FRANSIZ ZULMÜNE DİRENEN ADANA’YA

NİĞDE HALKININ YAKTIĞI AĞIT

Dr Emrullah Güney

Dicle Üniversitesi öğretim üyesi

[email protected]

Niğde Vilayetinin Nevşehir Kazasının Göre Köyünde 1329 ( 1913 ) doğumlu Şükrü adlı çocuk, babası Hüseyin Çavuş’un hali vakti yerinde olduğu halde, okumaya düşkündür. İlkmektebi başarıyla bitirir. Arap harfleriyle yapılmıştır eğitim. Orada bırakmaz. Nevşehir Ortamektebine gider. 1928 yılında Harf Devrimi gerçekleşir. Gazi Paşamız, Türk çocuğu daha kolay öğrensin yazmayı , okumayı diyerek, dünyanın birçok ülkesinde gerçekleştirilemeyen, başarısızlıkla sonuçlanan bir devrimi azim ve kararlılıkla yürürlüğe koyar. Yeni Türk harfleri 1928 ders yılında okullarda öğretilir. Göreli Şükrü zaten ortamektepte Fransızca öğrenmeğe başladığı için yeni Türk alfabesini kullanmada hiç zorluk çekmez.

1929’da Şükrü Efendi Nevşehir’deki ortamektebi bitirir. Hüseyin Çavuş ileri görüşlü bir köylüdür. Kahyalık ( muhtar ) da yapmıştır. Şükrü’yü elinden tutar , Ulukışla’ya değin yayan yürürler, orada İstanbul’dan gelen trene binerler .Adana Mıntakası Maarif Emini İsmail Habib Bey’in ( Sevük ) yanına ulaşırlar. O yıllarda devlet kapısında bir oğulun olması önem taşır. Baba, köyüne döner, çocuğunu Sevük’e emanet ederek.

Niğde vilayetinden birçok ortamektep mezunu çocuk, delikanlı Adana’da kurs görmeğe başlar. Adları “muallim namzedi” dir. Süresi bir yıl. Buradan başarıyla şahadetname alırlarsa Maarif Vekaleti, tayin edecektir kendi illerine. Güz, kış güzel geçer. Memleketleri kar altındayken Adana’da sıcak, güneşli günler yaşanmaktadır. Herkes mutludur. Derslerde zorlansalar da , İsmail Habib Bey, çocukları aile ortamını aratmayacak sıcak bir yuvada barındırmaktadır . Özlemler vardır elbet. Fakat, mayıs ortalarında Adana’nın sarı sıcağı bastırır. Yayla çocukları sapır sapır dökülür. Sıtma kırar geçirir çocukları. Dersler aksamağa başlar. Muallim namzetlerine ders veren muallimler de hastalanır. İsmail Habib Bey, bakar ki, sıkıntı artıyor. Zayiat da verilebilir. Maarif Vekaleti’ne telgraf çeker. Durum müzakere edilir ve Muallim Talim Kursu, Konya’ya taşınır. Şükrü ve arkadaşları Konya’da bitirirler kursu ve muallim olma hakkını kazanırlar. Yıl : 1930’dur.

Daha kurulalı 7 yıl olsa da, Cumhuriyet düşmanları boş durmamaktadır. Sinsi sinsi çalışanlar köyleri gezerek mürid toplamakta ve giderek güçlenmektedirler. Muallim Şükrü Bey, Niğde Vilayeti’nin Dikilitaş ( Gavur Enehil ) Köyü’ne atanır. Tek muallimdir. Köyde mübadiller yaşamaktadır. 1924’e dek Ortodoks Karamanlı halkın yaşadığı köyde Arnavutça, Rumeli Türkçesi karışık konuşulmaktadır. Çocuk yetiştirmeğe dört elle sarılır Şükrü Bey. Fakat, aynı zamanda köylünün savunmanıdır ( avukat ). Arzıhal yazmayı öğrenir işlek el yazısıyla. Hiçbir arzıhali devlet kapısından geri dönmez,

