Kapadokya’nın İncisi Ürgüp

NEVŞEHİR(MHA) Mazisi tarihi çağlara dayanan Ürgüp’ün tarihini incelemek Kapadokya tarihinin sayfalarını çevirmekle mümkün olur. Bu gün olduğu gibi eski çağlarda da batı-doğu, kuzey-güney yönlerini birbirine bağlar. 
Doğuya giden Makedonyalılar(Büyük İskender) Romalılar, Fatih ve Yavuzlar, onları takip eden Osmanlı padişahları hep bu yöreden geçmişler ve ikmallerini burada yapmışlardır. Bölge Asurlar döneminde “Katpatuka” klasik çağlarda “Kapadokya” diye anılmıştır. Ürgüp, tüf tabakası ile örtülü bulunması ve çok yumuşak olması, korunmaya büyük yardımcı olması nedeniyle Etiler ve Mısırlılar arasında paylaşılamayan bir alan olmuş, stratejik öneminden dolayı sık sık savaşlar çıkmasına sebep olmuştur. Stratejik değeri ve tabiatın kendisine bahşettiği en uygun şartları toplamış olan Ürgüp ve havalisi, geçmişte çok zengin, hararetli ve renkli hayat sürmüş olduğu arkeolojik tanıklar, tarih kayıtları ve canlı örneklerle sabittir.
Hititoloji, Sümeroloji, Eski Diller Fizyolojisi gibi ilim dallarının doğuşuna kadar bilgilerimiz Yunan tarihçilerinin yarı efsanevi bilgileri ile M.Ö. I.Yüzyılı geçmiyordu. 19. Yüzyılda yukarıda saydığımız ilimlerle Kapadokya da yerleşme izleri M.Ö 5000-4000 yıllarına inerek görmek mümkün olmuş.
Yazının Anadolu’ya gelişi, M.Ö 2000 yılında bu yörede ticari koloniler kuran Asurlular tarafından yayılmıştır. M.Ö 1000 yıllarında Hitit Krallığı hüküm sürmüştür. M:Ö altıncı yüzyılda Lidya Krallığı ile birleşen ve büyük uygarlığa sahne olan Kapadokya daha sonra M:Ö 521 yıllarında Pers egemenliğini altına düşmüştür
M:Ö 334 yıllarında bölgeden geçen Makedonya Kralı Büyük İskender egemenliği altına girmiş ve Büyük İskender kendi adına bu bölgeyi idare etmek üzere komutanlarından birisini görevlendirmiştir. Görevlendirdiği I. Ariarrathes M.Ö 323 yılında Kapadokya Krallığını kurmuş bu surette egemen, Büyük Kapadokya Krallığı tarih sayfalarındaki yerini almış ve bölgenin tam içinde olan Ürgüp de en parlak devirlerini yaşamıştır. Ürgüp ile Kemerhisar, Kayseri şehirleri de Kapadokya’nın uygar şehirleri arasına girmiştir. Bu dönemde Ürgüp’te 30 bine yakın insan yaşamış.
Kapadokya Krallığı M.Ö 27 yıllarında Romalıların istilasına uğramış ve Roma İmparatorluğunun bir eyaleti haline gelmiştir. Hıristiyanlığın bu yöreye yerleşmesi ile M.S 53 yılından itibaren Hıristiyanlarca kiliseler ve şapeller yapılmış, Yöre Kudüs ve Suriye’ de zulme uğrayan Hıristiyanların sığınak yeri olmuştur. Bilhassa Putperest Roma’nın zulmüne rağmen Hıristiyanlık Ürgüp yöresinde gelişme imkanı bulmuş, gerek Etilerin kazdıkları mağaralara sığınmak ve gerekse volkanik ve erozyonal faaliyetler sonucu meydana gelen vadiler zulümden ve ölümden kaçan ilk Hıristiyanların sığınak yeri olmuştur. M.S 336 yılında Hıristiyanlara Dini özgürlük verilmesi üzerine Kapadokya havalisinde Hıristiyanlık süratle yayılmış, sütun inzivasına çekilen papazların dini merkezi olmuştur. Bu gün gezilebilecek pek çok kilise 5. yüzyıldan itibaren yapılmış, 842 yılında İkonoklazm’ın kalkmasından sonra resimlendirilmeye başlanmış. 