Mehmet Akif Ersoy Kimdir?
Hayatı, Sanatı ve Edebi Kişiliği

Mehmet Âkif Ersoy, (d. Mehmet Ragif, 20 Aralık 1873, İstanbul - ö. 27 Aralık 1936, İstanbul). Türk, Cumhuriyet Dönemi şairi, düşünür, veteriner, öğretmen, vaiz, hafız, Kurân mütercimi, milletvekili.

Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal marşı olan İstiklal Marşı'nın güftekârıdır. "Vatan şairi" ve "millî şâir" unvanları ile anılır. Çanakkale Destanı, Bülbül en önemli eserlerindendir. II. Meşrutiyet döneminden itibaren. Sırat-ı Müstakim (daha sonraki adıyla Sebil'ür-Reşad ) dergisinin başyazarlığını yapmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında milletvekili olarak 1. T.B.M.M'de yer almış, İstiklal Madalyası sahibi bir vatanseverdir. Görüşlerinden ötürü kimilerince “gâvur baytar”, kimilerince “yobaz Âkif” olarak nitelenen Mehmet Âkif, son yıllarını Mısır'da Türkçe dersleri vererek ve Kurân'ın Türkçe'ye çevrilmesi ile uğraşarak geçirdi.[1]

Mehmet Akif Ersoy

Hayatı

Çocukluğu

Mehmet Akif Ersoy, 1873 yılının aralık ayında İstanbul'da, Fatih ilçesinin Sarıgüzel semtinde dünyaya geldi (Nüfusa kaydı, babasının doğumundan sonra imamlık yaptığı ve Âkif'in ilk çocukluk yıllarını geçirdiği Çanakkale'nin Bayramiç ilçesinde yapıldığı için nüfus kağıdında doğum yeri Bayramiç olarak görünür.). Annesi Buhara'dan Anadolu'ya geçmiş bir ailenin kızı olan Emine Şerife Hanım; babası ise Kosova'nın İpek kenti doğumlu, Fatih Camii medrese hocalarından (Temiz Tahir Efendi lakaplı) Mehmet Tahir Efendi'dir. Mehmet Tahir Efendi, ona doğum tarihini belirten "Ragif" adını verdi. Babası vefatına kadar Ragif adını kullansa da bu isim yaygın olmadığı için arkadaşları ve annesi ona "Âkif" ismiyle seslendi, zamanla bu ismi benimsedi. Çocukluğunun büyük bölümü, annesinin Fatih Sarıgüzel'deki evinde geçti. Kendisinden küçük, Nuriye adında bir kız kardeşi vardır.[1]



Öğrenim Yılları

İlk öğrenimine Fatih'te Emir Buhari Mektebi'nde o zamanların adeti gereği 4 yıl, 4 ay, 4 günlükken başladı. 2 yıl sonra iptidai(ilkokul) bölümüne geçti ve babasından Arapça öğrenmeye başladı. Orta öğrenimine Fatih Merkez Rüştiyesi'nde başladı (1882). Bir yandan da Fatih Camii'nde Farsça derslerini takip etti. Dil derslerine büyük ilgi duyan Mehmet Âkif, rüştiyedeki eğitimi boyunca Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca'da hep birinci oldu. Bu okulda onu en çok etkileyen kişi, dönemin "hürriyetperver" aydınlarından birisi olan Türkçe öğretmeni Hersekli Hoca Kadri Efendi idi.

Rüştiyeyi bitirdikten sonra annesi medrese öğrenimi görmesini istiyordu ancak babasının desteği sonucu 1885'te dönemin gözde okullarından Mülkiye İdadisi'ne kaydoldu. 1888'de okulun yüksek kısmına devam etmekte iken babasını kaybetmesi ve ertesi yıl büyük Fatih yangınında evlerinin yanması aileyi yoksulluğa düşürdü. Babasının öğrencisi Mustafa Sıtkı aynı arsa üzerine küçük bir ev yaptı, aile bu eve yerleşti. Artık bir an önce meslek sahibi olmak ve yatılı okulda okumak isteyen Mehmet Âkif, Mülkiye İdadisi'ni bıraktı. O yıllarda yeni açılan Ziraat ve Baytar Mektebi'ne kaydoldu.

Dört yıllık bir okul olan Baytar Mektebi'nde bakteriyoloji öğretmeni Rıfat Hüsamettin Paşa pozitif bilim sevgisi kazanmasında etkili oldu. Okul yıllarında spora büyük ilgi gösterdi; mahalle arkadaşı Kıyıcı Osman Pehlivan'dan güreş öğrendi; başta güreş ve yüzücülük olmak üzere uzun yürüyüş, koşma ve gülle atma yarışlarına katıldı; şiire olan ilgisi okulun son iki yılında yoğunlaştı. Mektebin baytarlık bölümünü 1893 yılında birincilikle bitirdi.

