Bitkilerle tedavi yöntemleri binlerce yıldan beridir geleneklerimizde yaşatılmaktadır. Nevşehir’in aşiretlerden ve çeşitli coğrafyalardan gelen insanları bu konuda da yöremizi oldukça renklendirmiştir. Şifacılığın yöremizde de devam ettiğini hesap edecek olursak, şifacılığın toplumdaki yeri de daha iyi idrak edile bilmektedir. Bu yüzdendir ki, Attar esnafı en eski esnaflarımızdandır. Yöremizde gelişen nakliyecilik, istenen maddenin getirilmesini sağlaması da şifacılığa sunulan bir kolaylıktır.

Babaannem rahmetli hastalıkları ikiye ayırırdı. Ara hastalığı ve ince hastalık derdi. Ara hastalığı belki ama ince hastalık işinin tam ehli olması gerektiğine inanırdı. Günümüzde ince hastalığı da kategorilere ayırdılar, ara hastalığını da ayırdılar. Eskiden yaygın olan Verem Hastalığının bir adının da ince hastalık olduğunu unutmamak gerekir.

Kadeş Savaşından sonra dost olan Mısır ve Hitit Devletleri arasındaki ilişkiler gelişmiş ve bu sayede Mısırlı şifacıların yöremize gelip şifacılık yapması, yöremiz için ayrı bir zenginlik olarak değerlendirilmesi gerekir.

Damat İbrahim Paşa zamanında şifacı bir kadınımızın Paster’den  100-150 yıl önce Fransa’ya götürülüp çocuklarına çiçek aşısını yapması da oldukça manidar bir olay olmasının yanında şifacılığın ne kadar ileriye gittiğinin bir belgesi sayıla bilir.

Nevşehir’in kuruluşu Osmanlı’nın en zor günlerine denk gelmişti. Savaşların ardı arkası kesilmiyor, açlık kıtlık ve bunların akabinde hastalıklar da bitmiyordu. Bizim çocuklarımız devamlı savaşlardaydı. Bu durum aileler için hasretin, tasanın yanında iş gücü mahrumiyeti de getiriyordu. Oysa şehrimizde bulunan Rumlar ve Ermeniler askere alınmıyorlardı. Bu yüzden onlar zengin oluyor, sanat sahibi oluyor tahsil yapa biliyorlardı. Bizimkilerde Tuna boylarında, Yemen çöllerinde, Doğu cephelerinde savaşıyorlardı. Doktor Daniel Nevşehirli Rum tebaasındandı. Dişçi yine bir Ermeni’ydi.

Şifacılar Annelerdi, babaannelerdi. Kendi çocuklarına baktıkları gibi mahallenin ve hatta tüm Nevşehir’in çocuklarına da baka biliyorlardı. Hatta bazı konularda branşlaşmış olmaları gerçekten çok enteresandır. Şifacı kaynaklarından biride askerliğini sıhhiye olarak yapmış, savaşlarda iyice pişmiş ve birçok deneyim geçirmiş yaşlılarımız oluşturmaktaydı.

Babaannemin de bu şifacı kadınlardan biri olması şifacılıkla ta çocukluğumdan beri tanışmama neden olmuştu. Ayrıca bir komşumuz vardı. Rıza Kapusuzoğlu halk doktorlarının son temsilcilerinden biri olarak kabul ederim. Zira başka memleketlerden gelip ilaç yaptıranları gördüm.

Sonradan Rıza Kapusuzoğlu’nun ta Yavuz Sultan Selim devrinden başlayıp Cumhuriyetin ilk günlerine kadar gelen ve dededen toruna geçen aile kitabını gördüm. Bu halk doktoru nesilde; Kemik matkabından iltihap alma borusuna, dikiş iğnelerinden, çeşitli neşterlere kadar birçok aletlerde bulunmaktaydı. Anestezi sıvı şişesi dâhi vardı.

Bu konuda oğlu Sayın Cahit Kapusuzoğlu;” Gelen hastalar için yatakhaneler bile mevcutmuş. Köylerden gelip tedavi oluyorlarmış.” Demişti. Günümüzde yazma kitap ve o aletler bir zamanların anısı olarak evlerinde muhafaza edilmektedir.

