Eskiden köylerin yolu ekseriye oturtulmuş (stabilize) dediğimiz cinstendi. Bir araba geçmeye görsün. Çıkardığı tozdan arabanın yeri çok uzaklardan bile tespit edilebilirdi. Köyün bir dolmuşu olur, Şehre ancak belli saatlerde uğrayabilirdi. Eğer dolmuşu kaçırırsan vay haline... Ya araba tutacaksın, yâda yatalı kalmak için hemşeri veya tanıdık arayacaksın.

    Bunlarla bitmez köylünün dertleri. Hasat zamanı buğdaylar olur, para etmez. Döküm zamanı kayısı, üzüm olur, onlar da para etmez. Dök itin önüne yesin. Zaten tarlalarda bölüne bölüne ufacık kalmıştır. Köylünün satın aldığı pahalı, sattığı ucuzdur. Bağlar, tarlalar yavaş yavaş harap kalmakta, köyler artık göçe durmaktadır. 

    İlk büyük göç kitlesi Almanya ile başlar. Kitleler halinde insanlarımız bu yaban ellere gidip, “Almancı” diye isim bile aldılar. İkinci büyük göç kitlesi; Büyük şehirlere ve bağlı bulundukları illerin merkezlerine olmuştu. Traktörünü, tarlasını satan köylülerimiz şehirlerde esnaflığa, bir zanaatı olanlar ise, zanaatkâr lığa başlamıştı.

    Bu insanlarımızın dertleri, sıkıntıları bunlarla da bitmemiş. Gurbete gidenler hasretlerini de yanında götürmüşler. Oralardan Anne ve Babalarına, sevdiklerine tekrar yollamışlardı. Bu vesile ile sadece askere gittiği zaman bildiği hasretin acısını da daha iyi öğrenmişler. Gurbet ellerde de; Varlıkla, yoklukla tanışmış, başka başka dertler ve sıkıntılarla ortakyaşar olmuşlar. 

    Gurbette bunlar yaşanırken, köylerimizin sıkıntıları elbette devam etmiştir. Camisi, okulu, trafosu, yolu, kooperatifi derken bu liste de uzayıp gidermiş. Tüm bunlar yaşanırken köylümüzün başına birde siyaset belası çıkmış. En sonunda olmayacak iş bile olmuş. Köy bile bölünmüş. Aşağı Mahalle, Yukarı Mahalle, “Demirgrat”, “Hâk Partisi” diye... Zaman geçtikçe de bu bölünmüşlük artarak, artmıştır. Bu insanlarımızın kahvehaneleri, dostlukları bile ayrı olmuş. Anlıyacağınız partiler çözüm olmamış, problem olmuş insanlarımıza.

    Muhtar Ali Osman Ağa, siyasilere köyün sıkıntılarını anlatmak ve çözüm buldurmak için parti büyüklerini köye davet etmiş. Muhtarın partisi olmaz derlerde,”Hadi canım onu benim külahıma anlat, köyde herkes birbirini tanır”.

    Öyle ya, kendi partisinin gücünü bütün köye gösterecek. Köye bir şeyler yaptırabilmek için en azından sözler alınacaktı. Siyasilerde köyün problemlerini yerinde göreceklerdi. Ali Osman Ağa kendi kendine konuşup duruyordu.

    —Hiç olmasa anayola kadar asfaltlasak köyümüzün yolunu, Kooperatife bir kredi alabilsek, üç-beş köylümüzü, yakınımızı; Hastaneye-postaneye aldırabilsek kötümü olur? Ama bu emek ister. Yemek ister, ağırlamak ister, anlatmak ister. Öyleye gelen adamlar bakacak;” Burası kalabalık, bize şu kadar oy çıkar.”Diyecekler.

    Muhtar şehre indiğinde doğru parti binasına gider. Resmi davetini yapar. Köylünün siyasi büyüklerini, köylerinde görmelerinden mutlu olacaklarını söyler. Onlarda:” Yolumuzun ağzı, uğrarız.” Derler. Derler ama muhtar Ali Osman Ağa ağırlamanın nasıl yapılacağını kara kara düşünerek köyüne döner. Kahvehanede de bütün olanı biteni anlatır. 
    —Hüseyin Ağa, senin oğlanlar askerden geldi. Okumaya Nevşehir’e de gönderdin. Biri bir tarafa girse de çalışa kötümü olur? Sözüne devam etti.