Mezuniyetinden sonra Mehmet Âkif, Fransızcasını geliştirdi. 6 ay içinde Kurân'ı ezberleyerek hafız oldu. Hazine-i Fünûn Dergisi'nde 1893 ve 1894'te birer gazeli, 1895'te ise Mektep Mecmuası'nda "Kurân'a Hitab", adlı şiiri yayınlandı, memuriyet hayatına başladı.[1]

Memurluk Hayatı

Okulu bitirdikten hemen sonra Ziraat Bakanlığı'nda (Orman ve Maadin ve Ziraat Nezareti) memur olan Mehmet Âkif, memuriyet hayatını 1893–1913 yılları arasında sürdürdü. Bakanlıktaki ilk görevi veteriner müfettiş yardımcılığı idi. Görev merkezi İstanbul idi ancak memuriyetinin ilk dört yılında teftiş için Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan'da bulundu. Bu sayede halkla yakın temas halinde olma imkânı buldu. Bir seyahati sırasında babasının doğum yeri olan İpek Kasabası'na gidip amcalarıyla tanıştı. 1898 yılında Tophane-i Âmire veznedârı Mehmet Emin Beyin kızı İsmet Hanım'la evlendi; bu evlilikten Cemile, Feride, Suadi, İbrahim Naim, Emin, Tahir adlı çocukları dünyaya geldi.

Mehmet Âkif, edebiyata olan ilgisini şiir yazarak ve edebiyat öğretmenliği yaparak sürdürdü. Resimli Gazete'de Servet-i Fünûn Dergisi'nde şiirleri ve yazıları yayımlandı. İstanbul'da bulunduğu sırada bakanlıktaki görevinin yanı sıra önce Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi (1906)'nde kompozisyon (kitabet-i resmiye), sonra Çiftçilik Makinist Mektebi'nde (1907) Türkçe dersleri vermek üzere öğretmen olarak atandı.[1]



II. Meşrutiyet

II. Meşrutiyet ilan edildiğinde Mehmet Âkif, Umur-ı Baytariye Dairesi Müdür Muavini idi. Meşrutiyet'in ilanından 10 gün sonra arkadaşı rasathane müdürü Fatin Hoca onu, on bir arkadaşı ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye yaptı. Ancak Mehmet Âkif, üyeliğe girerken edilen yeminde yer alan "Cemiyetin bütün emirlerine, bilâkayd ü şart (kayıtsız şartsız) itaat edeceğim" cümlesinde geçen "kayıtsız şartsız" ifadesine karşı çıkmış, "sadece iyi ve doğru olanlarına'" şeklinde yemini değiştirtmişti. Cemiyetin Şehzadebaşı İlmiye Mahfelinde Arap Edebiyatı dersleri veren Âkif, Kasım 1908'de, Umur-i Baytariye Müdür Muavinliği görevini sürdürürken Darülfünun'da Edebiyat-i Osmaniye dersleri vermeye başladı.

II. Meşrutiyet'in Âkif'in hayatında en büyük etkisi, meşrutiyetle birlikte yayın dünyasına adım atması olmuştu. Daha önce bazı şiirleri ve yazıları bir kaç gazetede yayımladıysa da eser yayımlamaya uzun süredir ara vermişti. Meşrutiyetin ilanından sonra, arkadaşı Eşref Edip ve Ebul ula Mardin'in çıkardığı ve ilk sayısı 27 Ağustos 1908'de yayımlanan Sırat-ı Müstakim dergisinin başyazarı oldu. İlk sayıda Fatih Camii şiiri yayımlandı. Ebul ula Mardin ayrıldıktan sonra dergi, 8 Mart 1912'den itibaren Sebil'ür-Reşad adıyla çıkmaya devam etti. Âkif'in hemen hemen bütün şiir ve yazıları bu iki dergide yayımlandı. Gerek dergilerdeki yazılarında, gerekse İstanbul camilerinde verdiği vaazlarda Mısırlı bilgin Muhammed Abduh'un etkisiyle benimsediği İslam Birliği görüşünü yaymaya çalıştı.

1910 yılında gerçekleşen Arnavutluk İsyanı onu çok üzmüş ve arkasından gelecek kötü olayları sezmişti. Balkanlar'da artan düşmanlık duygularını ve doğabilecek isyanları önlemek için bir şeyler yapma arzusu duydu ancak Balkan Savaşı ile hüsrana uğradı. 1914'ün başında iki aylık bir seyahate çıkarak Mısır ve Medine'de bulundu. Mısır seyahati hatıralarını "El Uksur'da" adlı şiirinde anlattı.