395 yılında Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasından sonra Kapadokya Doğu Roma(Bizans) imparatorluğunun payına düştü. Kapadokya ilk dönemlerde dış baskılardan uzak sakin bir yaşantı içinde idi. Justinyen döneminde (526-565) merkezi bir eyalet olarak kalmıştır. Bu mutlu devir, VII yüzyılın başlarında sasani akınları ile sona ermiştir. Güneyden gelen Mesleme komutasındaki Arap akınları ile karşı karşıya kaldılar. Araplar ile yapılan savaşlarda Bizans imparatorluğunun ileri karakolu haline gelmiştir. Periodik olarak arap akınları sırasında Kayseri 647 ve 726 yıllarında iki defa, Ankara 838 de ve Kemerhisar 806 da işgal edildi. Bizans imparatorluğu IX yüzyılda Arap akınlarının önüne geçebilmiştir. Yaklaşık 250 yıl süren bu kritik dönem kaya Kapadokya’nın önem kazanmasına sebep olmuştur. Zira düşmanlardan kaçan Hıristiyan halk buralara göçerek kayalara vadi yamaçlarına yeraltılarına oydukları mağaralara sığındılar. Ancak bu yüzyılda tek sebep Sasani ve Arap akınları değildi. Göçün ikinci sebebi İkonoklazm zulmü ve küskünlüğü idi. İkonoklazm, tasvir sanatlarının kullanılıp kullanılmaması Bizans’ta uzun zaman tartışma konusu olmuştur. Yunanlılar’da Tanrı tasavvurunun vücutlaştırılması fikri ile doğudaki soyut Tanrı tasavvuru daima çatışan iki anlayış olmuştur. Bizans’ın soyut Tanrı tasavvuru olmasına rağmen halkın somut Tanrı tasavvuruna ihtiyaç duyuyordu. 725 yılında İmparator III. Leo 725 yılında tasvirlere tapınmayı yasakladı. Birçok ikonlar( kutsal kişilere ait resim ve heykeller) tahrip edildi. 842 yılında İmparatoriçe Teodora, tasvir yasağına son vermiştir. Bugün Ortodokslar tarafından bayram günü olarak kutlanır. X.ve XI yüzyıl ortalarında hüküm süren barış ve güven havasının etkisiyle Kaya Kapadokya’sı en güzel eserleri verilmeye başlandı. Göreme Açık hava Müzesindeki kiliseler bu devrin ürünlerinden.
Kapadokya 1071 Malazgirt Savaşından sonra 1080 yılında kurulan Anadolu Selçuklu Devletinin Moğol akınları etkisiyle yıkılması sonucu ortaya çıkan beylikleri arasında Karamanoğlu Beyliğine bağlandı. Bu dönemde kiliselerin ve manastırların yanında camiler, kervansaraylar, medreseler ortaya çıkmaya başladı. Müslüman halk ile Hıristiyan halk arasında herhangi bir çatışma söz konusu değildi. Türk İslam egemenliği Hıristiyan toplulukların dinsel düşüncesine ve davranışlarına karışmadı. Onlara toleranslı davrandı. Bu devrede kilise yapımına devam edilmiştir. Şahinefendi Köyündeki “Kırık Şehitler Kilisesi” Kapadokya’da yapılan en son kaya kiliselerden biri. Kapadokya Osmanlı egemenliğine düştüğü zaman Hıristiyan halkı eski hareketli yaşantısını terk etti. Kaya kiliseler ve manastırlar boşaltıldı. Ürgüp yöresi, Erozyonel neticesi insanlar üzerinde mistik bir ruh yarattığından, mistik hayatı tercih edenlerin yeri olmuş “ Öbür Dünya” yı hayal edenlerin ölümden sonraki hayata hazırlanmak için tercih ettikleri inziva köşeleri olmuş. HAIOS veya AYIOS isminde miladi ikinci yüzyılında yaşamış bir papaz ismi olup, Latince söylenişi “PROKOPIOS” tur. Türkçe de olduğu gibi “ geldim” “gittim” , “kaldım” kelimelerinde “-tim”, “-dım” takıları düşer, “gel, git, kal” olur. Latince’ de “-ıos”,-ım, –ın” takıları düşerek PROKOP kalır, “Pireküp” ten değişik olarak Ürgüp denmiştir. “PROKOP” un Selçukça telaffuzu “PİREKÜP” tür. Bugün Belgrat’ın güneyinde aynı isminden gelme Ürgüp adında bir kasaba mevcuttur. “Les Eglises Rupestres de Cappadoce” adlı eserinde ve esere ilave ettiği 2 nolu haritasında Ürgüp’ün yerine “PROKOPIOS” olarak yazılmış. İsmail Habib Sevük’ün bir eserinde de Ürgüp isminin nereden geldiği şöyle izah edilmektedir. Eskiden Ürgüplünün birisi Türkistan’a ticaret için gitmiş. Nereli olduğu sorulunca da “ Ürgüplüyüm” deyince “ öyle ise sizin memlekette taş çoktur.” Demişler. Ürgüplü hayretle kalmış, “doğru fakat siz bunu hem de bu kadar yıllık yoldan nasıl biliyorsunuz?” demiş Onlar, isminden anladıklarını açıklamışlar ve KÜP(KUP) çok demekmiş, UR ise kale veya kaya manasına geldiğini izah etmiş. Bizans İmparatorluğu döneminde “Osiana” adı ile tanınmış. Selçuk Döneminde “Başhisar” olarak Adlandırılmış, Osmanlı döneminde ise “Urkup” olarak tanınmıştır. 
