Değerli FİB Haber okurlarımız sizler için Ali Yurtgezen'in çok güzel bir yazısını paylaşmak istiyoruz...
Bir İstikamet Kırılması: Geçmişe Özlem
Sahte bir rahatlama hissi vardır nostaljide, yani geçmiş özleminde. Sürekli dillendirilen, hayal edilen geçmiş, çaresizliğin, ümitsizliğin, edilgenliğin ve tembelliğin üzerini örtme çabasından başka bir şey değildir aslında. Müslümanlar olarak biz de sıkça düşüyoruz nostalji tuzağına. Asr-ı Saadet’te yaşaydık, Osmanlı zamanında olsaydık her şey daha iyi olacakmış gibi geliyor. Oysa Cenab-ı Hak, hikmetine binaen bizi burada, bu zamanda yarattı. Bir altın çağımız olacaksa o bugünümüzde saklı.
Halihazırdan hoşnut olmayanların “Nerde o eski zamanlar…” hayıflanmasıyla dışa vurduğu bir “geçmiş zaman özlemi” nostalji. Daha doğrusu bu geçmiş zaman özleminin baskın hale gelmesiyle ortaya çıkan sağlıksız bir tutum.
Bizler nostaljiyi epeydir “son derece masum ve insanî bir duyarlılık” ambalajıyla sunulmuş bir tüketim kalemi olarak tanıyoruz. Giderek daha da mekanikleşen hayatımıza insanî bir sıcaklık taşıdığını düşündüğümüz nostaljinin “sağlıksız bir tutum” olarak nitelendirilmesini tuhaf karşılayabilirsiniz bu yüzden. Haklı olarak, “Geçmişi özlemenin nesi yanlış?” diye sorabilirsiniz. Galiba önce nostaljik tutum neden sağlıksız, neresi yanlış, bunları konuşmamız gerekiyor.
Bir serabın peşinde
Şu bir gerçek: Bugünkü hakim anlayış insanı her geçen gün fıtratından biraz daha uzaklaştırıyor. Geçmişte yaşanan hayatın bugüne göre daha insanî olduğuna şüphe yok. Birçok insanın teknolojik imkanlara, artan konfora rağmen mahrumiyet içindeki eski günlerinin sıcaklığını özlediğine siz de şahit olmuşsunuzdur. Kötümser bir mizaca sahip olmasak bile, zaman zaman hepimiz bizi sürekli koşuşturmaya mahkûm eden bir hayat tarzından yakınıyor, geleceğe dair endişeleniyor, kötü gidişe çare ararken çoğu kez geçmişe yöneliyoruz. Geçmişi doğru anlamak, bugünle baş edebilmek için oradan çözüm metotları devşirmek şartıyla, bu tutum sağlıksız değil elbette. Peki problem ne öyleyse?
Birincisi, bugünün sıkıntılarını aşmak niyetiyle “ideal bir model” olarak görüp yöneldiğimiz “geçmiş”, gerçekten yaşanmış yahut hayal edildiği gibi yaşanmış bir geçmiş olmayabilir. Nostaljideki geçmiş, soğukkanlı bir arayışın değil, üstesinden gelinemeyen şimdiki zaman problemlerinin zorladığı tepkisel bir yönelişin eseridir çünkü. Eski yaşanmışlıkları hep güzel taraflarıyla hatırlamaya meyyal beşer tabiatının da desteğiyle yeniden kurulmuş, idealize edilmiş, aslında olmayan niteliklerle donatılmış bir serap gibidir. Serabın ne oraya koşana bir faydası vardır ne de oradan bugüne taşınacak bir çözüme imkan vermesi söz konusudur. Her halükârda hayal kırıklığıyla sonuçlanacak beyhude bir çabadır nostaljideki bu yöneliş.