işleme konulur ve köylünün yararına sonuçlanır . Bu arada köye gelen yobazlar, ileri gelenleri toplantılarıyla köylüyü kandırmağa, ele geçirmeğe, para toplamağa çalışırlar. Genç muallim köylüyü ikna eder. Çünkü o, Kemalist Türkiye’nin köydeki temsilcisidir. Gazi Paşa’nın devrimlerini köylüye benimsetmeğe uğraşan bir eğitim neferidir. Aralık ayında Menemen’de Kubilay şehit edilir.Bu acı olay büyük şaşkınlık yaratır. Aynı zamanda gözleri de açar. Bütün Türkiye taranır; nerede cumhuriyet düşmanı varsa toplanır götürülür. Sorgudan geçirilirler. Niğde Vilayetinde birçok köyden erkek kadın, yaşlı genç tarikata kaydolmuş insanlar Müddeiumumiliğe götürüldüğü halde Dikilitaş Köyü’nden kimse çağrılmaz, kimse zarar görmez. Köylü, genç muallimin çabasının ne anlama geldiğini öğrenmiş ve ona bağlanmıştır. Köyün ileri gelenleri okula gelerek, kendilerini mahpus damlarında çürümekten kurtaran muallimlerine canı gönülden teşekkür ederler.

Şükrü Güney Dikilitaş köyünden sonra 1934-40 arasında Derinkuyu Nahiyesine bağlı Suvermez’de öğretmenlik yaptı. Enehil gibi burası da bir “mübadil köyü” idi. Ortodoks Karamanlıların bıraktığı ve giderek yıkıntılaşan sağlam kiliseyi, Göre’den arkadaşı marangoz Süleyman emmiyi (Cicibıyık) çağırarak tahta döşetti ve okul olarak kullanılmasını sağladı.

Pazarören (Kayseri ) kazasında Eğitmen Kursu açılmıştı. Askerliğini onbaşı ve çavuş olarak yapan, okuma yazma bilen, öğrenmeğe açık köy gençleri burada eğitilecekti. Babam, denetmenlerin verdiği olumlu yazanaklar nedeniyle bu kursta ders vermeğe çağrıldı. Zamantı Çayı kıyısındaki çayırlar üstünde, seyyar bir yazı tahtası, yerküresi…Eğitmen adayları bağdaş kurmuşlar, kinot pantolonlu genç öğretmenlerini dinliyorlar. Kafaları traşlı…Gözlerinde ışık, ellerinde defter…

Şükrü Güney, 1940-54 arasında Gezici Başmuallim olarak Nevşehir, Gülşehir köylerinde eğitmenlere rehberlik etti. Süvari Başmuallim olarak tanındı. Evimizde daima cins iki at olurdu. İnek, koyun yanında atlarımıza daha çok özen gösterirdi annem ve ablalarım. Babam onları kendi bağlarımızın kurutulmuş üzümü ile beslerdi.

Babamın Gezici Başmuallimliği , Nevşehir, Niğde’den ayrılıp da il olunca sona erdi.

1954’te Kale’nin aşağısında Osmanlı döneminden kalma uzun, sarı boyalı bir okul olan Zafer İlkokulunda, sabit öğretmen olarak görevlendirildi.

Ben çocuk halimle, onun,o eski günleri özlediğini, köyden köye atıyla gezmeye alıştığını, meşakkatli de olsa o gezgin yaşayışı aradığını, zaman zaman hüzünlendiğini anlardım. Pazartesi günü Nevşehir’de pek canlı bir Pazar kurulurdu. Yaz dinlencesinde şehre gittiğimizde kolay kolay yürüyemezdik, pazar yerine hemen varamazdık. Çünkü, adım başı eski bir öğretmen arkadaşı, yetiştirdiği, denetlediği eğitmenleri gelirler, babamın ellerine sarılırlardı. Kucaklaşmaları göz yaşartırdı. Babam, hepsini adıyla bilirdi onların. Görev yaptıkları yerleri de. Hal hatır sorar, varsa isteklerini dinler, gönül alıcı sözler söylerdi. Birlikte bir savunmana, bir hekime gittikleri de olurdu. Öğleyin hep birlikte yemek yerlerdi temiz bir aşevine oturup. Ağa adamdı babam. Hesabı da kendisi öderdi.