Kapadokya bölgesi, doğanın yazıp çizdiği ve bize bahşettiği büyülü bir masaldır. Doğa ve tarihin Dünyada en güzel bütünleştiği yerdir. Coğrafik olaylar Peribacaları'nı oluştururken, tarihi süreçte, insanlar da, bu peribacalarının içlerine konut oymuş, kilise oymuş ve fresklerle süsleyerek, binlerce yıllık yaşlı medeniyetlerin izlerini taşımıştır günümüze. Bu akıl almaz kültür hazinesini kurtarabilmek, başkalarına kaptırmamak için Miletli Thales bile, Lidya Kralı'nın Pers istilalarına karşı koyabilmesi uğruna, Kızılırmağı (Halys) ikiye bölerek orduyu karşıya geçirmiş ve tarihteki ilk bilimsel hesaplarını gene buralarda gerçekleşmiş. Kapadokya planetinin il ve ilçeleri, Kapadokya'nın şöhretinin günümüzde artmış ve sınırlarından taşmış olmasından dolayı; Kapsadığı il ve ilçe isimleri bu genel tanımlamanın içerisinde kaybolmuştur. Ürgüp, Avanos, Zelve, Göreme çevresinin tabii güzellikleri ve kültürel zenginlikleri yüzyıllar boyunca tarih yazarlarının ve seyyahlarının ilgisini çekmiştir. Kapadokya Persler döneminde "Katpatuka" adıyla anılmaya başlamış ve Katpatukka iyi at yetiştirilen bölge anlamına gelmiştir. Ancak kelimenin Hatti, Luvit, Hitit ve Asurlu olduğu tartışılması hala gündemdedir. Bu yüzden at ve atçılıkla ilgili kaynaklar araştırılmış ve önemli veriler elde edilmiştir. Büyük Devlet zamanında da (M.Ö 1460-1190), Hititler at yetiştirmeye büyük bir ehemmiyet veriyorlardı. Bu maksat için Mitanni memleketinden uzman at yetiştiricileri getirttikleri ve onların tavsiyelerin tabletlere yazdırarak kuşaktan kuşağa intikalini sağladıklarını görüyoruz. Gerçekten de Boğazköy Devlet arşivi arasında Kikkuli isminde Mittani’li genç bir at yetiştirme uzmanı tarafından yazılmış bir eser ele geçmiştir. Xenophon M.Ö. 401'de Amasyalı Strabon M.S. 18 yıllarında, Nıssa'lı Gregoir M.S. 334-394'te ve gene Maccan'lı (Göremeli) genç bir bağcı (M.S 495-515) bize, yöre tarihi hakkında önemli yazılar bırakmışlar. Fransa Kraliyet Sarayı tarafından Akdeniz ülkelerine geziler yapmakla görevlendirilen Paul Lucas da bu ilginç bölgeyi seyahatnamesinde yakın dönem Avrupa sına tanıtan ilk kişidir. Doğu ülkelerinde, incelemeler yapmak üzere Fransa Kralı XIV. Louis tarafından görevlendirilen Paul Lucas, 1705 yılının Ağustos ayında, Ankara'da Kayseri'ye giderken, Avanos ve Ürgüp çevresine geldiğinde hayretler içinde kalır. Bölgenin adeta bir masal ülkesini andıran jeolojik yapısı, özellikle içinde insanların yaşadığı ilginç kaya mekanları, kiliseler ve içlerinin renkli dünyası onu şaşkına çevirir. Lucas, memleketine döndükten sonra, gezi notlarını iki ciltlik bir seyahatname halinde 1712'de Paris yayınlar, Kapadokya bölgesinde gördüklerini, biraz hayal gücünü de katarak oldukça abartılı bir anlatımla tasvir ederken: "... Kızılırmağın karşı kıyısındaki eski yapı kalıntılarını gördüğümde, inanılmaz bir şaşkınlığa düştüm. Bunlar çok sayıda hiç görülmemiş piramitlerdi. " Hepsinin içinde güzel bir kapısı, yukarı çıkmak için güzel bir merdiveni ve tüm odaların aydınlanmasını sağlamak için büyük pencereleri vardı. Tek bir kaya kütlesinin içine üst üste oyulmuş birçok daireden oluşuyorlardı. Bunların sayısı iki ya da üç yüz değil, iki binden fazlaydı. İlk önce bu piramitlerin eski keşişlere ait konutlar olabileceğini düşündüm. Gördüğüm bu şekiller bana keşişlerin başlıklarını anımsattı. Fakat daha sonra başka değişik şekillerin de olduğunu fark ettim." demekte. Bölgeden 1714 yılında ikinci geçişinde de bu peri bacalarını "yok olmuş antik bir şehrin mezarlığı" olarak nitelendirdi. Bunun üzerine