Biz köyden şehre gelmiş insanlar olarak köydeki birçok şeyle beraber Ramazanını da özler olduk. Hani neredeyse şu İstanbul'da Ramazan ayında mıyız, yoksa normal bir ayda mıyız belli değil.

Belki dışarıdan bakanlar, biz İstanbul'da yaşayanları her gün Sultanahmet'de iftara gittiğimizi, bir ayağımızın Eyüp'te olduğunu sanabilirler. Hiç de öyle değil. Her gün boğazda gezmediğimiz gibi bu da ondan farklı değil.

Halbuki köydeyken öyle miydi? Ayrı bir tadı, havası, akışı vardı Ramazan'ın. Gece sahura kalktığınız andan, taa teravih sonrasına kadar farklı bir hava.

Ramazan ayı yazın da kışın da güzeldir köyde. Kış ayları zaten "yatış" aylarıdır. Bir de üzerine gündüzlerin kısa olması oruç tutmayı çok kolaylaştırır. Bahar aylarında da durum çok farklı değildir aslında. Yazları özellikle bir de "iş zamanına" denk geldiyse Ramazan, biraz zorlar. Nitekim sıcağın altında ter dökmek, hayvanları gütmek, harman yapmak, ot toplamak gerekir. Gerçi artık o da eskidendi, şimdilerde harman yapmak diye birşey kalmadı, eskiden yerine göre bir ay süren güz işleri artık bir-iki günde insan eli değmeden yapılır hale geldi. Hayvancılık da hakeza, köydekiler de bu manada şehirli oldu diyebiliriz.

Köyde Ramazan'ın en büyük farklılığı iftarda olur. Her akşam bir ev iftar verir ay boyunca. İftar yeri köy büyükse camidir, küçükse iftar verenin evi olur. Köydeki herkes davetlidir bu sofraya. Fakat ev sahibi zor durumda kalmasın diye her haneden bir kişi gider, iki-üç kişi pek gidilmez.

Sofranın onur konuğu köyün imamıdır. Zaten bir o iftar vermez :) Hatta bazen iftara ezanı okuyup gelir ki o gelmeden yemek başlamaz.
Sofrada her şey bulunur, mevsimine göre ful artı fuldur. Sofranın kralı, sezonuna göre gelen et yemeğidir ki herkes kendini buna hazırlar. Önce ortaya çorba tenceresi konur, herkes şakadan kaşık sallamaya başlar. Kimse çorbaya yüklenip, karnını doyurmak istemez, kendisini sonradan gelecek "et yemeğine" hazırlar. Genelde çorba da tam olarak bitmez zaten. Ortaya et yemeği koca bir tepsi ile sofraya oturtulduğunda mücadele başlar. Kimse geri kalmadan kısa bir zamanda bitecek bu yemekten yeteri kadar nasiplenmeye çalışır. Bununla ilgili şöyle bir olay anlatılır: Köyün imamı ve ahalisi her akşam gittikleri böyle iftarlarda, sofraya ne zaman et gelse, köyün imamına "Hocam, Hazreti İsa nasıl göğe kaldırılmıştır" veya "Hocam, Hazreti Yusuf Mısır'a nasıl sultan olmuştur." şeklinde bir soru gelirmiş. Hoca başlarmış anlatmaya, şöyle oldu, böyle oldu, şöyleyken böyle derken hoca bir bakarmış et yemeği bitmiş. Bu şekilde bir olmuş, iki olmuş, yine bir akşam sofraya et konduğunda "Hocam, Hazreti Musa Tur Dağını nasıl çıkmıştır." diye bir soru gelince hoca durumu çakmış, "Gitti ve geldi" deyip yemeğe devam etmiş. Siz siz olun böyle bir sofraya yolunuz düşerse dikkatli olun derim ben :)

En son tatlılar da yendikten, dua ve ev sahibine bereket diledikten sonra sofradan kalkılır. Köyün imamıyla hemen orada akşam namazı kılınır, çaylar da içildikten sonra herkes teravihe kadar dinlenmek üzere evlerine çekilir.

Teravih de güzeldir köyde. Köyün camisine köyün yaşlısı-ihtiyarı, kadını-erkeği herkes gelir. Çocuklar en arka safta dizilirler, ara ara gülüşmeler gelir, aşırıya giderlerse asabi bir amca kızabilir. Genel olarak bir sükunetle teravih namazı bitirilir. Sonrasında herkes evine dağılır. Kadir gecesinde ise, köylülerden biri mevlit okutur, bu yüzden teravih için daha erken gidilir camiye, ilahiler, kasideler dinlenir.

Gündüzleri Ramazan'da cemaat ile namaz kılmak için daha sık gidilir camiye. Bazıları orucu uykuya da tutturabilir ama genelde buna gerek kalmaz, nitekim köydeki hayatın akışı insanları pek de yormaz.

İstanbul dışındaki şehirlerde durumun daha iyi olduğunu düşünüyorum. Nitekim İstanbul dışındaki şehirler aslında köy değil mi? Mesele Ankara için yayla diyorlar :) Ama yine de hiçbirinin insanın memleketinde Nevşehir'de geçireceği bir Ramazan'ın yerini tutacağını sanmıyorum.

Hayırlı Ramazanlarınız olsun..