Eğitmenler devlet görevlisi olsalar da, olağan, sıradanlığı aşmış, aydın köylü idiler. Fakat, cumhuriyet dediğimiz Türk rönesansının, Atatürk hümanizminin köylerdeki

yanarcaları ( meşale ) idiler ve o yıllarda bu eğitmenlerin tümü de etkin olarak köy okullarında görevlerini ciddiyetle yürütüyorlardı.

1957’de Göre’ye geldi babam ve 1971’de buradan emekliye ayrıldı. Çünkü, gelini Hatice Hanım (eşim) , beldemizdeki ilkokula atanacaktı.

Şükrü Bey, Öğretmenliğinin yanında halkın baytarı, halkın tarım rehberi idi babam.

Göre’ye bisikleti ilk o getirdi. Meyve ağaçlarını nitelikli ürün almak için aşılamayı köylüye o öğretti. Golden, Starking, Kaliforniya elmalarını ilk o yetiştirdi. Montofon cinsi sığırı Nevşehir yöresine benimsetti. Yarışmalarda, yetiştirdiği inek yavrularıyla ödüller aldı. İyi ve düzenli okurdu. Her gün Ulus ve Cumhuriyet okumadan uyumazdı. Düşüncelerini defterlere yazardı babam. Tarihi konularda derin bilgisi vardı. Ünlü Fransız arkeolog, gezgin Charles Texier’nin L’Asie Mineure ( Küçük Asya, Asya-i Suhra ) adlı 3 cilt eseri Ali Suat’ın çevirisiyle, Osmanlı Türkçesiyle 1924’te Matbaai Amire’de yayımlanmıştı. Hiç üşenmedi, benim işime yarar diye, 100 sayfa kadar tutan Kapadokya bölümünü teyp bantına okudu. Çünkü Osmanlı elifbasını pek iyi biliyordu. Bu bölüm, tarafımdan yazıya döküldü, daktiloyla yeniden yazıldı ve birçok coğrafyacıya, tarihçiye , Kapadokya ile ilgilenen herkese, isteyen her aydına dağıtıldı.

Babam Şükrü Güney’in not defterleri bize miras kaldı. Bunlar birer derleme notu, antoloji ( güldeste ) idi. Neden ? Öğretmen, köyde halk ağzından derlemeyi en iyi yapacak kişidir de ondan. 1930’ların başlarında, İstiklal Harbimizin dumanları tütüyor hala. Köylerde gaziler var . Savaşlarda vuruşmuşlar. Her ev şehit vermiş. Bir değil, birkaç genç toprak altında. Evlerden ağıtlar yükseliyor hala. Babam, küçük defterlere bunları, köylünün ağzından duyarak kaydetmiş. Ses kayıt aygıtı yok daha. Yazı makinesı almağa gücü yetmiyor daha. Cep defterlerine özenle yazmış işlek, okunaklı el yazısıyla duyduğu türküleri, ağıtları destanları, manileri, atışmaları.

Öte yandan, Yörükler her baharda Bolkar yaylasına çıkıyorlar. Güzün iniyorlar. Babam, onlardan, çobanlardan da türküler derlemiş. Daha önce hiçbir yerde duyulmamış, saf, naif türkü sözlerini kayda geçirmiş. Şiirlerde Karacoğlan’ın adı var. Fakat, belki de ona yakıştırılmıştır.