Kral XIV. Louis'in sarayında büyük bir skandal patladı ve Paul Lucas'ın yalancılık hastalığına (mıthomanie) yakalandığına inanmaya başladılar, hatta bunun için İstanbul'daki Fransız Büyükelçisi Comte Desalleurs'tan bu yöreye gidip Paul Lucas'ın doğruyu söyleyip söylemediğini araştırmasını istedi. Mr.le Comte Desalleurs, olayın doğru olduğunu ve binlerce piramit şeklinde olgunun var olduğunu doğruladı. Seyahatname yayınlandığında Avrupa kamuoyunda büyük tartışmalara yol açmıştı. Gravürlerde görülen Ürgüp ve çevresi, o günün Avrupa’sı için oldukça uzak bir diyardır. Üstelik Lucas'ın yöre hakkında verdiği bilgiler, Kapadokya konusunda antik kaynaklarda geçenlere de uymamaktadır. Paul Lucas'ın bu fantastik tasviri Batıda büyük ilgi çekmiş ancak bazılarına inandırıcı gelmemiş ve şüphe ile karşılanmıştır. Alman yazar C.M. Wieland (1733-1814) eleştirilerini şu cümlelerle dile getirmiştir: "Herhangi eski bir yazarın kitabında veya seyahatnamesinde en ufak bir bahsine rastlamadığımız bu denli çok sayıda ev biçiminde oyulmuş piramitlerin varlığına inanmak bana imkansızlıkla eşdeğer geliyor ." demiş. Ürgüp ve çevresinin daha gerçekçi tanıtımı ise bölgeye Lucas'tan yaklaşık 130 yıl sonra gelen Fransız seyyah Charles Texier'e aittir. Fransa Hükümeti tarafından Anadolu'da araştırmalar yapmakla görevlendirilen bu ünlü mimar, 1833 ve 1837 yıllarındaki seyahatleri sırasında Kapadokya bölgesini de ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. Daha sonra Anadolu'daki gezi ve incelemelerinin sonuçlarını altı ciltlik "Description de I'Asie Mineure..." adlı anıtsal eserinde gravür ve planlarıyla birlikte yayınlarken "...Doğa, hiçbir zaman kendini bir yabancının gözlerine böylesine olağanüstü bir şekilde sergilememiştir. Dünyanın hiçbir bölgesinde böylesine sürekli ve daha düşsel bir tabii olay var olduğunu duymadım." demekte. Lucas'tan sonra bölgeye, Avrupalı seyyahlar 19. Yüzyılda daha çok bilimsel amaçlarla araştırmalar yapmaya gelmişler ve bu değişik jeolojik yapı karşısında şaşkınlıklarını gizleyememişler. İngiliz Seyyah W.F. Ainsworth, volkanik vadinin gerçek dışı görünümünü şöyle aktarır: "Nehir boyunca uzanan bir vadiden geçtikten sonra, kendimizi birden bire sonsuz bir karmaşa halinde çevreleyen koni ve sütun biçimli kayalardan oluşan bir ormanda bulduk. Çok eski ve büyük bir kentin harabelerini geziyor gibiydik. Bazı koniler üstte büyük ve şekilsiz kaya parçaları taşıyordu." 
1837 yılı Temmuz'unda bölgeye gelen ünlü İngiliz jeologlarından W.J. Hamilton "Kelimeler bu olağanüstü yörenin görünümünü anlatmaya yetmemektedir" diyerek Texier'in görünüşüne katılmakta. 1838 Ekim'inde Prusyalı ünlü Feldmareşal Moltke, Kayseri'den Nevşehir'e giderken Ürgüp'e uğramış; "Dimdik ve mağaralarla garip bir şekilde oyuk oyuk olmuş bir kayalığın üzerindeki eski bir kale, kasabanın tepesinden bakıyordu. Ürgüp'ün evleri taştan, son derece zarif yapılmıştır... Ürgüp'ün arkasındaki yayla bağlarla örtülüdür ve derin vadilerle bölünmüştür. Bunların yamaçlarında eski duvar kağıtlarda görülen resimler gibi garip kaleler yükselir" diyerek yörenin karakteristik dokusuna dikkat çekmekte. Texier'in 1862'de yayınlanan "asie Mineure" adlı kitabında kaya kiliseleri ile ilgili bilgiler daha geniş bir şekilde yer alır. 1864'te ise İngiliz mimar R.P. Pullan ile birlikte yayınladığı Bizans mimarisi ile ilgili eserde Ürgüp ve çevresindeki kaya kiliseleri de ayrıntılı bir şekilde yer almaktadır. İngiliz W.J. Hamilton ise; "Kelimeler bu olağan üstü yerin görüntüsünü tasvir etmeye yeterli değildir " cümlesi ile hayranlığı belirtir. Bilimsel araştırmalar ve yayınlar 19.yüzyılın sonlarında başlamıştır. Kapadokya bölgesinin fiziki yapısının analizi ve tarihi kaynaklarının tanıtılması A.D. Mordtmann, W.M. Ramsey, J.R.S. Sterret ve Ch. Texier gibi bilim adamları tarafından gerçekleştirilmiştir. 