    —Bak yolumuz tozlu, asfalt dökülse, köyümüzün su meselesi çözülse kötümü olur? Öyle atlatıp duruyorlar. Seçim zamanı söz verdiler. Hani yapıldı mı? Ürünlerimiz para ediyor mu? Şunu ekin, bunu ekin de para eder, sizde kazanırsınız diyen var mı? Yaşlılarımıza Almancı çocukları bakmasaydı, onlar ne yapacaktı? Başka yerlere gidenler zorluktan gitmedi mi? Hurdacılıkla, kapıcılıkla çocuk okutup ta, hiç olmazsa onlar rahat etsin diye az mı sıkıntı çektiler. Çok siyasi parti ağırladık. Bunları da ağırlayalım. 

    Muhtar Ali Osman Ağa iyice içini dökmüş, söyleyeceğini söylemişti. Köylü homur homur etse de sesini çıkaramaz. Çünkü muhtar haklıydı. Köylü o günü heyecanla beklemeye başlar. Evlerinin önü her zamankinden daha tertipli temizleniyor, etrafta intizama daha dikkat ediliyordu.

    Hesaplar yapılmış, para toplanıyordu. Evlerden masa, sandalye tedarik ediliyordu. Kahvehanenin yanındaki parkta düzenleniyordu. Her şey düşünülmeye çalışılıyordu. Bu arada muhtar da tekrar şehre gider. Eksik alış-verişleri tamamlar. Gelmişken de parti binasına uğrar. Parti binası gazeteci ve partililerle kaynıyordu. Yöneticilerden biri muhtara;

    —Önümüzdeki Cumartesi köydeyiz. Ona göre tamam mı?

    —Biraz eksiğimiz kaldı. Yardım edermisiniz?

    —Şimdi çok telaşlıyız. İşi kendiniz çözeceksiniz.

    Beklenen misafirlerin köylerine gelmesine bir boş gün kalmıştı. Onlar şimdi açılışlar yapıyor, ören yerleri gezdiriliyordu. Sonra da konuşmalar, konuşmalar. Gazeteciler peşlerinde haber yakalamaya çalışıyorlardı. Parti binasında heyecanlı bekleyiş devam ederken yöneticiye telefon gelir. Kısa ve telaşlı bir konuşmadan sonra;

    —Haydi, arkadaşlar, misafirlerimiz geliyor. Karşılamaya gidiyoruz.

    Gazeteciler ve partililer, parti binasından heyecanlı bir şekilde çıkıp gitmişlerdi. Bir anda koskoca salon boşalmıştır. Muhtar ortada kala kalmış, o da yavaşça kapıya doğru yönelmişti. Kendisine bakan saçları kırlaşmış gazetecinin, başkanla konuştuğundan itibaren izlendiğini bile fark edememişti. Ağır ağır, mahcup ve mahzun bir şekilde merdivenleri inerken muhtarın omzuna bir el dokunur. 

    —Merhaba, muhtar kardeş.

    —Merhaba arkadaş, buyur geç, senin yolunu kapatmayım. Herkes gitti sen de geç kalma.

    —Muhtar ben seni bekliyorum. 

    —Ne yapacaksın beni, haber orada...

    —Başkanla konuşuyordun. Bir şey mi oldu?

    —Önemli değil. Cumartesi Günü Köyümüzde karşılama varda, neyse eksiğini köyden toplarım.
    —Karşılama çalışmalarını yerinde görmem için, köye beraber gidelim mi? Yanında bulunmak istiyorum.

    —Eh meraklıysan gel. Ne olacaksa sanki...

    Muhtarla gazeteci köye giderler. Her şey tamam, ufak tefek eksikler var. Hani, köyde yapılmayan, şehirde olan cinsinden... Muhtar kahvehanede birkaç arkadaşıyla konuşur, biraz daha para bulur. Paranın diğer kısmı da adı tespit edilenlerden alacaklardı... Ona hesap ver, buna hesap ver diye Muhtar ise iyice bunalmıştı. Bir yandan da köye büyükler gelecek, ortam nasıl olacaktı? Onlar ortamı beğenecek mi? Köy için bir söz alına bilecek mi? İyi olsa Allah’tan, kötü olsa Muhtardan. Ta şehirdeki partililer bile “Ha göreyim seni” Diyorlardı.

    —Ya işte böyle Gazeteci Bey, ne durumdayım gördün mü? Nereden bulaştım bu işe bilmem ki.

    Muhtar, gazeteciyi de yanlarına alarak, köyden birkaç kişiyle birlikte önceden tespit edilmiş kişilerin evlerine doğru hareket ettiler. Kapılar tek tek çalınıyordu. Her kapını ardından, birbirinden özel laflar çıkıyordu.

