üzerine yumurta sürülmüş, içine peynir konmuş sündülleme de başlı başına bir öğün yerine geçiyor…Sıcak sıcak, köyün kahvesine oturup, çayını içerek yiyor ikram edileni…

Yine yollara düşüyor; istekleri dağıta dağıta. O sanki bir PTT dağıtıcısı, bir kamu görevlisi…

Sonra, köyden çıkınca ,bir türkü tutturuyor bet sesiyle…

Bir yandan da düşünüyor…

Şu köyde falan ağaya “kuşkaldıran hapı”…

Falan karakolda, jandarmaya roman kitabı…

Filan köydeki çilli geline “döl tutma” hapı…

Gelecek ay evlenecek delikanlı için Mükemmel İzdivaç adlı kitap…

Falan köydeki mektebin muallimine , Maarif Müdürlüğü’nün verdiği kutuyu teslim…

Filan köydeki çocuğun istediği defter…

Çeşme başında katırına su içirirken yanına gelen kıza verilecek mektup…

Falan köydeki çocuğa suluboya takımı, resim defteri…

Filan köyün camisinin imamına “Mızraklı İlmihal”…

Çocuğu olmayan geline harnup pekmezi…

Falan köydeki yaşlı emmiye doksandokuzluk tesbih…

Yatılı mektep sınavına girecek çocuğa “imtihan kazandıran kitap”…

Artık çocuk istemeyen köylü delikanlıya “kaput”…

Hep de güllük gülistan değil ortalık.

Bir gün, baktı ki Maccan köyünde dutlar ballanmış. Eser çıktıkça dökülüyor yere. Kuşlar doymuş. Fakat, çerçi biliyor ki, yukarı yayla köylerinde çocuklar kıştan çıkmıştır, pekmezden bıkmıştır, taze meyve isterler. İki sepet buldu hemen. Doldurdu çocukların yardımıyla. Katıra sardı, Eneği’ye doğru yola çıktı. Yörede bazı köylerin ağ paklası ünlü. “Hadi, getirin bir sahan pakla. Bir sahan dut vereyim.” Kadınlar, analarına göstermeden çocuklar, tandırevinden alıp koşturdular sahanları…Değiş tokuş…Güzel güzel giderken alışveriş, askerliğini yeni bitirip köye dönmüş bir delikanlı diklendi.

“ Oh ne ala memleket çerçi efendi. Sen kimi gandırıyon yav?”

Yörük Ali hiç üstelemedi. Deneyimliydi bu konularda; sınangılı…Hiç tartışma yaşanmamalı…

Tecim işi orada bitti.

Doldurduğu ağ pakla çuvalını katıra yüklediği gibi uzaklaştı…

……………………

Dünya değişiyordu.

Katır sırtında taşınan üç beş parça malla geçim sağlamak zorlaşıyordu.

Düşündü, taşındı. Çağa ayak uydurmak gerekiyordu.

Netmeli, neylemeli! “Ağlıyak da gözden m’olak? Dövünek de dizden m’olak?”

Kayseri’ye gitti. Araştırdı. Tanıdıkları araya koydu. Elden düşme, eski model bir kamyoncuk buldu. Al takke ver külah, anlaştılar. Fakat, ehliyeti yok Yörük Ali’nin. Kamyonun eski sahibi bir delikanlı bindirdi yanına. Kamyoncuğu o sürüp getirdi. Sonra köy yollarında gide gele, sağını solunu vura eze, öğrendi “şüferliği”…Sınava girdi, göstermelik bir sınav…Kazandı…

Bu arada, çok kahrını çekmiş olan katırını da emekliye ayırmıştı. Köy yollarında yüzlerce, binlerce kilometre yol yapmışlardı. Satmağa kıyamadı katırı. Evde kaldı hayvancağız…

……………

Kamyoncuk ile tecim işi Yörük Ali’ye “ağalık” kazandırdı. Saygınlığı arttı. Çocukları da büyümüş, iş güç sahibi olmuşlardı. Ürgüp’te, Gülşehir’de, Aksaray’da birer dükkan açmışlar, tecim işini büyütmüşlerdi. Oturak yaşam öne çıkıyordu. Gezgin satıcılık eski önemini yitiriyordu. Fakat, yine de yayla çocukları, aynı katırın üstündeki çuvalların açılmasını beklerken içlerine çektikleri o kokuyu, şimdi, kamyoncuğun arka kasa kapağı açılırken yapıyorlardı. Karmakarışık bir koku bulutu dışarıya, boşluğa “pavkırıyor”du.

Yörük Ali Ağa yaşı doksan iken artık elden ayaktan kesilmese de dümen kıvıracak halden çıkmıştı. Köylülerle pazarlığın da eski tadı kalmamıştı. Çünkü, herkes radyodan, televizyondan fiyatları öğreniyor, birkaç kuruş farklı olduğunu görünce bir malın, dikleniyor, itiraz ediyordu.

Kabullendi artık çerçilik yapamayacağını Yörük Ali Ağa. Çekildi köşesine. Oğullarını cep telefonuyla izliyor, ayda bir görebildiği torunlarının özlemle yollarını gözlüyor…

Bu arada, oğulları birer TIR filosu sahibi oldu…

O günlerden bize bir güzel deyim armağan kaldı…

“ Çerçi eşeği gibi kokmak…”