Öte yandan hasretini çektiğimiz, yeniden yaşamak üzere yöneldiğimiz geçmişin gerçekten ideal bir örnek, bir “altın çağ” olması da durumu değiştirmez. Zira nostaljik tutum, çözümleyici ve makul bir yaklaşım olmadığı için, yöneldiği geçmişin bir tezahür hükmündeki güzelliklerini, onların sebeplerini sorgulamadan bugüne aynen taşımak gibi bir imkansızın peşindedir.
Gafletle rahatlamak
Kaldı ki nostaljide idealize edilen yahut gerçekten ideal olan geçmişten bugüne bir model veya çözüm taşıma niyetinin sahiciliği de su götürür. Nostaljik tutum esas itibariyle maziye, ama yeniden kurgulanmış hayalî bir maziye kaçıştır. Üstelik sadece şimdiye ait sorumluluklardan, karşılaşılan güçlüklerden kaçış değildir bu. Aynı zamanda sorumlulukları ihmalin getirdiği vicdan rahatsızlığıyla, güçlüklerin karşısında duramama cesaretsizliğiyle, gayret eksikliğiyle, alternatif üretememe yetersizliğiyle yüzleşmekten de kaçıştır.
Bu nedenledir ki sahte bir rahatlama hissi vardır nostaljide. Sürekli dillendirilen geçmiş özlemi, çaresizliğin, ümitsizliğin, edilgenliğin ve tembelliğin üzerini örtme çabasından başka bir şey değildir aslında.
Nostaljideki sahte rahatlık, tahassürü, yani özlem duygusunu bile isteye ağırlaştırıp yıpratıcı bir hale getirmek suretiyle elde edilir çoğu zaman. Bugünün sorumluluklarından kaçışın bir diyeti yahut kefareti gibi algılanabilmesi için özlem duygusunun acı verecek kadar yoğunlaştırılması gerekmektedir çünkü. Bu yüzden nostaljik tutumda geçmişin kendisinden ziyade hasreti daha çok sevilir ve bu hasret adeta bir mükellefiyet haline getirilir.
Bazen özlenen geçmişi insanüstü niteliklerle kurgulayıp bugünün sıradan fanilerinin böyle yüksek bir hayatı yaşamasının imkansızlığına hükmetmeyi sağlayarak da yakalanır bu sahte rahatlık hissi. Yahut kişi kendini bugüne değil, özlediği geçmişe ait görüp geçmişteki üstünlüklerle övünme yolunu seçer. Bu yaklaşım dinî konularda lakayt davranan bazı insanların, “Benim dedem hocaydı, babam hacıydı” kabilinden sözlerle kendini aklayarak rahatlaması, daha doğrusu kendini kandırması gibidir. Meselenin özü de budur. Nostalji, insanın kendini aldatarak vaktini zayi etmesidir.
Dünya imtihan dünyasıdır
Peki böyle bir aldanışa yakamızı kaptırmamak için ne yapmalı?
Önce bu dünyanın bizim için bir imtihan yeri olduğunu hatırlamamız gerekiyor. İmtihan, mihnetle sınanmak demek. Nitekim Bakara suresinin 155. ayetinde Cenab-ı Hak, “Biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz.” buyuruyor. Yani dünya müslüman için bir cennet, bir rahatlık ve keyif çatma mekanı değil.
Zorluklar, yokluklar, bela ve musibetler karşısında sabretmekle, istikametimizi bozmadan yürümekle sınanıyoruz burada. İmtihandan kaçmak sorumluluklarımızı ortadan kaldırmıyor. Kaçışın faydası olmadığı gibi bahanesi de yok. Çünkü Allah Tealâ, yine Bakara suresinin 286. ayetinde “kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemeyeceğini” beyan buyuruyor. Şu halde karşılaştığımız ya da karşılaşacağımız her türlü zorluk, mutlaka tahammül sınırımızın altındadır ve “ben bunun üstesinden gelemem” gibi bir mazerete sığınmamız mümkün değildir.