1913'te kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti'nin halkı edebiyat yoluyla aydınlatma amacı güden neşriyat şubesinde Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamid, Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin ile beraber çalıştı. 2 Şubat 1913 günü Bayezid Camisi kürsüsünde, 7 Şubat 1913 günü Fatih Camisi kürsüsünde konuşarak halkı vatanı savunmaya çağırdı.[1]

Mehmet Akif Ersoy

Teşkilât-ı Mahsusa

Balkan Savaşı'ndan sonra, ilk olarak Umur-i Baytariye görevinden (1913), sonra yayınlarının hükümetle uygun düşmemesi nedeniyle aldığı ikaz üzerine Darülfünun müderrisliği görevinden (1914) ayrıldı. Yalnızca Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi'ndeki görevine devam etti. Harbiye Nezareti'ne bağlı Teşkilat-ı Mahsusa'dan gelen teklif üzerine İslam birliği kurma gayesi güden Almanya'ya (Berlin'e ) Tunuslu Şeyh Salih Şerif ile birlikte gitti. (1914). İngilizlerle birlikte Osmanlı'ya karşı savaşırken Almanlar'a esir düşmüş Müslümanların kamplarında incelemelerde bulundu ve farkında olmadan Osmanlı'ya karşı savaşan bu Müslüman esirleri aydınlatmaya çalıştı. Fransız ordusundaki Müslümanlara yönelik yazdığı Arapça beyannameler cephelere uçaklardan atıldı. Almanya'da iken yazdığı Berlin Hatıraları adlı şiirini dönünce Sebilürreşad'da yayınladı.

İstanbul'a döndükten sonra 1916 başlarında Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Arabistan'a gönderildi. Görevi, bu topraklardaki Arapları Osmanlı'ya karşı kışkırtan İngiliz propagandası ile mücadele etmek için "karşı propaganda" yapmaktı. Mehmet Âkif, Berlin'deyken heyecanla Çanakkale Savaşı ile ilgili haberleri takip etmişti. On dört ay süren savaşın zaferle sonuçlandığı haberini Arabistan'da iken aldı. Bu haber karşısında büyük coşku duydu ve "Çanakkale Destanı"nı kaleme aldı. Arabistan dönüşünde iki ay Lübnan'da kalan Mehmet Âkif, "Necid Çölleri'nden Medine'ye" şiirinde bu seyahatini anlattı.[1]

Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye Cemiyeti

Lübnan'da yaşayan Mekke Emiri Şerif Ali Haydar Paşa'nın daveti ile 1918'de bu ülkeye giden Âkif, Lübnan'da iken Şeyhülislamlığa bağlı Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye Cemiyeti başkatipliğine atandı. Ahmet Cevdet, Mustafa Sabri, Bediüzzaman Said Nursi gibi isimlerin kurduğu ve Osmanlı Devleti ile diğer İslam ülkelerinde çıkacak dini meseleleri halletmek, İslam aleyhindeki gelişmelere yanıt vermek amacıyla kurulan bu örgütte çalışırken bir yandan da Said Halim Paşa'nın “İslamlaşmak” adlı eserini Fransızca'dan Türkçe'ye çevirdi.

Bu dönemde Anadolu toprakları işgale uğramış; Türk halkı Kurtuluş Savaşı'nı başlatarak direnişe geçmişti. Bu harekete katılmak isteyen Âkif, Balıkesir'e giderek 6 Şubat 1920 günü Zağnos Paşa Camii'nde çok heyecanlı bir hutbe verdi. Halkın beklenmedik ilgisi karşısında daha birçok yerde hutbe verdi, konuşmalar yaptı ve İstanbul'a döndü. Bu arada Sebilürreşad idarehanesi, Millî Mücadele'ye katılmak için Anadolu'ya geçmiş olanlarla İstanbul'daki yakınlarının gizli haberleşme merkezi hâline gelmişti. Âkif, Kurtuluş Savaşı'nı desteklemesi nedeniyle 1920'de Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye Cemiyeti'ndeki görevlerinden azledildi.[1]

Mehmet Akif Ersoy

Millî Mücadele'ye katılması

İstanbul'da rahat hareket etme olanağı kalmayan Mehmet Âkif, görevinden azledilmeden az önce oğlu Emin'i yanına alarak Anadolu'ya geçti. Sebil'ür-Reşad'ı Ankara'da çıkarması için Mustafa Kemâl Paşa'dan davet gelmişti. TBMM'nin açılışının ertesi günü olan 24 Nisan 1920 günü Ankara'ya vardı. Millî mücadeleye şair, hatip, seyyah, gazeteci, siyasetçi olarak katıldı. Ankara'ya varışından bir süre sonra ailesini de yanına aldırdı.

Ankara'ya geldiği günlerde, Mustafa Kemâl Paşa Konya vali vekiline telgraf göndererek Âkif'in Burdur milletvekili seçilmesini sağlamasını istemişti. Haziran ayında Burdur'dan, Temmuz ayında ise Biga'dan mebus seçildiği haberi meclise ulaştı. Âkif, Burdur mebusluğunu tercih etti. Böylece 1920-23 yılları arasında vekil olarak I. TBMM'de yer aldı.

Ankara'ya varır varmaz ona verilen ilk görev, Konya Ayaklanması'nı önlemek için halka öğütler vermek üzere Konya'ya gitmekti, büyük gayretine rağmen Konya'da kesin bir sonuca ulaşamadı ve Kastamonu'ya geçti. Halkı düşmana direnişe teşvik için 1920 yılının Kasım ayında Kastamonu'daki Nasrullah Camisi'nde verdiği ateşli vaaz, Diyarbakır'da basıldı ve tüm vilayetlere ve cephelere dağıtıldı.

