Diyanet Vakfı Kagem 2017
(İBRAHİM KALIN)
Diyanet vakfına bağlı KGEM, birbirinden güzel ekinlikler yapmaktadır. 2017 yılının açılış organizesi 14 Ocak Cumartesi günü Kocatepe TDV konferans salonunda yapıldı. Başta diyanet camiası olmak üzere üst düzey birçok davetlinin katılımıyla gerçekleşen organizasyonun konuşmacısı Cumhurbaşkanı sözcüsü Doç. Dr. İbrahim Kalın’dı. İstifade ettiğim konuşmanın özetini kaleme aldım. İstifadenize arzederim.
Bir sohbet esnasında İhsan Fazlıoğlu (mealen); ‘iki kişinin siyasete girmesini bir türlü kabul edemiyorum. Medeniyet ve tefekkür dünyamızın şahsiyetlerinden olan o iki kişi, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ve Doç. Dr. İbrahim Kalın’dır’ demişti.
Kalın’ın imzalayarak armağan ettiği “Akıl ve Erdem” kitabını okuduğumda Fazlıoğlu’nun söylediğinin ne anlama geldiğini daha bir anlamıştım. Hocanın bugünkü konferansını dinleyince o görüşüm pekişti. İsmi geçen bu iki kişi Davutoğlu ve Kalın fikir üretmeliler. Çünkü Mütefekkir ve hükemaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Bu mütalaam bu iki zatın mevcut yaptıkları işlerinde başarısız oldukları anlamına gelmez.
Konferansa gelecek olursak Kalın; “İslam-Batı İlişkilerinde Dün, Bugün ve Yarın” başlıklı konferansında İslam-Batı ilişkilerinin bin yılı aşkın bir geçmişi olduğunu; meselenin kökünün, İslam'ın tarih sahnesine çıktığı yedinci yüzyıla kadar gittiğini ifade etti.
Önyargı, ön kabul, öğretilmiş ya da öğrenilmiş cehalet olarak çıkan konuların birçoğunun aslında 1300 yıllık bir tarihe dayanır.
Baktığınız zaman Hollywood yapımı filmlerin çoğunda Müslümanlar ya şiddet yanlısı ya da şehvet düşkünü insanlar olarak tasvir edilmeye halen devam ediliyorlar. Bütün bu küreselleşme çağının getirdiği iletişim imkânlarına rağmen bu cehaletin derinleşerek devam etmesi esef verici bir durumdur. Batı'nın öncelikle bu öğrenilmiş cehalet tavrından vazgeçmesi gerekiyor. Eğer biz bugün ve yarın daha barışçıl daha insani daha adil bir dünya inşa edeceksek, bunu yeryüzündeki bütün insanlarla birlikte yapacağız ama bunu yapabilmemiz için öncelikle bizim bir arada yaşama ahlakının temellerini doğru bir şekilde inşa etmemiz gerekiyor.
Birlikte yaşamak terakkiye, içimize kapalı yaşamak ise durağanlığa, statikliğe sebep olur.
Bilindiği üzere İslam’ın çok kısa bir süre içinde tüm dünyaya yayılmasının sebeplerinden biri, belki de birincisi o dönemdeki dünyanın iki süper gücü kabul edilen Roma ve Pers imparatorluklarının birbiriyle savaşmaları, çaresizlik içerisindeki insanlara yeni bir şeyler verememeleri, buna mukabil birde zulmetmeleri sayılabilir.
11-12 ve 13. Yüzyıllarda İslam dünyasındaki tüm olumsuzluklara rağmen, irfan, bilim alabildiğine inkişaf etmiştir. Çünkü yöneticiler ilim adamlarına karışmamış, onlarda yöneticilerin işine müdahale etmemiştir. Kısaca herkes kendi işini yapmıştır.
Bat hiç bir zaman İstanbul’un fethini kabul edememiş unutamamıştır. Hatta fetihten sonra yapılacak bir şeyin kalmadığını anlayan Papa, Fatih’e bir mektup göndermiştir. Fatih’in bu mektuba ne cevap verdiği kayıtlarda yok ama Papa mealen; “…Sultanım, Batı’nın tüm anahtarlarını hiçbir sorun çıkarmadan sana teslim etmeye hazırım. Yalınız şişe içerisindeki suyun gereğini yerine getiriniz (vaftiz)” emiştir.
Bilindiği üzere Fatih İstanbul’u fethettikten sonra özellikle yazışmalarda; Sultan-Hakan- Padişah-Kayser-i-Rum unvanlarını kullanmıştır.
Sultanla Arapların,
Padişahla Acemlerin,
Kayser-i Rum’la Hıristiyanların,
Hakanla da Türklerin sahibiyim. Demiştir. Fatihten sonra tüm padişahlar bu unvanı kullanmışlardır.
CEM SULTAN Batılılar ona Zizim Sultan der. Padişah olmadan ‘sultan’ unvanını kullanan/kullanılan tek şehzade Cem Sultandır. Fatih’ten sonra taht kavgasını II. Bayezid kazanınca Cem Sultan Avrupa’ya kaçmıştır. Avrupa’da on dört yıl yaşayan Cem’i, Batılılar her daim Osmanlıya karşı koz olarak kullanmıştır. Bir taraftan da onun adına birbirinden farklı ve ilginç efsaneler uydurmuşlardır. Bir merkezde  (Roma) tutsak olarak tutulmasına rağmen Avrupa’nın her şehrinde gezen/gezdirilen! Gittiği hemen her yerde onun adına ayrı ayrı aşk hikâyeleri uydurulmuştur. Batıya göre cinsellik peşinde koşan bir Cem Sultan’dan bahsedilir. Bazı batılılar bu yüzden kendinin Osmanlı torunu olduğunu söyler. Nitekim bir ülkenin Bakanı kendisinin de Osmanlı torunu olabileceğini ifade etmesi dikkat çekicidir. Batılı hem edebiyatında, hem sınamasında ve hem de tarihlerinde Türkleri barbar ve şehvet düşkünü olarak tanıtmışlardır. Hala da öyle tanıtmaktadırlar.