Denilebilir ki bugün yaşadığımız bazı sıkıntılar kuşatıcı bir sistemin, yaygınlaşan yanlış bir anlayışın sonucudur ve tek başımıza bizim bunu değiştirme gücümüz yoktur. Böyle durumlarda sık karşılaştığımız “elimizden bir şey gelmiyor” çaresizliği, yanlış bir sorumluluk anlayışının eseridir. Müslüman netice almakla değil gayret etmekle mükelleftir. Ahirette bize toplumdaki bir yanlışı düzeltip düzeltmediğimiz değil, o yanlışı düzeltmek için samimiyetle gayret gösterip göstermediğimiz sorulacaktır. Üstelik ıslah veya düzeltme, her müslümanın öncelikle kendi nefsine uygulayacağı bir işlem olmalıdır. Ve fert olarak istikamet üzere yürüyüp örnek teşkil etmek, bizim dışımızdaki bütün yanlışlara müdahalenin de en doğru yöntemidir.
Bozulan zaman mı insan mı?
Mecbur olduğumuz bir sistemden veya genel kabul görmüş yanlış bir zihniyetten kaynaklanan problemler karşısında mücadele etmek yerine kaçmayı seçerken, sığındığımız bir bahane de “zamanın bozulduğu” iddiasıdır.
“Devir değişti, zaman azdı” yakınmaları, geçmişte olduğu gibi bugün de insanları nostaljiye sevk eden en önemli gerekçedir. Oysa “zamane” dediğimiz şey, kastettiğimiz zaman diliminde yaşayan insanların baskın zihniyetidir ve bu zihniyetin asıl sorumlusu elbette insanların kendileridir.
Zamanı suçlamak, tek tek fertlerin sorumluluklarını gözden kaçırmak gibi, şer de olsa birtakım fiilleri insanın iradesine rağmen ilahî bir güç atfıyla zamana nispet etmek gibi tehlikeli kabullere götürür ki tipik bir cahiliyye tavrıdır. Hz. Peygamber s.a.v., bizi “dehr”e, yani zamana sövmekten, kahırlı ve kötü söz söylemekten men etmiştir. Ebu Hureyre r.a.’tan gelen bu haberin yer aldığı hadis kaynaklarında cahiliyye Araplarının bütün kötülük ve musibetleri dehr’e nispet ettikleri, başlarına bir felaket geldiğinde zamana lanet okudukları, sövüp saydıkları anlatılır.
Bütün bunlar bize hayatta türlü sıkıntılarla karşılaşabileceğimizi, bu sıkıntılar ne kadar büyük olursa olsun onları aşmak üzere gayret göstermemizi, bu gayretin de geçmişe veya geleceğe değil, “şimdi”ye tahsis edilmesi gerektiğini söylüyor. Müslüman geçmişi ve geleceği değil, şimdiyi yaşayan, hali kuşanan insandır. Çünkü geçmiş, şöyle veya böyle geçip gitmiştir. Artık onu döndürmenin imkanı yoktur. Gelecek ise henüz gelmemiştir ve gelip gelmeyeceği meçhuldür. Elimizde sadece şimdi vardır.
Öyleyse tasavvuf büyüklerinin dediği gibi “gün bu gün, saat bu saat, dem bu dem”dir. İçinde bulunduğumuz ânı en doğru, en güzel, en hayırlı amellerle değerlendirmenin çaresine bakılmalıdır. Geçmiş ve gelecekle oyalanıp şimdiyi kaybetmek akıl kârı değildir.
Geçmişi dikkate almalıyız ama…
Geçmiş ve gelecekle oyalanmayalım demek, geçmişi de geleceği de hiç dikkate almayalım demek değildir. Demir tavında dövülür ama bunu yapabilmek için hem demirin tavı ve nasıl dövüleceği hakkında geçmişten gelen bir bilgiye, hem de demire hangi şekli niçin vereceğimiz hususunda geleceğe dair zihnî bir tasarıma sahip olmak gerekir. Yani bugünü doğru değerlendirmek, biraz da maziden yararlanmaya bağlıdır.