1907-1912 yıllarında G. de Jerphanion'ın Kapadokya Kaya Kiliseleri adlı anıtsal eser; kaya kiliseleri, manastırlar ve içindeki duvar fresklerini sanat tarihi açısından sistematik şekilde ele alan ilk büyük çalışmadır. 1958'de Fransız Nicole Thierry ve Catherine Jolivet rahip Jerphanion'un incelenmesinde bulunmayan kiliseleri neşrederek Kapadokyanın bugünkü şöhretine erişmesine yardımcı olmuş. Bölgede Paleolitik izlere rastlanmakla birlikte bu tür kültürlerin tarihleri çok uzağa gitmemekte, belki son paleolitik dönemi temsil etmektedirler. Her halûkarda günümüze dek ele geçen veriler bu yöndedir. Bunun sebebi olarak da 'Würm' Buzulunun Anadolu platosunda uzun süre kalmış olması ve bilhassa volkan patlamalarının insan yerleşimlerine müsaade etmemiş olduğunu varsaymamız gerekmektedir. Ancak tüm bu kanıt eksikliğine rağmen Kapadokya bölgesinin nehir kıyılarının ve tatlı su kaynaklarının bol olduğu vadiler, ilk insan oturumlarına çok müsait doğal yaşam kaynakları sunmuş oldukları açıktır. Çoğu kez metal kullanımına bile gerek duymadan (zira daha sert bir taşla; örneğin obsidienle) kolaylıkla oyulabilen tüf kayaların insanlara sıcak konut teşkil etmiş olduklarını düşünmek de yanlış olmayacaktır. Vadi kenarlarındaki yüksek kaya mekanların da korunmaya müsait olduğu açıktır. Biliyoruz ki yüz binlerce yıl insan toplulukları meyve toplayıcılığı, av ve balık avcılığı yaparak varlıklarını sürdürmüşler ve suya olan hayati bağımlılıklarından dolayı da nehir kenarlarına yerleşmişlerdir. Bu bağlamda Kızılırmak bu tarihi görevini kuşkusuz sessizce yerine getirmiştir. Ancak bunları kanıtlayacak izlere rastlanmaması Kapadokya'nın yaşayan doğasının sonucu; zaman süreci içinde bu izlerin bir sonra gelenler tarafından genişletilip tekrar oturuma sahne olmasıyla silinmekte, yok olmaktadır. Bu nedenle Kapadokya kaya mekanları tarihlendirmek çok zor hatta bazen imkansız olmaktadır. Gelveri yakınında Kıta Avrupa’sı kültürleri ile de bağlantılı bir prehistorik olduğu kadar Hitit döneminden de bölgede önemli yerleşimler ve eserlerin yanı sıra, Ürgüp'ün 8 km. güneydoğusunda Avla Tepesinde İngiliz arkeologları paleolotik ve neolatik döneme ait taş aletler bulmuşlardır. Aynı şekilde Ankara İngiliz Arkeolojisi Enstitüsü'nün 1964-1966 yılları arasında yaptığı prehistorik araştırmalar ortaya oldukça ilginç bulgular çıkartmıştır. Ian Todd başkanlığında gerçekleştirilen bu yüzey araştırmaları sonucu, çoğu Nevşehir, Niğde, yöresinde olmak üzere Neolotik Dönem'den başlayan bir çok yerleşm yeri saptanmıştır. Nevşehir il sınırları içinde kalan İğdeli Çeşme, Acıgöl, Tatlarin kasabasında çok büyük bir Neolitik çağ yerleşimi bunlardan bazılarıdır. Aksaray'ın 18 km. kuzey batısında Tuz Gölüne (Tatta) yakın Yeşilova'da yapılan Acemhöyük kazıları oldukça ilginçtir. Yapıdaki buluntuları IV.yy.sonu-VII.yy. ortasına ilişkindir. Bizans yapılarının altında, düzenli dizilmiş evlerden oluşan bir yerleşme ortaya çıkarılmıştır. Buluntulardan, burasının tarımla uğraşan savunmasız bir yerleşme olduğu anlaşılmaktadır. Bizans yerleşmesinden sonraki katın (III.kat) roma Dönemi'nden olması gerekirken, Helenistik özellik taşıyan keramikler ve M.