    —Verdik ya Muhtar.

    —İşe yarayacak mı, bari muhtar.

    —Hesabını iyi yaptın mı Muhtar.

    Gazeteci tüm bu olacakları tahmin ediyor, sessizce muhtarı ve köylüleri izliyordu. Kamera ve ses cihazı o zamanlarda yoktu. Keşke olsa da bir çekim yapsaydı. “Ne haberdi ama.” Son olarak yaşlı bir Hacıağa’nın kapısını çalarlar. Muhtarın sinirden canı burnunda, böyle bir işe giriştiğine ise bin pişman. Bu durumu sonuçlandırmak ise bir onur meselesi olmuştur. O sırada kapı açılır. İhtiyar sakallı bir adam kapıda belirir. 

    —Buyurun. Ha Muhtar, buyur evladım. 

    —Hacıağa, Cumartesi günkü karşılama için, ufak tefek eksiğimiz kaldı da, biraz daha para isteyecektim.

    —Verdik oğlum. Ha tamam, vereyim. Bak, benim paramla içki falan alınmasın ha.

    Gazeteci zaten bildiği ortamı iyice teyit etmişti. Muhtarla vedalaşıp, şehre döndü. O da köylüler gibi Cumartesiyi beklemeye başlamıştı.

    Sonunda beklenen gün gelmişti. Köyde son hazırlıklar yapılıyordu. Herkes heyecan içinde bekleşiyordu. Bu arada köyün meydanı toz olmasın diye sulanmıştı. Gencin biri can sıkıntısından parktaki çimleri sulamaya devam ediyordu. Muhtar, kravatını bile takmış, etrafa laf yetiştiriyordu. O sırada gencin biri bağırdı. 

    —Geliyorlar, geliyorlar.

    Muhtarın tam heyecanlandığı zaman gelip çatmıştı. Haydi, köylünün biri “Dambadan” bir laf söylerse, ben bozulurum. Davet iyi olursa Aşağı Mahalle laf söyler beni suçlar, kötü olursa başkan beni suçlar. Haydi hayırlısı. O sırada köyün meydanı; Taksilerle, pikaplarla ve minibüslerle dolmuştu. 

    —Hoş geldiniz, Efendim.

    —Hoş geldiniz efendim.

    Gelenlerden biri konuşma yapar. Köylümüzün ne kadar iyi insanlar olduğunu, bu iyi insanların elbette kalkınacağını anlatır. Konuşmalardan sonra kalabalık, yemek için otururlar. Misafirler yemek yerken saçları kırarmış gazeteci de oralarda gezinip duruyordu. Misafirlerden biri gazeteciye seslenir.

    —Durmuş Bey, buyur yanıma otur. Yemek yemeyecek misin?

    —Teşekkür ederim. Yemek yemeyeceğim.

    Köylümüz zaten misafirperverdir. Yenen o yemeğin ne şartlar altında, ne beklentiler içerisinde hazırlandığını bilseler, birçok misafirde o sofraya oturmazdı. Ama siyasilerimizin bu gibi durumları tahmin etmeleri gerekirdi. Ayrıca, siyasetin Millet kalkınması için bir araç olduğunu herkes bilmektedir. 

    Yemekler yendi, vaatler verildi, konuşmalar yapıldı ve köylüler sevindirildi. Gelenler, geldikleri gibi gittiler. Köye yine bir sakinlik hâkim oldu. 

    Bir şey yapıldı mı? Bilinmez. Bir gerçek vardır. Köylümüz, yerinde kalkındırılamadı. Çocukları genellikle devlet dairelerine işçi-memur olarak girdi, girdirildi. Devlet daireleri ve Kit’ler, adamla dolup, hantallaşırken; Tarlalar, meralar boş kaldı. Şehirler büyük oranda iç göç aldı. Köylümüz yine zengin olamadı ama şehirli oldu. 

    Bir öğretmenimin, köyü tarif etmesi oldukça garibime gitmişti;

    —Otobüsle seyahat ederken; Vadilerde, tepelerde az az evler görürüm. Kavaklıkları ve minareleri dikkatimi çeker. Çok şirin görünür. İşte orası köydür.

    Hikâyemizde geçen köylerimize şimdi bir bakıp, kısa bir tasvir de biz yapalım.

    Köylerimiz, büyük oranda terk edildiği için; Yıkık evler, kilitli evler pek çoktur. Yazın Almancılarla ve ziyarete gelenlerle köylerimiz şenlense de, genellikle nüfus yaşlıdır. Ama köylerimiz her zaman şirindir.