Âkif, Anadolu'ya geçerken Eşref Edip'e de arkasından gelmesini söylemişti. Eşref Edip, Sebil'ür-Reşad Dergisi'nin klişesini de alıp İstanbul'dan ayrıldı. Son olarak 6 Mayıs 1921 günü derginin 463. sayısını yayımlamışlardı. Âkif derginin 464-466. sayılarını Eşref Ediple beraber Kastamonu'da yayımladı, 464. sayı o kadar ilgi gördü ki birkaç kere basılıp Anadolu'ya ve askere dağıtıldı. 467. sayıdan itibaren yayıma Ankara'da devam ettiler. Derginin etkisi o kadar büyüktü ki, yaydığı yoğun duyguların hâkimiyetindeki Türk halkları etkilenmesinden korkan Rusya, gazetenin ülkeye girişini yasakladı.

1921'de Ankara'da Taceddin Dergahı'na yerleşen Mehmet Âkif, Burdur milletvekili olarak meclisteki görevine devam etmekteydi. O dönemde Yunanlıların Ankara'ya ilerleyişi karşısında meclisi Kayseri'ye taşımak için hazırlık vardı. Bunun bir dağılmaya yol açacağını düşünen Mehmet Âkif, Ankara'da kalınmasını, Sakarya'da yeni bir savunma hattı kurulmasını önerdi; teklifi tartışılıp kabul edildi.[1]

Mehmet Akif Ersoy

Mısır yılları ve Kurân tefsiri

İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilen Mehmet Âkif, 1923 yılında Ankara'dan İstanbul'a döndü. Abbas Halim Paşa'nın daveti üzerine kışı geçirmek için Mısır'a gitti. Gitmeden önce Kurân'ı Türkçe'ye tercüme etmek için Diyanet İşleri ile anlaşma imzaladı. Kendisine teklif edilen bu görevi başlangıçta reddetmişti çünkü kendi eserlerini yazmak, milli mücadele destanını yaratmak istiyordu ancak bu çeviriyi yapabilecek tek adam olarak görüldüğünden kabul etmesi için çok yoğun ısrar vardı ve kabul etmek zorunda kaldı. Bir kaç sene yazları İstanbul'da, kışları Mısır'da geçirdi. (Türkiye'de gerçekleşen devrimleri kendi inançlarına ve ülküsüne aykırı gördüğü söylentileri vardır.) 1926 kışından sonra Mısır'dan dönmedi. Kahire yakınlarındaki Hilvan'a yerleşti. Burada adeta inzivaya çekilerek Kurân tercümesi üzerinde çalışmayı sürdürdü ancak 6-7 sene üzerinde çalıştıktan sonra sonuçtan memnun kalmadı ve bu sorumluluktan kurtulmak istedi. Sonunda 1932'de mukaveleyi fesh etti. Diyanet İşleri Başkanlığı hem tercüme hem yorumlama işini Elmalılı Hamdi Efendi'ye verdi. Âkif, kendi yazdıklarını dostu Yozgatlı İhsan'a teslim etti ve ölür de gelmezse yakmasını nasihat etti. Türkçe ibadet projesinde kullanılacağından endişe ettiği için tercümeyi teslim etmediği iddiası da vardır.

Mehmet Âkif, Mısır yıllarında Kuran çevirisinin yanı sıra Türkçe dersleri vermekle meşgul olmuştu. Kahire'deki “Câmi-ül Mısriyye" adlı üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi (1925-1936).[1]

Mehmet Akif Ersoy

Mehmet Akif Ersoy'un Cenazesi



Mehmet Akif Ersoy'un kabri

Yurda dönüşü ve ölümü

Siroz hastalığına tutulunca hava değişikliği iyi gelir düşüncesiyle önce Lübnan'a, sonra Antakya'ya gitti fakat Mısır'a hasta olarak döndü. 17 Haziran 1936'da tedavi için İstanbul'a döndü. Yurda döndüğünde, Mustafa Kemâl Atatürk için şu sözleri söyledi: "Mısır'da 11 yıl kaldım. Fakat 11 saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana hâlisane bir fikrimi söyleyeyim mi: İnsanlık da Türkiye'de, Müslümanlık da Türkiye'de, hürriyetçilik de Türkiye'de. Eğer varsa, Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemâl'e versin!" 27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul'da, Beyoğlu'ndaki Mısır Apartmanı'nda hayatını kaybetti. Edirnekapı Mezarlığı'na gömüldü. Cenazesine resmi bir katılım olmadı ancak büyük bir üniversiteli genç topluluk katıldı. Mezarı iki yıl sonra, üniversiteli gençler tarafından yaptırıldı; 1960'ta yol inşaatı nedeniyle kabri Edirnekapı Şehitliği'ne nakledildi. Mezarlıkta Süleyman Nazif ve arkadaşı Ahmet Naim Bey'in arasında yatmaktadır.[1]

