MEDENİYET

Medeniyet veya Uygarlık, bir ülke veya toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamının ifadesidir. Medeniyet ve uygarlık kavramları çoğunlukla aynı anlamda kullanılmakla birlikte, uygarlığın daha geniş bir anlam taşıdığını ifade etmek mümkündür. Medeniyetin, belirli bir insan topluluğu veya topluluklarının belirli bir coğrafya üzerinde ve belirli bir zaman içinde ortaya koydukları değerlerle sınırlı olmasına karşın; uygarlık kavramının, binlerce yıl devam eden gelişmeler sonunda, insan aklının, bilim ve teknolojisinin katkısı ile ortaya çıkan ve tüm insanlığın eseri ve malı olan evrenselliğin konusudur.

Uygarlığın doğuşuna ve yükselişine Çin'den Uygur ve Orta Asya Türklerine; Hindistan'dan ve Mezopotamya medeniyetinden eski Mısır medeniyetine; Ege kıyılarındaki antik çağ steplerinden Roma'ya; Batı Avrupa'da aydınlanma çağını yaratan, sanayi inkılabını gerçekleştiren milletlere ve nihayet Amerika ve Uzak Doğu'daki Japon’lara kadar, tarih boyunca sayılamayacak kadar çok ülkenin ve ulusun katkısı olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.

Kültürlerin çokluğuna mukabil medeniyet daha azdır.

Yıkılan her medeniyetten sonra yeni bir medeniyet doğmuştur. İslam medeniyeti müstesna, o özgün ve özel bir medeniyet olarak teşekkül etmiştir. Bu medeniyetin doğuşunda ne kitap, ne mektep ve nede devlet vardı. Peygamberimiz devletleri olmayan bedevi kabilelerden yepyeni bir medeniyet meydana getrdi.

Bu medeniyet yani İslam medeniyeti hadisin en büyüğü Buhari ile felsefenin en büyüğü İbn-i Sina’yı; Kelam ve tasavvufun en büyüğü İbni Arabi ile felsefenin en büyüğü Farbi’yi beraber yetiştirmiştir. Bunlar ortaya koydukları düşünceleriyle, sadece içinde bulundukları toplumu değil, diğer toplum ve milletleri de etkilemişlerdir.

Bu tesirlerinden olacak ki, çıktığı ilk andan itibaren hem bu medeniyeti, hem de bu medeniyetin temsilcilerini o veya bu sebepten susturmaya çalışmışlardır. İslam’ın vahdetini tesis konusunda Nizamiye Medreselerini kuran Sultan Melik Şah ve veziri Nizamü’l Mülk başta mezhep ve kelam olmak üzere tam bir fikir özgürlüğü sağlamaya çalışmışlardır. Ne yazık ki, Hasan Sabbah’ın fedaileri İslam medeniyetinin bu mümtaz iki şahsını şehit ettiler/susturdular.

Müslümanların birliği öteki medeniyet mensuplarını her zaman rahatsız etmiştir. Bir ve beraber olduğumuzda ise hiç ses çıkartamamaktır.

Birçoğumuzun çok iyi bildiği bir mesele Kudüs’ün Haçlılar tarafından fethi esnasında İslam milletinin hali pür melali hiç te iç açıcı değildi. Bağdat’ta, (Abbasi) Mısır’da (Fatımi) ve Endülüs’te (Endülüs Emevi) olmak üzere üç tane halife/devlet vardı… Selçukluda ise beşkardeş arasında kıyasıya kavga yapıyorlardı.

Selahaddin’i Eyyubi Haçlılardan Kudüs’ü tekrar almaya karar verdiğinde ise önce İslam birliğini tesis etti ardından Kudüs’ü fethetti.

İslam medeniyeti 13. Yüzyıla kadar deyim yerindeyse rakipsizdi. 13. Yüzyıldan sonra önce duraklamaya, fikir ve ilim üretememeye ardından taklide başladı. İslam medeniyet anlayışına göre bütün insanlar Allah’ın ailesindendir.

İslam medeniyetinin en önemli özelliği a-tevhit,

b-Ahlak, (yakın tarihten bir örnek vermek istiyorum. 1984 olimpiyatlarında judo final maçı Mısırlı Muhammed Ali Rasvan ile Japon YaşihiroYamashita arasında yapılmaktadır. Japon sporcunun sağ ayağı sakat. Ayağını sürüyerek mindere geliyor. Yan taraftan Muhammed Ali’nin de antrenörü olan kişi “sağ bacağına oyna…” demesine rağmen o bunu yapmıyor. Maçı kaybediyor. Gümüş madalya alıyor. O yıl “fairplay ödülü” Muhammed’e veriliyor.

Röportaj da niçin sağ bacağına vurmadınız dediklerinde; Benim dinim insana, yaralıya, hele de yaralı yerine vurmayı yasaklıyor. Eğer o durumdayken bir de ben oradan yüklenip sakat kısmına vursaydım sakat kalabilir, spor hayatı bitebilirdi. Madalya için bunu ona yapamazdım. Muhammed Japonya’ya gittiğinde binlerce insan krallar gibi karşılıyor. Çok daha güzel olanı ise bu yüzden çok sayıda insanın Müslüman olmasıdır.

c-Adalet medeniyeti olmasıydı. Tarihimizde Abbasi halifelerinden Harun Reşit zamanında yaşadığı düşünülen ve hatta halifenin kardeşi/akrabası olduğu söylenen hikmet ehli Behlül Dâne isimli birinden bahsedilir. Harun Reşit Gayr-ı Müslimlere haksızlık yaptığı/yapmayı düşündüğü bir zaman sarayda beraber namaz kılarlarken Behlül Dâne Fatiha suresindeki “Elhamdülillahı rabbül âlemin” yerine “…Müslim’in” diyerek okur. Tepki gösteren halifeye; “sen Müslümanların halifesisin tebaan olan Gayr-ı Müslimlere eziyet ediyorsun” diye karşılık verir.

Unutmamalıyız ki, hiçbir medeniyet kendiliğinden yıkılmaz. Tevhit, ahlak ve adaletten uzaklaşan bir medeniyet ise ayakta kalamaz. Medeniyetler yıkılırken ciddi meseleleri tartışmayı bırakıp, küçük ve gereksiz meseleleri konuşmaya/tartışmaya başlarlar. İşte o zaman sonun başlangıcı başlamıştır. (İstanbul’un fethi esnasında Bizanslıların Melek erkek miydi-dişi miydi tartışması yaptıkları gibi…)

13. yüzyıla kadar rakipsiz olan medeniyetimizi yeniden diriltmek için çalışmanın tam zamanıdır. Basit ve sıradan değil, ciddi ve büyük düşünmenin tam zamanıdır.

Ahmet BELADA