MEZARA DÜŞEN TERLİK

“Bir ilkbahar gününde güller gibi kokan Medine’de dünyaya gözlerimi açmıştım. Doğduğum hastane senin Ravza’nın hemen yanı başında olduğu için duyduğum ilk koku, senin bahçenin gül kokuları olmuş.

Babam gelip de daha kulağıma ezan okumadan kulaklarım senin mescidinin ezan sesleriyle şereflenmiş. 40 günlük olduğumda ilk ziyaretimi de senin Hane-i Saadetine yapmışım.

İlk adımlarımı senin Ravza’ndaki mermerlerinde atmış ve Rabbimle ilk buluşmamı, ilk secdemi senin mescidinde yapmışım. Hemen hemen yaptığım her ilkte sen varsın.

Daha konuşmasını öğrenmeden seni sevmeyi öğrendim ben.

Belki seni çok tanımazdım ama sanki bana çok çok yakınmışsın gibi severdim seni.

Senin evini her ziyarete gelişimizde, seni görmesek bile senin varlığını hisseder, evinden her ayrılışımızda hüzünlenirdik.

Çocuklar evde sıkılınca babaları parka, eğlence yerlerine götürsün isterler. Biz Medine’de yaşadığımız sürece hiç babamızdan parka götürmesini istemedik.

Bizim canımız sıkılmaz mıydı acaba hiç?

Sanırım Medine’deki hiçbir çocuğun canı sıkılmazdı. Çünkü orada, hiçbir yerde olmayan gül bahçesi ve bahçenin biricik efendisi vardı.

Bizim vaktimizin çoğu o bahçede geçerdi.

Senin bahçenin mermerlerine ayakkabı ile basamazdık. Yalınayak dolaşırdık mermerlerin üstünde. Kim bilir, belki de bahçenin güllerine basıvermekten korkardık. Yazın mermerler ayaklarımı yakardı. Olsun, bu da bizim hoşumuza giderdi.

Babama sormuştum bir seferinde;

“- Babacığım neden Medine bu kadar sıcak?”

Babam da:

“- Evladım Medine’de iki tane güneş var da ondan” derdi.

“- Nasıl olur babacığım, güneş bir tane değil mi?” derdim.

Babam, gülerek:

“- Bak yavrum; doğru, bütün dünyayı ısıtan bir güneş var ama bir de alemleri ısıtan ve aydınlatan güneş var. O güneş de Medine’de olunca sıcaklık iki kat oluyor.”

Babamın bu cevabı hoşuma giderdi ve ısınırdım.

Gerçekten de ayaklarımızı mermerler ısıtıyordu ama senin güneşin de, sıcaklığın da içimizi ısıtıyordu.

Medine’den ayrıldığımızdan beri belki ayaklarımız ısınıyor ama içimiz bir türlü ısınamıyor. Çünkü güneşimizin en büyüğünü orada bırakmıştık.

Ben güneşimi kaybetmiştim.

O’nun evine, bahçesine gidemiyordum artık.

Gerçi ışığı ta buralarda bizi aydınlatıyordu ama içimi ısıtması için onun Ravza’sında yalınayak koşmam lâzımdı.

Evet, bahçende yürürken ezanlar okunurdu.

Öyle güzel okur ki Medine müezzini ezanı, sanki Bilal’i Habeşi okuyor sanırsınız.

Namaz kılmak için mescide koştururduk, bilir bilmez.

Babamın yanında namaz kılardık.

SICAKLIĞINA ÖYLE HASRETİM Kİ!

Büyük sütunların altından gelen soğuk havadan saçlarımızı savurturduk. Zemzem bardaklarından güller yapardık. Namaz kılarken yanımıza usulca bir kedi sokulurdu.

Babam “İncitmeyin sakın, onlar Ebu Hüreyre’nin kedileri” derdi, biz de inanırdık.

Senin mescidine kediler de girebilirdi.

Sen çok iyi bir ev sahibiydin çünkü.

Çarşamba günleri hep Uhud’a giderdik. Senin çok sevdiğin amcanı ziyaret etmeye. Çünkü o, bizim de amcamızdı. Kardeşlerimle Ayneyn tepesine çıkar, oradan Uhud’da yatan 70 şehide selam verirdik.

Uhud dağına her baktığımızda sanki orada seni görür gibi olurduk. Uhud da senin Ravza’nın kokusu gibi, gül kokardı.

Orası da ayrı bir gül bahçesi idi sanki.

İşte benim yedi senem ki; en değerli, en güzel yıllarım, senin köyünde, senin gül bahçende, senin savaştığın yerlerde sanki yanımda sen varmışsın gibi, seninle dopdolu geçti.

Seni görmesem de; seninle yaşamaya o kadar alışmıştım ki senin yanından ayrılırken sanki bir yanım, bir canım, bir parçam orada kalmıştı.

Buraları bana gurbet oluverdi.

Elimde olsa hemen yanına koşar gelirim ama hep büyüyünce gidersin diyorlar. Ben sırf senin yanına gelebilmek için büyümek istiyorum. Senin yanına geldiğim zaman büyümüş bile olsam bahçendeki mermerlerde yalınayak dolaşacağım.

Ta ki, güneşin içimi ısıtana kadar.