Nitekim Kur’an-ı Kerim, geçmiş ümmetlerin kıssalarını naklederek, bizi tarihle irtibat kurmaya çağırır. Bu çağrı, anlatılan geçmişten ya ibret alarak ya da örneklik devşirerek bugüne dönmemiz, bugünü murad-ı ilahîye uygun yaşayarak zayi etmememiz içindir. Kıssaların anlatıldığı ayetlerde bunların ibret olsun veya örnek alınsın diye aktarıldığı mutlaka vurgulanır bu yüzden.
Mesela Muhacirlerden Hâtıb b. Ebu Beltea r.a.’ın, Mekke’de kalan aile efradını koruma endişesiyle, gizli tutulan Mekke’nin fethi hazırlıklarını bir mektupla Kureyşli müşriklere bildirmek istemesi üzerine nazil olan Mümtehine suresinin ilk ayetlerinde, iki yerde Hz. İbrahim a.s. ve onunla beraber hareket edenlerde müslümanlar için “güzel bir örnek” olduğu haber verilir. Bu hatırlatma Hâtıb r.a.’ın sergilediği davranışın yanlışlığını ve böyle durumlarda takınılacak doğru tavrın ne olduğunu anlatmak içindir.
Hz. İbrahim a.s.’ın örnekliğiyle hatırlatılan doğru tavır, dünyalık endişelerle müşrikleri dost edinip onlara güvenmeye ve yaranmaya çalışmamak, sadece Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir. Bugün benzer sıkıntılarla karşılaştığımızda böyle yapmak yerine, sadece Hz. İbrahim a.s.’ın tavrının ne kadar doğru olduğunu anlatmakla, ona imrenmekle yetiniyorsak nostalji illetiyle istikametimizden sapmışız demektir.
“Maziye göçüp kalma!”
Erzurumlu İbrahim Hakkı k.s. hazretleri, “maziye gitme” yahut “yönelme“ demez; “maziye göçüp kalma” der. Çünkü bazen bugünü kurtaracak doğru davranışları getirmek için maziye gitmek gerekebilir. Bu niyetle gidiş, dönüşü olan bir gidiştir. Nostalji ise tam da maziye göçüp kalmaktır. Demek ki bizim maziye dair duyarlılığımız, niyetimize göre istikamet üzere yol almamıza da vesiledir, nostaljiye düşüp istikamet kırılmasına uğramamıza da…
Böyle bir tehlikeye karşı tedbirli olmamız gereken geçmiş zamanlarımız vardır bizim. Sâdât-ı Kiram’ın irşat menkıbelerini, Maveraünnehir dervişlerinin Anadolu’yu İslâmlaştırma sürecini, Osmanlı’nın cihan devleti olduğu zamanları hasret ve gıptayla anar, anlatırız. Ama en çok da haklı olarak Asr-ı Saadet’ten söz ederiz.
Asr-ı Saadet hiç şüphesiz müslümanların “altın çağ”ıdır. Fahr-ı Kâinat Efendimiz s.a.v. ile birlikte “İnsanların en hayırlıları” olduğu ayet ve hadisle sabit Sahabe efendilerimizin birlikte yaşadıkları en şerefli zaman dilimidir. Bütün bir insanlık için “usve-i hasene”, yani “en güzel örnek” olan Peygamber-i Zîşân, örnekliğini bu devirde sergilemiştir. O’nun gökteki yıldızlara benzettiği Ashab-ı Güzin’inin, İslâm’ın hayata kemâl seviyesinde nasıl tatbik edileceğini bizzat yaşayarak gösterdikleri emsalsiz bir çağdır Asr-ı Saadet. Elbette özlediğimiz, medh ü sena ile andığımız, imrendiğimiz, referans kaynağı kabul ettiğimiz, bizim için en önemli ve değerli zaman dilimidir. Fakat nostalji tehlikesini yeşertip büyüten de işte böyle zamanlardır. Altın çağlar güzelliği ve cezbediciliği ile sizi kendisine göçüp kalmaya çağırır adeta. Dikkat etmek gerekir. Zira tahassürümüzdeki samimiyet, örnek alınması gereken dönemi nostaljik bir yaklaşımla hayatın dışına çıkarmanın, hükümsüz kılmanın vebalini ve kaybını asla karşılayamaz.