Mehmet Akif Ersoy

Edebî Kişiliği

Mehmet Âkif, şiir yazmaya Baytar Mektebi'nde öğrenci olduğu yıllarda başladı. Yayımlanan ilk şiiri, "Kurân'a Hitap" başlığını taşır. 1908'den itibaren aruz ölçüsü kullanarak manzum hikâyeler yazdı. Hikâyelerinde halkın dert ve sıkıntılarını anlattı. Balkan Savaşı yıllarından itibaren destansı şiirler yazmaya başladı. İlk büyük destanı, “Çanakkale Şehitleri'ne“ başlıklı şiiridir. İkinci büyük destanı ise Bursa'nın fethi üzerine yazdığı “Bülbül“ adlı şiiridir. Üçüncü olarak da İstiklal Marşı'nı yazarak İstiklal Savaşı'nı anlatmıştır. "Sanat, sanat içindir" görüşüne karşı çıkan Mehmet Âkif, dinî yönü ağırlıkta bir edebiyat tarzı benimsemişti. Edebiyat dili olarak Millî Edebiyat akımına karşı çıktı ve edebiyatta batılılaşma konusunda Tevfik Fikret ile çatışmıştır.[1]

Mehmed Âkif'in Sırât-i Müstakîm ve onun devamı olan Sebîl-ür-Reşâd mecmuasında çıkan yüz kadar muhtelif makalesi, elli kadar tercümesi ve şiirleri vardır. Fakat Âkif günümüzün hatta Türk târihinin en önde gelen destan sâirlerinden biridir. şiirleri edebiyat târihimizde büyük önem taşır.
Şiirlerinde bazen düşünce, bazen duygu ön plandadır. Aruzu en güzel şekilde kullanan sâirlerdendir. Şiirlerinde bir taraftan hürriyet, doğruluk, samimiyet, vatanseverlik, adâlet, istiklâl gibi ahlâkî kıymetleri telkin ederken, diğer taraftan cemiyetlerin çökme sebebi olan riyakârlık, münâfıklık, korkaklık, dalkavukluk, tembellik, zulüm gibi fenalıklara şiddetle hücûm eder.

Mehmed Âkif yaşadığı devri bütün genişlik ve derinliği ile şiirlerinde yansıtmaya çalışmış bir Türk sâiridir. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Türk milletinin içinde bulunduğu acıları, sevinçleri, ümitleri ve hayal kırıklıklarını manzum bir târih, bir roman, bir hikâye, bir destan havası içinde anlatmaya çalışmıştır. Eserlerindeki kişiler de aydın, cahil, yobaz, züppe, şehirli, dinli, dinsiz, sarhoş, gariban, külhanbeyi vs. gibi cemiyetin hemen her kesiminden insanlardır. Çevre olarak da saray, konak, câmi, sokak, bayram yeri, mevlit cemiyeti, savaş yeri, mahalleler, köhne evlerin odaları, oteller vs. seklinde yaşadığı devrin bütün husûsiyetlerini aksettiren yerleri seçmiştir. Çalışma tarzı olarak, önce görüp incelemeyi, not ederek veya aklında tutarak ve sonra şiir taslakları kurup, onun üzerinde çalışmayı prensip edinmiştir. Müsâhade ve kompozisyona büyük önem vermiştir. Şiirinde kapalılık yok gibidir. Her şeyi açık açık yazmaya çalışmış, mübhem duygulardan, yüce ve fizik ötesi mefhumlardan ve süslü hayallerden uzak durmuştur. Kişilerini ve çevreyi resimvâri ve heykelvâri tasvirlerle anlatmıştır. Mehmed Âkif, muhtevâ yönünden edebî ekollerden realist, biçim verdiği değer bakımından parnasçı ve bazı şiirlerinde de natüralist bir hava içindedir. Şiirlerinde şahsî üzüntüleri, arzu ve istekleri yok gibidir. Toplumun dertlerini konu edinmiş, onlar adına gülmeye ve ağlamaya çalışmıştır. Kötülerle, fakirlikle ve gerilikle mücadele esas gâyesidir.

Âkif, ahlâksız edebiyata düşmandır. Samimiyetsiz, sahte ve taklitçi olanları sevmemiştir. Şiirlerinde halk deyimleri, atasözleri, halk kelimeleri bol bol yer alır.

Şiirleri manzum hikâyeler, hitâbet şiirleri, lirik şiirler ve taslama şiirleri seklinde sınıflandırılabilir. Bunlardan manzum hikâyeleri sosyal konulu, hitâbet şiirleri didaktik muhtevalı, lirik şiirleri vatanî, millî ve dînî coşkunluklarla dolu, taslama şiirleri de sakadan hicve kadar uzanan tenkitleriyle doludur.