Senin hasretinden içim üşüyor.

Belki hasretin herkesi yakar, beni de üşütüyor işte. Çünkü benim ruhum doğduğumdan beri senin sevginle ısınmaya alışkın.

Senin sıcaklığına o kadar muhtacım ki.

Ne olur; ben sana gelemesem bile, sen beni hiç bırakma.

Işığınla gecelerimize nur ol. Sıcaklığınla bütün zerrelerimizi ısıtıver. Hani sana Medine’deyken komşuyduk ya, evlerimiz birbirine çok yakındı. Senin varlığın bize güven verirdi hep. Yine öyle ol, ara sıra da olsa evimizi şereflendiriver.

BEN DE BABASIZ BÜYÜYORUM

Hem benim adım Nebi, aynen seninki gibi.

Bu ismi bana seni çok seven bir dostun koymuş.

Diğer adım da Muhammed, yine senin gibi.

Bu ismi de canım babacığım koymuş. Buraya gelirken senin köyünde bıraktığımız babacığım. Sana benzeyen bir yanım daha var. Ben de senin gibi babasız büyüyorum.

Ben çok şanslıyım, sen bize asla yetimliğimizi hissettirmedin. Medine’den ayrıldığımızdan beri sanki sen hep yanı başımızdaymışsın gibi hissediyorum.

Geceleri korkmadan güvenle uyuyorum hep. Seni tanıdığım ve seni sevdiğim için Rabbime binlerce kez teşekkür ederim.

Babam senin köyünde kalmıştı. Biz babamın cenazesini gömerken abimin terlikleri babamın kabrine düştü ve orada kaldı.

Ben o terlikleri çok kıskandım.

Çünkü abimin terlikleri hep babamla kalacaktı. Babamı son ziyaret edişimizde; ben de kimse görmeden terliğimi babamın kabri üstüne gömüverdim.

İşte şimdi benim terliğim de hep babamla kalacaktı.

Evet demiştim ya; bir güneşimi, bir babamı, bir de terliklerimi bırakmıştım geride.

Babam ve terliklerim hep oradaydı, gelemezlerdi. Ama güneşim, hep yanımızdaydı.

Yetimlerin efendisi, yetimlerini hiç ışıksız bırakır mı?

Dünyanın bir ucuna gitmiş olsaydık, bizi bırakmayacağını biliyordum.

Gözümüz gönlümüz seninle aydınlanır efendim.

Ruhumuz, içimiz sıcaklığınla ısınır.

Bir gün sana gelişim geç bile olsa bana, gül bahçesinin mermerlerinde yalın ayak koşmak nasip et. Ta ki aşkınla, sevginle bütün bedenim yanıp kavrulsun. Terliklerimi bıraktığım o güzel mabed son durağım olsun.” ( Nebi Muhammed Doğanay- Nebi, henüz “7 yaşında”dır. Babası, Medine’de bir şirkette “elektrik teknisyeni” olarak çalışmaktadır. Bir gün, sabah saatlerinde, kendisine verilen teknik görevi tamamlayıp ayrılmak üzeredir ki, Resulullah (s.a.v.)’in Havza’sında “elektik çarpması” sonucu vefat eder ve Cennet’ül Bâki’ye defnedilir! Nebi de, ailesi ile birlikte mecburi olarak Türkiye’ye döner ve hayatını burada devam ettirir! Duygularını bu güzel kompozisyonla dile getirir ve katıldığı yarışmada  “birincilik” ödülü alır.)

O kutsal topraklarda gözyaşları içerisinde kafilemizle birlikte bu güzel kompozisyonu paylaştığımızdaki duygu yoğunluğunu sizlere anlatamam hani derler ya anlatılmaz yaşanır. Mevsim Efendimiz(sav)in dünyayı şereflendirdiği mübarek zaman dilimini her gösterdiğinde Onun(sav) ayak bastığı zeminin kutsiyeti  bizleri bir kez daha O kutsal beldelere cezbediyor. Rabbim Mekke -i  Mükerreme de Kabe-i  Muazzama’ ya  pir ü pak olarak yüz sürebilmeyi  Medine’de Ravza’nın karşısında kemâl-i edeple durup Allah Resul’ünün şefaatine ermeyi  hepimize nasip etsin. Ya Rasülallah; Sultanımız, Rehberimiz, Efendimiz ve yegane Şefaatçimiz  Sensin.  Senin, dünyayı şereflendirdiğin şu kutlu mevsimlerde, salavatlarla ve çeşitli programlarla yâd eden biz günahkar ümmetini, kıyamet gününde unutma  sancağının altında bizlere de yer ver. Rabbimize münacatımız ise : “Allahım! Bizi İslam’ı hakkıyle anlayanlardan, kulluğun sırrını kavrayanlardan, eyle. Allah’ım! Sen bizim Rabbimizsin. Rahmetine güvenip mağfiretini umarak sana yalvarıyoruz. İnanıyoruz ki sen affedicisin, affetmeyi seversin, affeyle bizleri. Rahmetini göster bize, iki cihanda aziz olalım. İstikamet üzere eyle bizleri, hidayetten ayrılmayalım. Acı bizlere, mahşerde mahcup olmayalım. Amin  Amin…

HÜSREV ÖNDEGELEN