Asr-ı Saadet nostaljisi
Bizim için hem bir model, hem de bir hedef olan Asr-ı Saadet hayatının yahut Sahabe tavrının, hep gündemimizde bulunması gerekiyor. Öyle de olmuş zaten. Asırlardır bu dönemi anlatan kitaplar yazılmış, dersler okutulmuş, menkıbeler nakledilmiş, sohbetler yapılmış. Asr-ı Saadet zihinlerde olsun hep yaşatılmış, hep canlı tutulmuş böylece. Fakat bu gayret çoğu zaman asıl maksadı, yani halihazırı değerlendirme maksadını göz ardı etmiş. O dönemi çözümleme ve anlama çabasından uzak, sadece samimi bir tahassürle yetindiğinden, istemeden de olsa nostaljiye zemin hazırlamış.
Maalesef müslümanlar olarak bugün de en çok Asr-ı Saadet üzerinden yakalanıyoruz nostalji hastalığına. Dindarlık gibi anlaşılan, fakat istikamet kırılmasına yol açarak sırat-ı müstakim üzere yürüyüşümüzü sekteye uğrattığı için aslında tehlikeli bir tutum olan Asr-ı Saadet nostaljisinden korunmamız gerekiyor. Bunun için de bu hastalığın belirtilerini bilmemiz şart.
Asr-ı Saadet nostaljisinin belirtilerinden biri, “saadet” kavramını bugünün “mutluluk” tasavvuruyla anlamlandırarak, o dönemi bir rahatlık ve kolaylık zamanı zannetmektir. Bazı insanlar bütün aşılmaz zorlukların, bütün sıkıntıların bugün gelip kendisini bulduğunu, bu yüzden çaresiz kaldığını, bir şey yapamadığını; halbuki Asr-ı Saadet’in rahat ortamında yaşasaydı sorumluluklarını fazlasıyla yerine getireceğini iddia eder ve “yanlış zamanda dünyaya geldiklerini” düşünür.
Aslında daha Tabiîn döneminden itibaren böyle düşünen müslümanlar olmuştur. Nitekim kaynaklarda Sahabe’den Mikdad b. Esved ile Huzeyfe b. Yemân’ın (Allah onlardan razı olsun) böyle kimselerle karşılaştığına ve onları bu tür düşüncelerden men ettiklerine dair olaylar aktarılır.
Zira Asr-ı Saadet, müslümanların en fazla çile çektikleri, çok zor şartlarda yaşadıkları bir dönemdir. Onların saadeti, konforlu bir hayat yaşamaktan değil, Allah ve Rasulü’ne kâmil bir imanla bağlanmaktan kaynaklanmaktadır. Elbette böyle bir imanın saadet ve sekinetini tatmak için Asr-ı Saadet’te yaşamak şart değildir.
Halep oradaysa arşın burada
“Asr-ı Saadet’te yaşasaydık biz de daha faziletli, daha takva sahibi müslümanlar olurduk” yaklaşımı bazen o dönemin rahatlık ve kolaylık zamanı olduğu zehabına dayanmasa bile yine bununla ilgili başka bir yanlış kabule istinat etmektedir. Nostaljinin tipik belirtilerinden olan bu kabul, Asr-ı Saadet’teki kemâlatın, bir vasat veya atmosferin eseri olduğu varsayımından kaynaklanır.