Mehmed Âkif şiirlerini çoğunlukla kuralsız nazım sekliyle yazmıştır. Vezin olarak yalnız aruzu kullanmış, ama heceye de karşı olmamıştır. Üslûbu, şiirlerindeki olaydan ve fikirden daha önce göze çarpar. Süse ve yapmacığa kaçmadan yasayan halk ifâdeleriyle kurulmuş, çekici bir anlatısı vardır. Halk dili ve üslûbunu hemen her şiirinde kullanmasına rağmen, bu konuda en çok muvaffak olduğu eseri Âsim oldu. Bol fiil ve sıfat kullandığı şiirlerinde aşırı sadelikten ve yapma dilden kaçınmış, Servet-i Fünûncuların ağır ve cansız lisanından da uzak durmuştur.

Şiirlerinde tahkiye, tasvir, hitap, muhâvere gibi bütün anlatım yollarını başarıyla kullanmıştır. Bilhassa muhâvere (karşılıklı konuşma) anlatım yolu onun şiirlerinin en önde gelen özelliklerinden olmustur. İç âhenk, daha çok lirik şiirlerinde görünür. Fazla mecaz kullanmaktan kaçınmıştır.

Memleketin sosyal meseleleri, şâhit olduğu elem verici olaylar ve çilekeş Anadolu insanlarının hâlini sik sik şiirlerine konu edinerek ele almış, duygu ve düşüncelerini samimi ifâdesiyle dile getirmiş, çâre için çeşitli teklifler öne sürmüştür. Osmanlı Devletinin Tanzimât'ın ilanıyla başlayan, Meşrutiyet ilanlarıyla devam eden ve İttihat ve Terakki Partisinin iktidârı zamanında son hadde vardırılan yıkılışa götürücü hareketlerle kısa zamanda târih sahnesinden silinmesi, dünyâdaki Müslümanların ilim ve teknikte Avrupa'dan geri kalmış olması ve başsız kalarak her birinin ayrı ayrı yollar tutup parçalanmaları karşısında, feryâd edici şiirleri vardır.[2]

Manzum eserleri

Şairin Safahat adı altında toplanan şiirleri 7 kitaptan oluşmuştur. Şair, İstiklal Marşı'nı Safahat'a koymamıştır. Nedenini ise şöyle açıklar: "Çünkü ben, onu milletimin kalbine gömdüm".

1. Kitap: Safahat (1911) - 44 manzume içerir. Siyasal olaylar, mistik duygular, dünyevi görevlerden bahsedilir.
2. Kitap: Süleymaniye Kürsüsü'nde (1912) - Süleymaniye Camisi'ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, kürsüde Seyyah Abdürreşit İbrahim'in konuşturulduğu uzun bir bölümle devam eder.
3. Kitap: Hakkın Sesleri (1913) - Topluma İslâmî mesajı yaymaya çalışan on manzumedir. Ateizme, ırkçılığa, umutsuzluğa çatılmaktadır.
4. Kitap: Fatih Kürsüsünde (1914) - Fatih Camisi'ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, vaizin uzun konuşması ile devam eder. Tembellik, irtica (gericilik), batı taklitçiliği eleştirilir.
5. Kitap: Hatıralar (1917) - Âkif'in gezdiği yerdeki izlenimleri ve toplumsal felaketler karşısında Allah'a yakarışını içerir.
6. Kitap: Asım (1924) - Hocazade ile Köse İmam arasındaki konuşmalar şeklinde tasarlanmış tek parça eserdir. Eğitim-öğretim, ırkçılık, savaş vurgunculuğu, batıcılık, gibi pek çok konudan bahseder.
7. Kitap: Gölgeler (1933) - 1918-1933 arasında yazılmış 41 adet manzumeyi içerir. Her biri, yazıldıkları dönemin izlerini taşır. Üç tanesi ayet yorumu şeklindedir.
8. Kitap: Safahat (Toplu Basım) (ilki 1943) - 6 Safahat'ı bir araya getirir. 1943'teki toplu basımının sonuna Âkif'in hayattayken basılmamış şiirlerini içeren Damadı Ömer Rıza Doğrul tarafından bir araya getirilmiş 16 manzumeden ibaret Son Safahat başlıklı bölüm eklenmiştir.[1]

Fikret - Akif Kavgası

«En büyük vatan şairlerimizi aruz yetiştirdi. Namık Kemâl'le başlayan, Tevfik Fikret'le devam eden vatan şairi, dün, Mehmed Âkif'le beraber toprağa girmiş sayılabilir. Millî veznimiz hece olduğu halde, hece şairlerimiz için Namık Kemâl'in “Vaveyla”sı, “Kasîde”si gibi, Tevfik Fikret'in “Sis”i, “Rübab'ın Cevabı”, “Millet Şarkısı” gibi Mehmed Âkif'in “Çanakkale”si ve “İstiklâl Marşı” gibi bir milletin hafızasına her mısra'ı atalar sözü haysiyetiyle mal olan büyük günlerinde bir ağızdan haykırılan, en perakende ve şaşkın ruhları bile tek bir müdafaa aşkı ve iradesi içinde bir araya devşirerek ayağa kaldıran “millî” vasfına tam lâyık bir şairimiz çıkmadı. Namık Kemâl'den ve Tevfik Fikret'ten sonra, iki günden beri, Mehmed Âkif de yoktur, vatan şiirinin bu üç büyük zirveli sıra dağları üstüne ölümün karabulutu indi… Bütün ölçüleri ve haysiyetiyle düşünürsek, bugün, Türk vatanı şairsizdir.»