Ö.I. yy. ile M.S. I. yy arasına tarihlenebilir. Bunun altındaki yaklaşık dört metrelik bir kültür katı da yine Helenistik dönem'e ilişkindir. Dört mimari kattan oluşan bu yerleşmelerin hemen tümünde yangın, deprem izleri görülmektedir. IV. kat yerleşmesi şiddetli yangınla son bulmuştur. V. katta ise üstlerine gelen bir şeyden korunmaya çalışan, kıvrılmış iki yaşlı insan bedeni korkunç bir depremi çok açık olarak anlatmaktadır. Yangınla yıkılmış VII. katta da iki genç insanın kıvrılmış vücutları bulunmuştur. VIII. kattan sonra megaron planlı evler görülmeye başlar. XVI. katta dolma set üstüne oturan kerpiçten sur duvarı ortaya çıkarılmıştır. M.Ö. 600-500'e tarihlenen XVII. katta , geometrik motifli, parlak al seramikler bulunmuştur. XIX.-XXIV. katlar arasında Hitit ve İlk Bronz Çağ kültür kalıntıları vardır. XIX. XX, XXII. katlarda basit teknikle yapılmış sur kalıntıları, Hitit geleneğinden kaplar bulunmuştur. M.Ö. 4000 yıllarına kadar uzanan kalkolitik ve erken Bronz Çağı kalıntıları düzenli bir şekilde saptanmıştır. 1968 yılında Hacı Bektaş höyüğü (Sulucakarahöyük) bölgede eski Hitit'ten başlayarak Orta Hitit, Frig, Roma, Geç Roma ve Bizans izleri vermesi Topaklı Höyükte İtalyanlar'ın 1967'de başlattığı kazılarda İlk Bronz Çağ'dan Bizans Dönemi'ne uzanan 24 mimari kat ortaya çıkarılmış olması, Kapadokya yöresinin çok eski bir oturum yeri olduğunu kanıtlamaktadır. Yerleşik hayata geçişten itibaren, yerleşim birimleri arasında, temel ihtiyaçların karşılanması için ticaret ve benzeri ilişkiler doğmuş ve ihtiyaç duyulan temel maddelere sahip olan ve üreten birimler her devirde önemli merkezler haline gelmiştir. Eski Bronz Çağı (M.Ö.3200-1950) sonlarında, Asurlu tüccarlar Kızılırmak yayı içindeki bölgeye "Hatti Ülkesi" derlerdi. Kuzey Mezopotamya'daki Asur şehri tüccarları İç Anadolu'da geniş ve etkili bir ticaret ağı kurmuşlardır. (M.Ö. 1950-1750) Bu ticaret ağının merkezi Kayseri yakınındaki Kültepe-Kaneş'dir. Bıraktıkları onbinlerce pişmiş topraktan ticaret mektuplarında dokuz büyük ticaret merkezinin ve yüzlerce küçük şehrin isimleri görülür. Bunların arasında Nenessa'yı da görmekteyiz. Bunun yanında Aksaray'dan Kayseri'ye giden doğal ana yollardan birisi Kızılırmak kenarıdır. Hititler zamanında iskân gördüğüne dair bilgiler vardır. J.C. Gardin ve P.Garelli; M.Ö.19. yüzyılın başlarına ait, Asurlular'ın ticaret yollarını incelerken, ticari sınırların İncesu, Aksaray, Konya, Bor, Niğde ve Ereğli bölgelerine kadar uzandığını tesbit ettiklerinde, Nenessa ve Waşhania'nın bu bölgenin sınırları içinde olduğunu gördüler. Ayrıca tabletler, iki Asurlu tüccarın Kaneş'ten (Kayseri-Kültepe) Buruşhattum'a (Acemhöyük) dört günde gitmek için sürekli Waşhania, Nenessa ve Ullama'da geçtiklerini yazmaktadır. 1926'da da dilbilimcisi Emile Forrer, Boğazköy Hitit Kraliyet Arşivleri'nde yaptığı araştırmalar sırasında bir tablette Zu-Winassa şehrinin adını okudu. Zu-Winassa Hitit, Nenessa Asur dilinde aynı şehri işaret ediyor olmalıydı. Nenessa, (veya Nıssa'lı Gregoir'in bahsettiği St. Vanot) N.Therry'nin çalışmalarına göre Venessa ismi Avanos'a dönüşmüştür. Osmanlı belgelerinde Avanos, "Enes, Uvenez, Evenez" olarak geçer.
M.Ö. 2000 yıllarında orta Anadolu'da şehir devletlerini görmekteyiz. Bu devirde Hititler Orta Anadolu'ya yani Hatti ülkesine gelerek M.Ö. 1750 yıllarında hakimiyet kurmuşlardır. M.Ö. 1200 yıllarında Trakya'dan gelen kavimler ve Akdeniz-Ege kavimleri Homeros'un destanlarına konu olan Troia'ye ezerek Hitit İmparatorluğu da yıkmışlardır. Anadolu bu istilalarla 400 yıllık karanlık devre gömülmüş ve bölgeye Frigler sahip olmuştur. 