Tek tek fertlerin cehd ve gayreti görmezlikten gelindiği için bugün de böyle bir ferdî gayreti hesaba katmak yerine uygun atmosfer beklentisiyle sorumluluklar ertelenir, ihmal edilir. Bu bir kısır döngüdür. Sorumluluklar ertelendikçe beklenen uygun atmosfer asla gelmeyecek; asla gelmeyecek olan bir ortam beklendikçe sorumluluklar ertelenecektir.
Bedelini ödemeden bir güzelliğe sahip olmak mümkün değildir. O bedelin ne olduğu, nasıl ödenmesi gerektiği Asr-ı Saadet müslümanlarınca örneklenmiştir oysa. Sahabe-i Kiram, bugünkülere kıyaslanamayacak ölçüde zorluklarla karşılaşmışlar ama asla tevil yoluna sapıp kaçmayı düşünmemişlerdir. Horlanmışlar, toplumdan dışlanmışlar, işkence görmüşler, hicret etmek zorunda kalmışlar, kurulu düzenlerini terk etmişler, aç kalmışlar, savaşlarda bazen bütün sevdiklerini şehit vermişler ama müslümanca duruşlarını bozmamışlardır. Onları böylesine dirençli kılan ayet ve hadislere bugün bizler de muhatabız. Ölçüler belli, hükümler açık. Sahabe-i Kiram’ı insanların en hayırlıları yapan ölçüler hâlâ canlı ve kıyamete kadar canlı kalacak.
Nostalji, buradaki ölçüleri görmezlikten gelip Ashab-ı Kiram’ın on dört asır önce kendi gayreti ile ulaştığı bir nailiyete talip olmanın adıdır. Nailiyete talip olur ama o ikramı hak ettiren kulluğa talip olmaz.
Övdüklerimize benzemeye çalışmayınca
Asr-ı Saadet bütün müslümanlar için mademki örnek teşkil eden bir dönemin adıdır, orada yaşananları hayatımıza aktarmaksızın sadece anlatmak, nostaljinin bir başka belirtisidir. İşin doğrusu buna nostalji demek bile iyimserlik olur. Çünkü Huzeyfet’ül-Yemânî r.a., daha genel bir bağlamı kastetmiş olsa da, “Münafık, İslâmiyetten bahseder fakat onunla amel etmez ve ona uymaz.” diyor. Böyle bir sözü Hz. Huzeyfe’nin sarf etmiş olması çok önemli.
Çünkü o, Hz. Peygamber s.a.v.’in, kimseye söylememesi şartıyla münafıkların isimlerini kendisine bildirdiği sahabi. Şüphesiz bu tespit, Asr-ı Saadet’ten bahsetmeyelim anlamına gelmiyor. Bahsedelim ama oradan öğrendiğimiz her güzelliği kendi hayatımıza katmaya çalışalım. Öğrenilen her bilginin sorumluluğu vardır ve kişi bildikleriyle amel etmek zorundadır.
Hz. Peygamber s.a.v. ve O’nun ashabından bahis açıldığında, onları övüp yücelten saygılı bir dil kullanmak edeptendir. Çünkü Efendimiz s.a.v. “kâinatın övüncüdür” ve kendisi de ashabını her vesileyle övmüştür. Nostaljik tutum, bir hakkın teslimi olan bu övgüleri de istismar eder. Mesela “biz kim oluyoruz ki onların yaptıklarını yapabilelim” gibi, tevazu kisvesine bürünmüş bir tembelliğe mazeret üretmek niyetiyle sürekli bir yüceltme çabasına sevk eder insanı. Yahut bazen örnek davranışlar sergileyen büyük şahsiyetler abartılı övgülerle kendimizi aklamanın aracı yapılır.