Peyami Safa, Üstad Âkif'in vefatından sonra 1936 yılında Cumhuriyet gazetesinde yazdığı bir yazıya böyle başlıyor.

Yetkin bir muharrir olan, hatta Üstad Âkif'in, “Babası İsmail Safa gibi oğlu da pek güzel yazıyor” diye sitayişli şekilde bahsettiği Peyami Safa'nın serdettiği yazıda üç şair arasında şiir kulvarında paralellik görülürken, fikir ve düşünce açısından özellikle Fikret ile Namık Kemâl ve Âkif arasında ciddi bir ayrılık ve aykırılık söz konusudur. İttihad-ı İslâm düşüncesinin neşvünema bulmasında Namık Kemâl ciddi bir dahli olduğu doğrudur. Üstad Âkif için de aynı düşünce bir ideal olmuştur. Aynı şeyi Tevfik Fikret için söylemek ise imkânsızdır. Buna karşı Âkif, çağdaşı Fikret ve şiirlerine karşı onun “Tarih-i Kâdim” şiirini yazana dek bir hüsnü niyet beslediği de doğrudur. Nitekim şu ifadeler bunun bir göstergesidir:

“Fikret'i de çok severdi ve çok kıymet verirdi. Bu sevgi Tarîh-i Kadîm ortaya çıktıktan sonra söndü, hatta nefrete döndü. “Ahlâk kürsüsünden haykıran bir adamın, ister inansın ister inanmasın, halkın ahlâk mesnedi olan bir varlığa uluorta sövmesi, işte bu akılların kabul edemeyeceği şey” diyordu.” [3]

Tevfik Fikret'e Âkif'in şahsî hiç bir husumeti yoktu. Hatta evvelce Fikret'i sever, şiirlerini takdir ederdi. Onun o mülhidâne şiiri neşrolunduktan sonra Fikret'e hasım kesildi ve ona hücum etti:

—Ahlâk kürsüsünden cihana ahlâk ve fazilet dersi veren bir adamın - ister inansın, ister inanmasın - kalkıp da halkın ahlâk mesnedi olan varlığa uluorta sövmesi... İşte bu, akılların kabul edemeyeceği bir şeydir, diyordu.

Diğer taraftan Midhat Cemal'in Âkif, Fikret münasebetini gösteren şu anekdotu yine konuyu açıklayıcı mahiyettedir:

“Âkif, Fikret'le ilk defa Dârülfünûn'da görüştüler. Meşrutiyette ikisi de orada hocaydı. Âkif'e: Sende ne tesir yaptı. Fikret? Dedim, Âkif: Sevemedim bu adamı, dedi. Sebebini de anlattı: Benim gibi ilk görüştüğü adama, yirmi senelik arkadaşlarını çekiştirdi… Bu tuhafıma gitti. İnanmayacaktım: Fakat Âkif söylüyordu, istemeye istemeye inandım. Aradan birkaç sene geçti(…) Fikret'i ilk defa görüyordum. Ve ilk defa gördüğüm Fikret, bana da yirmi senelik arkadaşlarını çekiştiriyordu(…) Bu doğrulanan arkadaş faslından sonra Âkif artık Fikret'in ismini ağzına almıyordu. (Fikret'in Tarîh-i Kadîm'i ortaya çıktıktan sonra ise)” Bu adam Peygamberime sövdü, babama sövse affederdim, fakat Peygamberime sövmek… Bunu ölürüm de hazmetmem, diyordu.” [4]

Bu meselede, Âkif'i kızdıran ve cevap vermeye mecbur bırakan, Fikret'in dini reddetmesi değil, Müslüman bir toplumun içinde bulunup da o toplumu bir arada tutan temel değerlere hücum etmesi ve bunu yaparken cemiyette meydana gelecek çözülmeyi hiç düşünmemesi, üstelik dindarların en hassas oldukları hususlarda onlara uluorta hakaret etmesiydi.

“Tarîh-i Kadîm” gibi “Zeyl”i de din aleyhtarları üzerinde derin tesirler bıraktı.1928'de Latin harflerinin kabulü üzerine ilk yayınlanan kitaplardan biri de “Tarîh-i Kadîm” oldu.[5]

Tevfik Fikret, “Tarîh-i Kadîm, Doksan beş'e doğru”,1928,) neşreden Hasan Ali(Yücel),21 sayfa… Liselerde 1945–49 yıllarında edebiyat kitabı olarak okutulan “Türkçe Metinler” kitabına da Tevfik Fikret'ten örnek olarak sadece “Tarîh-i Kadîm”in “bayrak, kahramanlık ve şeref” duyguları aleyhindeki bölümü alınmıştı.[6]