Babamın küçük not defterlerini incelerken bir “Ağıt” dikkatimi çekti. Çukurova’nın İstiklal Harbi’ndeki durumunu araştıranlar için, “ Kaç kaç” olayını öğrenmek isteyenler için , folklorcular için yararlı olur düşüncesiyle buraya almayı yararlı görüyorum.

Almanya’da Hückelhoven şehrinde Anadolu Schulbuchverlag ( Ahmet Çelik ) bir kitabımı yayımlamıştı 1987’de. Anadolu Türküleri. Kitabın asıl yazarı elbette Şükrü Güney idi. Fakat, teyp bandından dökümünü ben yaptığım için, üzerinde çalıştığım için, babamın izniyle benim adım kondu üzerine. Ağıtlar da yer alıyordu bu küçük betikte. Adana ağıtı ilk kez orada yer aldı.

İlk baskısını Dicle Üniversitesi’nin yaptığı “Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşımızın Destanı” adıyla yayımlanan küçük bir kitabım vardı. “ Adana ve Toroslarda Fransız zulmüne karşı direnmeler” bölümünde bu ağıta yer verdik.

İkinci ve üçüncü baskısını bu kitabın, Bulancak Atatürkçü Düşünce Derneği “Kuvayı Milliye Güzellemesi” adıyla yayımladı. Bunlar az sayıda basılmıştır. Öte yandan Almanya’nın Hückelhoven kentinde basılan bir yayından, Dicle Üniversitesi basımevinden çıkmış bir kitaptan, Bulancak gibi bir ilçede yayımlanan kitaptan kimin haberi olabilir ki !

Ağıt şöyle :

Gelmez oldu fabrikanın pamuğu

Doğruyumuş Adana’nın yandığı

Kitli kaldı gelinlerin sandığı

Sandıkları kitli kalan Adana.

Taksim’den ayrılır evlerin suyu

Kasım’ın dükkanı makamın önü

Elektrikler yanar, selviler boyu

Dükkanları kitli kalan Adana.

Halep’ten, Antep’ten kervanın gelir

Satar matahını pamuğun alır

Korkarım Adana düşmana kalır

Düşmanları elinde kalan Adana.

Çukurova’nın Maraş’ın, Ayıntap’ın, Urfa’nın Fransız-Ermeni işbirliğiyle çektiği acıları yeniden ele almak gerekir mi? O zulümleri yaşayanların torunları hayattadır daha.

Fakat, Hacin ( Saimbeyli ) Ermenilerinin yaptığı cankıyımlarını, biz çocukken, 1950’li yıllarda dinlerdik. Komşumuz Hacı Mıstık Ağa anlatırdı. Nevşehir’in, Yahyalı’nın, Develi’nin gözüpek gençleri Adana’yı Fransızlardan ve Ermenilerden kurtarmak için harekete geçmişlerdi. Uzunyayla’nın Çerkezleri kıvrak, çevik atlarını hediye etmişlerdi Kuvayı Milliye süvarilerine. Höketce’nin ( Mağara, Tufanbeyli ) Çerkezleri de aç bırakmamıştı gönüllü neferlerimizi; buğdayı un, unu ekmek ederek …

Hacı Mıstık Ağa Göre, İncesu, Develi üzerinden Gezbel gediğini aşarak yayan yapıldak Hacin’e nasıl gittiklerini, nasıl vuruştuklarını, kasabanın tümüyle, Ermenilerce içindeki Türklerle birlikte yakıldığını gözyaşlarıyla anlatırdı. Yanık ev ve insan kokusunun hala burnuna geldiğini …

1972’de Ürgüp’te eşimin yakın akrabası Gazi Hacı Ali Esen , Çukurova Kuvayı Milliye neferi olarak Belemedik’te, Panzın çukurunda çarpıştıklarını, Adana’ya girişte, halkın kendilerini çiçeklerle, kolonya dökerek, baklava dağıtarak karşıladığını anlatmıştı.

Acılar unutulabilir mi? Kolay değil. Ağıtlar söyleniyor şehit, gazi evlerinde hala.