Selef Devlet-Halef Devlet Yönünden Süleyman Şah Üzerinde Egemenliğin Devamı
     Süleyman Şah türbesine operasyon sonrasında neredeyse iki kutuplu bir tartışma oluştu. Taraflardan biri operasyon ve sonucunu, Türkiye'nin kazanç sepetinde göstermeye devam ederken; diğer taraf sonucu Türkiye'nin kayıplar sepetinde göstermeye devam ediyor. Eğer bu mecrada aylarca tartışılsa bile, yine de saflaşma bir milim bile sapma göstermeyecektir.
 
     Oysa ‘Süleyman Şah türbesi nasıl bir egemenlik türü?’ sorusu yeterince ele alınmadı. Eğer böyle bir soruya yakın cevap bulabilirsek ‘kazanç-kayıp’ saflaşmaları çok keskin olmayacaktır. Ayrıca, asıl sorgulanması gereken noktalar daha ön plana çıkacaktır.
 
     Topraklar üzerinde egemenlikler boyutlarını sıralarken; Süleyman Şah türbesi egemenliğinin hangisine daha yakın olduğunu bulmaya çalışalım:
 
     Devletler hukukuna göre egemenliklerin boyutları da değişkenlik gösterebiliyor. Devletlerin, üzerinde en geniş tasarrufta bulunduğu egemenlik türü kendi sınırları içerisinde kullandığı egemenliktir. Eğer ilk karşılaştırmayı yapacak olursak; Süleyman Şah türbesindeki egemenlik türü, ulusal sınırlar içinde kullanılan egemenlikle tam örtüşmüyor.
 
     Devletlerin egemenlik kullandığı alanlardan biri de büyükelçilik binalarıdır. Viyana Sözleşmesi’ne göre, büyükelçilik binaları ve uzantıları ülkelerin kendi mülkü sayılır. Savaş halinde bile olunsa dokunulamaz; izinsiz girilemez. Süleyman Şah türbesi üzerindeki egemenlik hakları böyle bir egemenlikte değildir elbette.
 
     Türbe üzerinde egemenliği belki “Anklav” tipi topraklara benzetebilir miyiz acaba? Anklav tipi topraklar, bir ülkenin çok küçük parçasının komşu ülkenin sınırları içerisinde kalmış olanıdır. Mesela, Güney Afrika'nın çevrelediği “Lesotho” bir anklav topraktır. Yine, İsviçre içinde kalmış Almanya’ya ait olan “Büsingen” ile İtalya’ya ait olan “Campione d'Italia” birer anklav topraktır. Caber kalesi ve Süleyman Şah anklav topraklara benziyordu, diyebiliriz. Fakat, bence bu da değildir. Çünkü verilen örnekler kasaba ve köylerin bulunduğu yerlerdir.
 
     Başka bir egemenlik elde etme yolu ise “halef devlet-selef devlet” ilişkisinden gelir. Şöyle ki; bir devlet savaş sonucu tamamen ortadan kalkar, yerine başka devlet kurulur ise, selef devletin bütün varlığı halef devlete geçerdi. Fakat, Osmanlı devleti, Suriye topraklarını kaybetmişti ama bütünüyle yok olmuş sayılmadı. Yani, Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı devletinin devamı ve mirasçısı oldu. Aslında Osmanlı devleti ile Türkiye Cumhuriyeti farklı devletler değildir. Osmanlı devleti, Suriye topraklarını Fransa'ya kaptırmış olsa da; Suriye toprakları üzerinde  “halef devlet-selef devlet” ilişkisi tam doğmadı. Osmanlı devleti için sembol haline gelen yapılarda miras arayan devlet vardı. O da Türkiye Cumhuriyeti oldu. Aynen, kaybettiği Irak'ın Musul-Kerkük petrollerinde miras aradığı gibidir. Bundan dolayıdır ki, 1921 Ankara antlaşmasında Caber Kalesi ve türbenin Türkiye’nin mülkü sayılması kolay olmuştu.
 
 
      Böyle de olsa buradaki egemenlik basitleşiyor mu anlamı çıkmamalıdır. Ancak, bildiğim kadarıyla bu tür egemenlikler biraz esnektir. Devletler hukuku çerçevesinde 60’lı ve 70’li yıllarda olduğu gibi yeri değiştirebilir, büyütebilir, alanı daraltabilir. Sahibi olduğu toprak parçasını gerektiğinde kuvvet kullanarak koruyabilir. Hatta çeşitli riskler oluştuğunda elemanlarını ve unsurlarını çekebilir. Zaten buraya kadar bir sorun yok gibidir. Fakat, asıl tartışma konusu, risk faktörlerinin önlenemez seviyede olup olmadığı üzerine olmalıdır. Gerçekten ciddi riskler var mıydı? Mesela, bu yönde hangi veriler oluşmaya başlamıştı? Toplum bu konularda iyi aydınlatılırsa tartışmanın seyri daha da hafifleyecektir.