Anlaşıldığı gibi, Tevfik Fikret'in iki yüz on iki mısralık ”Tarîh-i Kadîm”ine Âkif, dört mısra ile karşılık vermiş ve buna seksen mısralık bir cevap almıştır. Fikret'in ölümünden sonra yayınladığı doksan sekiz mısra ise edebiyatımızda, “dinsizlik adına taassup” gösterip, halkın manevi değerlerine saldıranlara verilmiş bir cevap olarak yerini almıştır. Öte yandan Fikret'in nedamet ve teessürünü gösteren şu rivayetleri de aktarmak yine de faydadan hâlî değildir:

Fatin (Gökmen) Hocanın anlatışına göre, Tevfik Fikret: “Bu şiirini bir “sahve” halinde, İstibdadın en karanlık bir zamanında, Ümitsizliğin hissini, şuurunu meflûç eylediği bir günde yazdığını, kendisine söylemiş. Ve çok itimat ettiği bir dostundan başka, kimseye göstermemiş. Hayli zaman sonra o dostu bir daha okumak üzere istemiş, ısrar ederek kimseye vermeyeceğine söz vererek almış. Fakat sözünde durmamış, ötekine berikine vermiş. Aradan birçok zaman geçtikten sonra Sultanî talebesinden birinin kitapları arasından çıkmış, etrafa dağılmış. Fikret, “buna muttali' olunca çocuk gibi ağladım” demiş. Ve bunun hakikaten bir cinayet olduğunu itiraf etmiş. Esasen bunu yazdığına büyük nedamet gösterdiğini ve çok teessür duyduğunu söylemiş.” (Eşref Edib, bu dostunun Rıza Tevfik olduğunu Hüseyin Kâzım'ın, Fatin Hocaya söylediğini aktarır.).

Süleyman Nazif‘in Fikret'e karşı yaklaşımı ise hem öfkeyi, hem de aff-ı ilâhîyi temenniyi içerir. “Tevfik Fikret'in yalnız kinden mülhem olduğunu, hemşiresine mersiye yerine eniştesine hicviye yazdığını, mazlum Boerlere galip gelen İngilizlere tebriknâme gönderdiğini, bir gayzını tatmin için şehid bir millet cenazesini de merhum hemşiresinin mezarı gibi çiğnemekten çekinmediğini, Balkan mesâib-i ile Harb-i Umumîye karşı lâkayd kaldığını” belirttikten sonra şöyle der:

“Zavallı Tevfik Fikret!.. İnce zevkini Boğaziçi'nin iskelelerine, sularına ve hassas kalbini de o kadar şevk ü harâretle terennüm ettiğin mavi sahillerinde çırpınan (“Sis” şiiri kast olunmaktadır) sularına hasretseydin… bize daha mûnis bir ihtisas rehberi, vicdanımıza daha nâfiz bir tefekkür üstadı olurdun…”

Nazif, şöyle bitirir değerlendirmesini: “... Cenab-ı Hak seni afv etsin.” [7]

Son bir not: Âkif, Fikret aleyhinde yazdığı şiiri “Safahat”a almamıştır.[8]

Mehmet Akif Ersoy

Eleştirenler, Ne Diyor?

Mehmed Âkif, milletini ve dînini seven, insanlara karşı merhametli bir mizaca sâhip, sâir tabiatının heyecanlarıyla dalgalanan, edebî bakımdan kıymetli şiirlerin yazarı meşhur bir Türk sâiridir. İstiklâl Marşı sâiri olması bakımından da "Millî Şâir" ismini almıştır. Ancak rastgele edindiği din bilgileriyle, zamanının ve çağın dertlerine şahsî fikirleriyle çâre aramaya kalkışması, bazı hatâlara düşmesine sebep olmuştur. Bunun yanında Sultan II. Abdülhamîd Han'ın memleket için yaptıklarını anlamayıp onun şanına yakışmayacak iftiralarda bulunması; sicilli mason Mısır Müftüsü Muhammed Abduh'u övmesi; bir çalgıcının seslerini nidâ-yi ilâhîye benzetmesi eleştirilen belli başlı hususlarıdır. Ahmed Davudoğlu, "Dîni Tâmir Davasında Din Tahripçileri" kitabında diğer reformcular gibi, ilhâmını doğrudan doğruya Kurân-ı Kerîm'den almak istediğini bildirmektedir.[2]

Kaynaklar

[1] tr.wikipedia.org/wiki/Mehmet_Âkif_Ersoy
[2] www.enfal.de/ecdad95.htm
[3] Çantay, Âkifnâme, s.249, Fatih Gökmen'in mektubu/ Eşref Edib Fergan, Mehmed Âkif, c.1 s. 206
[4] M. C. Kuntay, Mehmed Âkif, s. 125- 128
[5] Düzdağ, Mehmed Âkif Ersoy, s.64
[6] Hikmet Tanyu, Tevfik Fikret, 1972, s.286 vd. Düzdağ, a.g.e, s.65.
[7] Süleyman Nazif, Mehmed Âkif, Zatî ve Asar'ı Hakkında Tetkikat, s. 65.
[8] Fahri Güven, "Âkif Fikret Kavgası", Milli Gazete, 29.10.2006