M.Ö. 800 yıllarında Hitit Tabal krallığının tekrar bölgede görüldüğüne tanık olmaktayız. Tabal krallığı at yetiştiriciliği ile şöhret kazanmış ve M.Ö. 700 yıllarında ortadan kaldırılmıştır. Bu krallığın merkezi Bor civarındaki Tuvanna (Tıana-Kemerhisar)dır. Kappadokia bölgesinin ilk halkları Hattiler, Luviler ve Hititler'di. Bu bölgede I.Ö.III. bin yıl sonuyla ikinci bin yıl başlarında Asurlular ticaret kolonileri kurmuşlardı (Asur ticaret kolonileri çağı). Kültepe'de (Kaneş) bulunan ve "Kappadokia tabletleri" diye adlandırılan Asurca çivi yazılı tabletler (I.Ö. ikinci bin yıl başı) Anadolu'nun ilk yazılı belgeleridir. Tabletler üzerinde yapılan çalışmalar ve yazının okunması, bunların Asurlu tüccarlara ait olduğunu ortaya koydu. Dönemin toplumsal ve siyasal yaşamına ışık tutan bu tabletler aslında ticari ve ekonomik sözleşmelerdi. Bu belgelere göre bu dönemde Orta Anadolu'da, merkezi bir yetkiye bağlı olmayan, küçük yerel krallıklar, beylikler vardı. Bunlar genellikle küçük bir bölgeyi ellerinde tutuyor ve barış içinde yaşıyorlardı. Dönemin en önemli kenti olan Kaneş (Kültepe), Anadolu'daki ticaret etkinliğinin merkeziydi. M.Ö. IX, yüzyılın ikinci yarısında çok genişleyen Tabal Krallığı bölgeyi tamamen ellerine geçirmişlerdir. Hacıbektaş-Karaburna, Topada (Acıgöl), Gülşehir-Sıvasa (Gökçetoprak) da çıkan hiyeroglif kaya yazıtları bunu göstermektedir. Hitit İmparatorluğu'nun çekirdeğini oluşturan bölge daha sonra Phrıgialilar'ın, Persler'in egemenlik alanına girdi. Bundan sonra bölge Kimmerlerin, İskitlerin istilasına uğramış, M.Ö.700 yılından hemen sonra Lidya, Med ve Pers imparatorluklarının egemenliğine girmiştir. VI. yüzyıldan itibaren Nevşehir ve yöresinin Lidyalıların egemenliğine girdiğini görüyoruz. VI. yüzyılın ortalarında Lidya kralı Cresus, Pers ataklarını durdurmak için Kızılırmağı geçer. (M.Ö. 575-546) Cresus'a ırmağı aşmanın çaresini Miletoslu Thales göstermiştir. Tarihçi Heredot bunu şöyle anlatıyor; "O sırada onun konak yerinde bulunan Thales, derin bir hendek kazdırttı, konak yerinin üst yönüne doğru ve yarım ay biçiminde; öyle ki eski yatağından sapan ırmak konak yerinin ters yönünden giriyor ve çevresini dolandıktan sonra gene ilk yatağına dönüyordu; ve böylece ikiye bölünmüş olan ırmağı aşmak daha kolay olmuştu." Bu savaşta Creus'un yenilmesiyle yöre Perslerin (Ahamenid) eline geçer. Persler, halkı göçe zorlamadılar. Ancak, büyük toprakların yönetimini Pers kökenli asker-soylulara, halkın yerel dinsel önderlerine bıraktılar. Buralarda yerel kültür Pers kültürü kaynaştı; Heradot Perslerin kültürel yapısını ise şöyle anlatır; "tanrı heykeli, tapınak, sunak gibi şeyleri yapmayı bilmezler; kurbanları dağ başlarında keserler ve Zeus dedikleri de tanrısal gök kubbedir. Güneşe, aya, toprağa, ateşe, suya ve rüzgara da kurban adarlar". Persler'in ateş kültü özellikle Kappadokia bölgesinde önem kazandı, volkanik Argaios (Erciyes) dağı, bu kült için çok uygundu. Pers tanrılarının, diğer dinlerin tanrıları gibi; tam manada tapınakları yoktu. Buna karşın kutsal alanları vardı; bölgeye serpilmiş bir halde bulunan kutsal alanlar, çok sayıda ateşgede tekkelerine bağlı bulunuyorlardı. Yunan müellifleri bu kutsal alanlara Pırhethee ve rahiplere de Pıree yani ateş yakıcı demişlerdir. Zend dilinde bu rahiplere Atharvan yani ateş rahibi deniliyordu. Ateşgedeler, kutsal alan dahilinde yüksekçe bir yerde, içinde hiç sönmeden ateş yanan kül ile kapalı bir taş kovuktan ibaretti. Arkalarına uzun beyaz roplar, başlarına uçları dudaklara kadar uzayan yün külahlar giyen Atarvan (mugrahip)lar her gün ellerinde bir deste çalı olduğu halde kutsal alana girer ve ateşgedenin dibinde bir saat kadar ilahi okurlardı. Bazan kurban olarak içkiler sunar, yahut hayvan keserlerdi. Kurban takdim eden, bu iş için tahtadan bir balyoz (billot) kullanırdılar: "Demir istimali şiddetli memû idi..." Pers dilinin Kapadokya'daki kutsal alanlarından en önemlisi Zela (Zile)de idi. Starbon Zela kutsal alanının, adlarını Anaitis,Omanos ve Anadates diye kaydettiği popüler üç tanrıya hasredilmiş olduğunu Ord. Prof. Günaltay, özellikle belirtir.turkeyarena.com Perslerin ateşe tapma inançları Kapadokyalılar tarafından kolaylıkla kabul gördü. Bilhassa Persler inanç kavramlarını destekleyen kusursuz bir coğrafyayla karşılaştılar. Ateş ve volkanlarla kaplı bu bölge inançları için ideal bir manzara oluşturuyordu. Bu bağlamda tarihçiler M.S.IV. yüzyıllara dek uzanan ateş tanrısına adanmış mabedlerin varlığını açığa çıkarmışlardır.. 
