Dünden beri derin bir hüzünle karışık, buruk bir sevinç yaşıyorum. Hüzünlüyüm, çünkü 1987 yılında genç bir üniversite öğrencisiyken, yayınlanan bir yazıma “Başörtüsü ve Anayasa” başlığını atmıştım ve o gün ülkemin gündeminde “Başörtüsü Yasağı” vardı. Sevinçliyim, çünkü aradan çeyrek yüzyıl geçmiş, yaşlanmış ve saçlarım ağarmış olsa da, ülkemin yakın tarihinde kara bir leke olarak duran “Başörtüsü Yasağı” TBMM çatısı altında milli bir mutabakatla çözüme kavuşturuldu.  

TBMM, dün tarihi günlerinden birisini daha yaşadı. Öğleden sonraki oturumu pür dikkat izledim. Başörtülü dört bayan milletvekili Meclis Genel Kurulu’na katıldı. Genel Kuruldaki milletvekillerinin nerdeyse tamamının sağduyulu tavrı sayesinde, on yıllardır süren anlamsız bir ön yargı, mesnetsiz bir yasak, evhamlarla örülü bir korku duvarı tuzla buz oldu.

Meclisteki gelişmeleri izlerken, bir yandan da son otuz yıllık süreç gözümün önünden bir bir geçti.  12 Eylül 1980 ihtilalinin ardından önce camiye giden cemaatin başındaki takkeye uzanan özgürlük düşmanı el, ardından da üniversiteye giden kızların başlarındaki örtüye uzanmıştı. ANAP döneminde rahmetli Turgut Özal’ın çabalarıyla konu yasal bir zemine oturtulmak istenmişse de YÖK yönetmeliğinde yapılan değişiklik Danıştay tarafından; kanun da Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş, işbaşındaki askeri vesayet, bir türlü başörtüsüne geçit vermemişti.

Problemin kronolojik süreci iyi tahlil edilirse görülecektir ki, yasakçı egemen güç,  üniversitelerde önce “başörtüsü”nü yasaklamıştı. Ardından da yasağa karşı halkın tepkisini söndürmek, başörtüsü mağdurlarına verilen desteği kırmak için “başörtüsü yerine türban takılırsa sorun olmayacağını” söyleyerek milleti kandırmıştı. Aynı yasakçı egemen güç, sonra türbanı da yasaklayarak, “Başörtüsü Sorunu”nun adını “Türban Sorunu”na dönüştürmüş ve ardından da utanmadan “biz başörtüsüne değil, türbana karşıyız; türban ise siyasi bir simgedir…” diyerek kıvırtmıştır.

1987 yılının ilk günlerinde başörtüsü yasağı tavizsiz bir biçimde önce İstanbul Üniversitesi’nde uygulanmaya başlandığında henüz Hukuk Fakültesi’nde genç öğrenciydim. Bir sabah başörtülü kız öğrencilerin üniversitenin meşhur ana kapıdan içeriye girmesi engellendi. Bu olayı protesto için bizler de derslere girmedik. Ardından ana kapıya siyah bir başörtüsü asan fakülteden bir arkadaşımız gözaltına alınmış, akıbeti hakkında ancak iki gün sonra bilgi alabilmiştik.

Ardından ülkenin her yanında protestolar, gösteriler, imza kampanyaları, açlık grevleri,  mitingler, el ele insan zincirleri, polis müdahaleleri, gözaltılar aylarca, yıllarca sürdü.  Akan gözyaşları, tükenen umutlar, baskılar, yıldırma taktikleri, fişlemeler, disiplin cezaları, sınıfta kalmalar, okuldan atılmalar, psikolojik travmalar, kaybedilen yıllar yasağın doğurduğu mağduriyeti kişi ve toplum bazında derinleştirdi, yaygınlaştırdı ve kangrene çevirdi. Esasen yasağın mağduru sadece başörtülüler değil, başörtüsünü bir hak ve özgürlük olarak benimseyen ve destekleyen herkestir.

Kendi vatanında “parya” muamelesine tabi tutulmanın, gasp edilen bir hakkını talep eden sese kulakların “sağır” olmasının, akan gözyaşlarına bakan gözlerin “kör” olmasının, akılların dumura uğrayıp, vicdanların kurumasının mağdur insanlarda doğurduğu acıyı hiçbir kelime tarif edemez. Anlatmak isteseniz de boğazınızda kocaman bir yumruk düğümlenir, susmayı tercih edersiniz.

Yasağın tavizsiz uygulanmaya başladığı 1987 yılının ilk günlerinde tüm duygusallığımdan ve öfkemden kurtulup, akıl ve vicdan sahibi birilerine acaba sesimizi duyurmak mümkün olur mu düşüncesiyle “Başörtüsü ve Anayasa” başlıklı uzun bir yazı kaleme almıştım. Yazı 1987 yılı Ocak ayında Milli Gazete’de iki bölüm halinde yayınlandı.  Yazıda Anayasanın temel hak ve özgürlükleri düzenleyen maddelerini referans alarak, uygulanan başörtüsü yasağının Hukuk Fakültesinde bize öğretilen anayasa,  demokrasi, laiklik, sosyal hukuk devleti ilkeleri ile asla bağdaşmadığını anlatmaya çalışmıştım. Halen arşivimde sakladığım yazının sonunu şöyle bağlamışım:

“Sözümüzün sonu şudur: İnanan insanların Anayasa ile teminat altına alınmış temel hak ve özgürlükleriyle uğraşmayın! Anayasaya aykırı söz, davranış ve kararlarınızdan vazgeçin! Aksi halde bu millet yine kendisinin kabul ettiği Anayasa ve bu Anayasa’nın kendisine verdiği hakları kullanarak size gereken dersi verecektir!” (Millî Gazete, 16 Ocak 1987)  

Geçmişte yaşadığımız mağduriyetin doğurduğu acıların ve derin duyguların etkisinden sıyrılarak bugün yine diyoruz ki, başörtülü dört bayan milletvekilinin Meclis’e girmesi bir galibiyet, rövanş, meydan okuma, siyasi şov olmadığı gibi; başörtüsü karşıtlarının bir mağlubiyeti, tavizi, lütfu ve ihsanı da değildir. 

Dün, Mecliste barış içinde özgürce yaşamak isteyen ortak akıl, mantık, vicdan ve sağduyu hâkim olmuş; evrensel bir insan hakkına herkesin saygı duyması gerektiği konusunda ortak bir mutabakata varılmıştır. Eğer ortada kutlanması gereken bir zafer varsa bu zafer Milletin ve Meclisinin ortak zaferidir.  Bu güzel sonucun oluşmasına katkı sunan tüm partilere ve milletvekillerine yürekten teşekkür ediyor, tüm temel hak ve özgürlüklerin korunması ve yaşatılması için bu ortak iradenin ve sağduyunun hep sürmesini diliyorum.

01.11.2013

Mehmet BİÇER

[email protected]