Bir ihtiyar Abdi Bayırından yavaş yavaş iniyordu. Bayırı çıkmak ne kadar zorsa, inmek de o kadar zordu. Yaşlı ve güngörmüş bedeni zar-zor taşıyordu. Elinde iğdeden kestiği bastonu aksayan ayağına destek veriyordu. Arada bir denk getirdiği taşların üzerine oturur dinlenirdi. Sonra yine bayır aşağıya yürümeye devam ederdi.

Alçı hane bayırından da inerse çarşıya varacaktı. Önce soğuk çeşmeden suyunu kana kana içecek, daha sonra asmalarla kaplı çarşıdaki kahvehanelerden birine oturup dinlenecekti. Malum harbi konuşacaklalardı. Yeni haberler dinleyecekti. Kim bilir belki de Osman’dan bir haber alacaktı.

Kurtuluş Savaşı henüz bitmiş, Nevşehir’den giden savaşçılar yeni yeni dönmeye başladığı zamanlardı… Savaşçılar çok yorulmuşlar zayıflamışlardı. Kimisi bir parçasını savaş meydanlarında bırakmışlardı. Her şeye rağmen sevinç ve onur gözlerinden okunuyordu.

Zafer ve evlatlarına kavuşma Nevşehir’i bir bayram yerine döndürmüştü. Birçok aile evlatlarını karşılamak için yollara dökülmüş kavuşma telaşına düşmüşlerdi.

Hazım Emmi; Gözleri yaşlı, içi buruk bir şekilde bu olanları izliyordu. Yaslı bir şekilde zafer sevinci yaşıyordu. Zira oğlu Osman’ın şehit haberini daha önce almıştı. Yine de gözleri öyle onu arıyordu. Gelenlerden soruyordu. Bir asker gördü mü? Hemen oraya koşup gidiyordu. Belki bir ihtimal, belki bir yanlışlık olmuştu. Oysa Osman İnönü savaşlarında şehit olmuştu. Onunla savaşan birkaç silah arkadaşı da aynı şeyi söylememiş miydi?

“Hayır Hayır Böyle bir şeye inanamam, bunu saymıyorum. Kabul etmiyorum.”

Hazim Emmi bu gerçeği gerçekten kabul etmiyordu. Bekleyip duruyordu. Osman yiğit bir çocuktu. Herkesin yardımına koşar, kötülük nedir bilmezdi. Sözünün eriydi. “Döneceğim baba.” Demişti. “Allah’ın izniyle zaferle döneceğim.”

Osman’ın daha yalan söylediği vaki değildi. Ama bak gelmemişti işte…

Simsiyah saçları, dal gibi boyu vardı. Hele babasını gördüğü zaman o tertemiz gülümseyişi gözünün önünden çıkamıyordu.

Ya Ali’si… Çok şeyler götürmüştü bu savaş kendisinden… Zira küçük oğlu Ali’si de ince hastalıktan ölmüştü. Doğduğundan beri kendine gelememiş, öteki çocukların içine bir türlü karışamamıştı. Öyle sararıp solup duruyordu.

Memleket çok uzun yıllardan beridir savaşlarla kıtlıklarla boğuşup duruyordu. Çocuğa da iyi bakamamışlardı. İyi olur umudu ile mahallenin yaşlı kadınları çeşitli otlar kaynatıp içiriyorlardı. Özellikle üzüm pekmezini de hiç ihmal etmiyorlardı. Olmuyordu işte…

Doktor Daniel’e bile götürmüşlerdi. O da;
“İnce hastalık “Demişti.

Yaygındı zaten, bir insan sararıp zayıflıyorsa teşhis hemen “İnce hastalık” olurdu. Ötesine gidemezlerdi. Oysa kıtlık ve savaş zamanlarında hiç akla gelmeyen hastalıklar bile insanlara zarar verebiliyordu.

Kurtuluş Savaşının en zor günlerinde; Ali, on dört, on beş yaşlarında hayata veda etmişti. Yıl 1922, Mevsim kıştı. O kış öyle zor geçmişti ki; Hastalık, yokluk, savaş, hasret hep birbirine karışmıştı. Acılar insanlarımızın alışkanlıklarından olmuştu.

Sakaryalar, Dumlupınarlar Nevşehir’de de yaşanıyordu. Vatanın durumu, giden evlatların durumu, yokluklar, uykusuz geceleri getiriyordu. Huzur hiç yoktu. Adamı kendi derdine bile yandırmıyorlardı. En korkunç soruyu akıllarına bile getiremiyorlardı.

“Ya bir de yenilirsek.”
 “Allah korusun, Hızır beklesin ya Rabbi, Vatanımızı elimizden alma, kuvvet ver evlatlarımıza.”

Böyle zor günlerde dünyaya gelip yaşamak ne yaman imtihandı. Bu imtihan Hazim Emmiye de tesadüf etmişti. Zaten iki oğlu vardı. İkisini de kaybetmişti.

Hazim Emmi bu durumu kesinlikle kabul etmiyordu. Paniklemişti. Kimse Hazim Emmiyi ikna edemiyordu. Ali neyse görmüştü… Çocuğunu mezarına kendi yerleştirmişti. Ama Osman yoktu. Bekleyip duruyordu. Bir ayağı Karabacak çeşmesinde, bir ayağı Alçı hane bayırının altındaki kahvehanelerdeydi.

Uzun sürmedi, Hazım emmi vatanına evlatlarından sonra da aklını vermişti. Bu olaydan kısa bir süre sonrada yatağa düşmüştü. Zekaret halinde bile “Osman Osman ”Diye sayıklıyordu.

Bir akşamüstü aniden kendine gelen Hazım emmi;

“ Hatun Osman geldi. Bak üniforması nede yakışmış… Aman Ali’m de yanında nasıl da babayiğitçe duruyor. Osman… Ali… Arslanlarım..”

Bu olanlar karşında eşi kas katı kesilmiş, salavat getirip ağlıyordu. Gayri ihtiyari kapının yanına baktı. Hiç kimse yoktu. Döndü eşi Hazım emmiye baktı, ruhunu teslim etmiş gülümsüyordu. Çocuklarıyla beraber çekip gitmişti.

Bir şehit babası, bir akşamüstü böyle can vermişti. Aradan yıllar geçti. Unutuldu mu? Kim bilir? Osman vatanı için vatan olmuştu. Bu ateş çemberinden geçen vatanımız işte böyle bizim olmuştu.

Bahadır DEDEOĞLU 2007
 
(Not: Bu hikâyeyi İsmet Temelli’ den dinlemiştim. Yanımda Mustafa DEMİRKESEN vardı.)