Sahabe-i Kiram’ın bu maksatla anlatılan üstün vasıf ve faziletlerinden, sonuçta ben de onların mensup olduğu ümmetin bir ferdiyim avuntusuyla, bu mensubiyetin hiçbir vecibesini yerine getirmedikleri halde kendilerine paye çıkaranlar vardır. Halbuki amel olmaksızın sadece iddia ile kendini Rasul-i Ekrem s.a.v.’e ve Sahabe’ye nispet etmek kimseyi kurtarmaz. Mekke fethedildikten sonra akrabalık bağı sebebiyle Hz. Peygamber s.a.v.’den imtiyaz uman Haşimoğulları’ndan bazı kimselere Efendimiz s.a.v., “Başkaları bana amelleriyle gelirken, siz sadece neseplerinizle gelmeyin!” ikazında bulunmuştur.
Nostaljinin bir diğer belirtisi ise, yönelttiği geçmiş zamanın bütünlüğünü gözden kaçırmasıdır. Özlenen geçmişi bugünün problemleri belirlediği için, genellikle o problemlerin işaret ettiği bir kesit, bütünün yerine ikame edilir.
Hem bütünü o kesitten ibaret sanmak yanıltır insanı, hem de bölmeli bir zihin yapısına mahkum eder. Neticede ancak kendi bütünlüğü içinde anlamlı ve fonksiyonel olabilen bir süreç veya sistem ıskalanır böylece.
“Onlar bir ümmetti, geldi geçti”
Müslüman nerede ve hangi zamanda olursa olsun müslümanca davranmak, saf bir bağlılık içinde İslâm’ı yaşamak durumundadır. Sorumluluklarını, İslâmî ve ahlâkî duruşunu, geçmişte yaşanmış herhangi bir dönemin, siyasi veya toplumsal düzenin beklentisiyle, bir program davası güderek savsaklayamaz. Yahut mazideki güzel günlere kaçıp sahte bir rahatlama hissiyle ne sorumluluklarından kurtulabilir, ne de bugünün problemlerini çözebilir.
Örnek almadıkça, onlar gibi yaşamaya çalışmadıkça, Hz. Peygamber s.a.v.’in, Sahabe-i Güzin’in, Sâdât-ı Kiram’ın övgüsünü dile dolamanın faydası olmaz. Onların sevabından bir hisse de verilmez bize.
Çünkü Necm suresinin 39. ayetinde beyan buyurulduğu gibi, “Gerçekten de insan için kendi emeğiyle kazandığından başkası yoktur”.
Kur’an-ı Kerim, takva sahibi geçmiş ümmetlere mensubiyeti veya onlara muhabbeti ile avunanları da ikaz eder. Bakara suresinin 134. ayetinde buyurulur ki, “Onlar bir (örnek) ümmetti, geldi geçti. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandıklarınız!”
Öyleyse kendimiz kazanmaya bakalım. Unutmayalım ki ancak bugün kazanabilir, bugünü kazanabiliriz.
Nostalji Nedir?
Aslında “sıla özleminin verdiği acı” anlamına gelen nostalji kelimesi ilk defa 17. yüzyılın sonunda bir tıp terimi olarak kullanılmış. Yurdundan yuvasından ayrı kalan insanlarda görülen ve sıla özleminin hem vücudu hem ruhu tahrip edecek derecede şiddetlenmesiyle ortaya çıkan bir hastalığın adı imiş o zamanlar.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra modernizmin yeryüzü cenneti vaadine inancını kaybeden edebiyatçılar kelimeye bugünkü “geçmişe özlem” anlamını yüklemişler. Nostalji kavramı ile artık “idealize edilen bir geçmişe sığınarak, içinde bulunulan zamandan ve problemlerden kaçmak suretiyle sahte bir rahatlamayı seçmek” diye tanımlayabileceğimiz bir tutum anlatılıyor. Yani mahiyeti değişmiş olsa da nostalji yine bir hastalık.
Yıldızları Yere İndirmek
Son zamanlarda Asr-ı Saadet nostaljisini önlemek adına Sahabe-i Kiram’ın sıradan insanlar olduğunu ispata çalışan gayretkeşlikler çoğaldı. İfrat tefritle izale edilmez. Bir yanlışı başka bir yanlışla düzeltemezsiniz.