Persler zamanında bölgeye "Kapadokya" denilmeye başlanmış ve burada Kapadokya Satraplığı (eyaleti) tesis edilmiştir. Pers döneminde Kapadokyada hayvancılığın çok gelişkin olduğunu ve yıllık 360 talent vergi olarak Perslerin 1.500 at, 2.000 katır, 50.000 koyun aldıklarını bilmekteyiz. Kıyılardaki ticaret ve para ekonomisine karşın, iç kesimlerde kapalı bir kara ticareti egemen oldu. Ekonomik olanakları sınırlı kalan Pers devleti, gücünü giderek yitirdi. Ord. Prof Günaltay'a göre; "İran fethi esnasında, münbit topraklar ordu ileri gelenlerine verilmiş; köylüler toprağa bağlı köle durumuna düşürülmüşlerdi. Pers asilzadeleri, debdebeleri, av eğlenceleri, safahat hayatları yüzünden servetlerini kaybedince köylülerini Yunanlı veya Romalı esircilere satarlardı. Yalnız tapınakların köle (serf)leri alınıp satılamazlardı. Bu olaylar, pek eski zamanlarda yani Kültepe tabletleri devrinde Mezopotamya'dan gelmiş olan medeniyetin bu yüzden tamamiyle ortadan kalkmış olduğunu pek güzel anlatmaktadır. Bu gibi sosyal facialar yüzünden Kapadokyalılar milli geleneklerini unutmuş, buna karşı İyonıa medeniyetini de temessül edememişlerdi." 
Makedonya kralı genç İskender, M.Ö 334 ve 331'de Pers ordularını ard arda bozguna uğratarak büyük imparatorluğu çökerttikten sonra oluşan huzurlu ortam Makedonyalı Büyük İskender'in (M.Ö. 333-323) doğu seferi ile son bulur ve bu huzursuzluk İskenderin generalleri ve onların mirasçılarının sürekli savaşları ile devam eder.. Kapadokya M.S.17'de Roma'nın Asya'daki bir vilayeti olduktan sonra.,savaşlar yüzünden devamlı yoksullaşır ve Roma İmparatoru Tiberius, Kapadokya'nın içine düştüğü yoksulluk karşısında, bölgeden alınan ağır vergilerin hafifletilmesini buyurmak zorunda kalır. Ertesi yıllarda da Kapodakya ya bir Roma valisi (legat) atandır. Gerek Romalılar gerekse ondan sonra gelenler (Bizanslılar) bölgeyi kendi kültürlerine asimile etmek ve açık ticaret yollarını kontrol ederek bu geniş Kapadokya bölgesindeki insan potansiyelini kullanmak düşüncesinde olmuşlardır. Ürgüp ün bu dönemde de önemli bir dini merkez olduğunu, köy, kasaba ve vadilerindeki kaya kiliselerin ve manastırların piskoposluk merkezi olduğunu Ürgüp ve civarındaki ilk yerleşim yeri olarak kabul edilen ve antik adı Tomissos olan damsa çayı doğusundaki avla dağı etekleri ve Ürgüp kasaba ve köylerinde bulunan roma dönemine ait kaya mezarlıklardan yola çıkarak Anlamaktayız. Tarihsel süreç içerisinde çok sayıda isme sahip olan Ürgüp. Bizans Döneminde Osiana (Assiana), Hagios, Prokopios - Selçuklular Dönemi'nde Başhisar; Osmanlılar zamanında Burgut Kalesi; Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren de Ürgüp adıyla anılmıştır 
11. yüzyılda , Selçukluların önemli kentleri Konya'ya ve Niğde'ye giden yolların üzerinde önemli bir kale konumunda olan ürgüpte, Bu döneme ait iki yapı Altıkapılı ve Temenni Tepesi Türbesi Kentin merkezinde dikkat çekmektedir. Bir anne ve iki kızına ait olan ve 13. yüzyılda yaptırılan 'Altı Kapılı Türbe', altı cepheli, her cephesinde kemerli pencereli ve üstü açıktır. Ürgüp'ün Temenni Tepesi'nde bulunan iki türbeden birinin, 1268 yılında Vecihi Paşa tarafından yaptırılan ve halk arasında 'Kılıçarslan Türbesi' olarak da anılan Selçuklu Sultanı IV. Rüknettin Kılıçarslan'a, diğerinin ise III. Alaaddin Keykubat'a ait olabileceği düşünülmektedir. Ancak araştırmacılara göre bu olasılıklar oldukça zayıftır. 1515 yılında Osmanlı topraklarına katılan Ürgüp, 18. yüzyılda Osmanlı Sadrazamı Damat İbrahim Paşa'nın kadılık makamını doğduğu kent olan Nevşehir'e (Muşkara) taşıması nedeniyle ilk kez ikinci planda kalır. Ürgüp’teki bir diğer önemli yapı da Rum Hamamı’dır. Rumca kitabesinden temelinin 1900’de atıldığı tüm halkın ortak çalışması sonucunda 1909’da tamamlandığı anlaşılmaktadır. Şemsettin Sami 1888-1900 yıllarında yazdığı Kamus-ül Alam adlı tarih ve coğrafya ile ilgili eserinde Ürgüp'te 70 cami, 5 kilise ve 11 kütüphane olduğunu belirtmektedir. Ürgüp civarındaki Pancarlık, Üzengi ve Keşlik vadisi hem tarihi, hem de doğal değerleri olan vadiler.