HACI ALİ (Hay Coli): Yaptığı savaşta mühimmatın nakli konusunda sıkıntı çeken ABD, Osmanlıdan yardım talebinde bulunmuştur. Onlarda Ali Hoca’nın başkanlığında 6-7 adet deve göndermiştir. ABD bu nakil aracından çok faydalanmıştır. Savaş bitince de Ali Hoca’yı muhayyer bırakmışlar. O da orada kalmayı seçmiş. Öldüğünde Arizona’ya defnedilmiştir. Her yıl Arizona’daki mezarı başında anma törenleri düzenlenmektedir. Birde deve büstü yapılmıştır. Hatta ABD’nin meşhur Camel marka sigarasındaki deve o develere istinaden konmuştur. Fakat Hacı Ali, Hay Coli olarak değiştirilmiştir. Arizona’da kutlamaya katılanlar Hacı Ali’yi tanırlar mı? Tanırlarsa ne kadar tanırlar bilemiyorum. 
İslam-Batı ilişkileri elbette sadece savaşlardan ibaret değildir. İslam-Batı ilişkileri tarihinin, uzun bir döneme yayılan karmaşık, çok yönlü ve çok boyutlu bir yanı vardır.
Elbette tarih boyunca birçok savaşlar, çatışmalar olmuştur ama bu tarihi sadece savaşlara indirgemek, sadece askeri bir tarihe indirgemek büyük bir hata olur. Bu tarih içinde kültür var, sanat var, seyahat var, hepsinden önemlisi insan var, coğrafya var. Bu nüansları kavramamız aynı zamanda bizim İslam-Batı ilişkileri tarihine daha interdisipliner bir açıdan bakmamızı da zorunlu kılıyor.
Batı kendini düzeltmek yerine aynayı tutana saldırıyorlar.
Bugün eğer Batı gerçek manada çoğulcu, rasyonel, erdemli bir toplum iddiasında bulunuyorsa bunu ancak kendi içinde yaşayan Müslüman toplumları, eşit bireyler, aynı haklara sahip insanlar olarak kabul ettiği zaman gerçekleştirmiş olur. Bunun dışındaki bütün söylemler sadece havada kalır. O yüzden yükselişe geçen İslamofobi, İslam karşıtlığı, İslam düşmanlığı, ırkçılık, göçmen karşıtlığı aslında Batı'nın kendi içindeki bir büyük imtihanı ifade ediyor. İslam toplumlarıyla ilişkisi kadar kendi içindeki tutarsızlıkları ortaya koyuyor ve burada bir ayna tutuyor. Bu çok tehlikeli bir trenddir.
Batı'yı eleştirdiğimiz kadar kendimize de bir ayna tutup özeleştirimizi de yapmamız lazım. Batı'yı tanımıyoruz, kendimizi hiç tanımıyoruz. Geleneği olmayan toplumların geleceği de olamayacaktır.
Batı'nın öncelikle bu öğrenilmiş cehalet tavrından vazgeçmesi gerekiyor. “Küreselleşmenin getirdiği yapay ve sun’îleşme döneminde bizim kendi geleneğimizin, inancımızın, kültürümüzün derinliğini kavrayarak dünyaya bu perspektiften tekrar bakabilmemiz gerekiyor.
Gelecek konusunda ümit var olabiliriz, karamsar olabiliriz ama önemli olan, burada birer aktör olduğumuzu hiçbir zaman unutmamaktır. Bizler rüzgârın önünde savrulan bir yaprak parçası değiliz. Allah bize akıl vermiş, irade vermiş. Zorluklar, sıkıntılar, problemler, meydan okumalar ne olursa olsun eğer biz bir aktör ve özne olma bilinciyle hareket edebilirsek bu sorunları çözecek kudrete de imkâna da akliyete de sahip oluruz. Önce bunu hissetmemiz, bu özgüveni oluşturmamız gerekiyor. Ama bu özgüven için bunun ilmi altyapısını, ahlaki temellerini, tarihi derinliğini eş zamanlı olarak inşa etmemiz gerekiyor. Bu hepimizin 21. yüzyıldaki kolektif sorumluluğudur.
Kalın, Batı'nın İslam'a yönelik algısında üç tutumunun öne çıktığını, üç tehdit algısının bu tarihi şekillendirdiğini, bunların;
  • Teolojik tehdit algısı
  • Siyasi ve askeri tehdit algısı ile
  • Kültürel tehdit algısı olduğunu söyledi.
Büyüklerimizin; “Kem alât ile kemalât olmaz"dedikleri gibi, eksik ve noksan bilgilerle dünyaya nizam vermek mümkün değildir. Önce kendimize ait kültürümüze, ardından Batı kültürüne vakıf olmalıyız.
Okuyan, düşünen ve üreten İbrahim Kalın Bey’e hayırlı çalışmalar dilerim.
Ahmet BELADA
[email protected]