Ashab-ı Güzin’i elbette sıradan insanlar safına dahil edemeyiz. Üstünlük ve faziletleri bizim yakıştırmamızın veya hüsn-i zannımızın değil, imanlarının semeresidir. Onlar Efendimiz s.a.v.’in ifadesiyle “gökteki yıldızlar gibidir” ümmet için.
Bulundukları erişilmez mevki, onlar gibi olmak için çaba göstermemize mani değildir. Bilakis örnekliğin icabıdır o yücelik. Ashab’ın beşer tarafını bilhassa nazara vermek hem edebe aykırıdır, hem de onların örnekliklerini zedeler. Sahabe’nin beşerî zaaflarının, hata veya kusurlarının araştırılıp dillendirilmesi, zannedildiği gibi onlara benzeme cesaretimizi artırmaz; belki bu zaaf, hata veya kusurları meşrulaştırır.
‘Biz O Devirde Yaşasaydık’
Yakın devir İslâm âlimlerinden Kandehlevî’nin “Hayatü’s-Sahabe” isimli kitabında, “Asr-ı Saadet nostaljisi” diyebileceğimiz bir tutumu eleştiren iki olay nakledilir.
Bunlardan birinde Tabiîn’den bir zat, Mikdat b. Esved r.a. isimli sahabinin yanına gelir, onun gözlerini işaret ederek: – Hz. Peygamber’i gören şu iki göze ne mutlu! Allah’a yemin olsun ki senin gördüklerini görmeyi, Peygamber meclisinde bulunmayı her şeyden çok isterdim, der.
Orada bulunanlar Mikdad r.a.’ın bu adama iltifat edeceğini beklerken öyle olmaz. Mikdad b. Esved onlara şöyle der:
– Niçin sizden bazı kimseler hâlâ Allah’ın kendilerine nasip etmediği bir mecliste bulunmayı istemektedir? Eğer bu kişi Hz. Peygamber zamanında yaşasaydı, onun durumunun ne olacağını kim kestirebilir? Vallahi Hz. Peygamber’in meclisinde bulunan çok kimseyi Allah Tealâ burunları üzerine cehenneme attı. Çünkü onlar Rasulullah’ı doğrulayıp O’na icabet etmediler. Siz niçin sizi hidayete erdiren ve rahat bir zamanda yaşatan Allah’a şükretmiyorsunuz da altından kalkamayacağınız meşakkatli devirleri temenni ediyorsunuz? Mikdad r.a. bunları söyledikten sonra bir örnek olarak, İslâm geldikten sonra aynı aile mensuplarının mesela kardeşlerin, baba ile oğulun, mümin ve müşrik olarak ayrıldıklarını, birbirleriyle savaştıklarını anlattı. İnsanın en sevdiği yakınlarını karşısında düşman olarak görmesinin, yahut onların ebediyen cehennem ateşinde kalacağını bilmesinin ne kadar yakıcı bir duygu olduğundan söz etti.
Diğer olayda ise Kûfe halkından bir kişi yine sahabilerden Huzeyfe b. Yeman’a r.a., Hz. Peygamber’e nasıl hizmet ve hürmet ettiklerini sorar ve ondan;
– Elimizden geleni yapıyorduk, gibi bir cevap alınca;
– Biz o devirde yaşasaydık Hz. Peygamber’i yere bastırmaz, O’nu omuzlarımızda taşırdık, iddiasında bulunur.
Huzeyfetü’l-Yemanî r.a. hazretleri;
– Sakın o devirde yaşasaydık demeyin, buyurarak, Hendek Savaşı’nda iki düşman kabilesi arasında şiddetli bir rüzgârın estiği çok soğuk bir gecede yaşadıkları korku, açlık ve susuzluk dolu saatlerin dayanılmazlığını anlatır.


Kaynak: Ali Yurtgezen | Semerkand