Nevşehir, hastalıklara, yaralanmalara ve tüm rahatsızlıklara karşı pratik çözümler bulmuş ve uygulamıştır. Bazısını bu günkü tıp kabul ediyordu. Bazılarını ise mantık dâhi reddetmektedir.

Genel tedavi çerçevelerine bakacak olursak;

  1. Hocalara okutmak
  2. Ocaklara başvurmak (Terma, kulunç, yel gibi hastalıklar)
  3. Otlarla veya içmecelerle tedavi.
  4. Zamanın doktorlarına götürmek.
  5. Kitaba baktırmak. Karşımıza çıkmaktadır.

Hocalara okutmak; Zamanımızda da devam eden bir yöntemdir. Genellikle ruhi sıkıntılardan ve nazardan kaynaklanan baş ağrısı ve ruhi nedenlerle hocalara veya ocaklara okutulurdu. Bu okumalar Sure veya dualardan oluşur. Şahit olmuştum. Okuyanın ve orada bulunanların esnemeleri, nazarın çıkmasına ve okunan insanın rahatlamasına neden olmaktadır.

            Ocaklar; Dededen veya ebeden toruna kalan efsun manevi el demektir. En yaygın kullanılan ocaklar terma denen bir deri hastalığıdır. Kendimde terma ve kulunç ocağıyım. Gariptir kulunçlu bir sırta dokunduğum zaman yerini ve durumunu hemen hissetmemin nedenini hâlâ bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki, kulunç ocağı aynı zamanda usta bir masördür. Ocaklarla, efsunu ayrılıp ayrılamayacağı konusunda bir fikir sahibi değilim. Zehirli böceklere ve yılana efsunu olanların bunlarla oynadıklarını duymuştum. Kesinlikle zarar vermiyorlar. Yine köpeklere karşı efsunu olanlara hiçbir köpeğin saldırmaması da ilginç bir olaydır. Daha nice konulara efsunu olanların varlığı belki de insanlık tarihi kadar eskidir. Ocak ve efsunu modern tıbbın araştırması gerektiğine inanıyorum. Gerçekten çok enteresan konuları vardır. Bu kültürdür ama daha da ötesinin olduğuna inanıyorum.

            Otlarla tedavi; Her memleketin ünlü bir bitkisi olur. İnanın her şeye gelir. Bizim ünlü bitkimiz de PER YAVIŞANI dır. Bu bitki bir nevi dağ çayıdır ve yöremizde bolca bulunmaktadır. Şekere, mide hastalıklarına, bademcik iltihabına, iştah açmaya bire birdir. Sonradan bir özelliğini daha keşfettik. Çölyak hastalığında en güzel yardımcı bitkidir diye bilirim. Zira böyle bir hasta denedi ve çok memnun kaldı. Şeker hastası olduğumu bilmediğim zamanlarda, özellikle dini bayramlarda ya peryavşeni çayı demler içerdim yada ağzıma biraz alıp sakız gibi çiğnerdim. Bu beni rahatlatırdı. Demek ki şekerimi düşürüyormuş.

            Babaannemin kullandığı, uzunca bir süre ailemizde uygulanan Yıldız gördü demlemesi anlatayım. Per yavışanı akşamdan biraz koyu olarak demlenip pencerenin dış kısmına, dışarıya koyulur. Tabi o zamanlar motorlu taşıtların eksoz gazlarından, kömür ve hava kirliliğinden bahsetmek söz konusu bile değildi. Pencerenin dışında sabaha kadar olgunlaşırken elbette ki yıldızları da görürdü. Gün doğumunun verimli atmosferini de içine alan peryavışanı demlemesi dövüş kavga bizlere içirilirdi. Tadı oldukça acıdır.

            Per yavışanının haricinde; Papatya dızlağan (Isırgan otu), karadut, tütün, sirke, keten tohumu gibi örnekleri çoğalta biliriz. Bitkiler, karışımları, macunları ve iksirler ve bunların hazırlanması çok zevklidir ve insanlara çok güzel bir hobi olabilir diye düşünüyorum. İnsan bu sayede doğayı daha iyi tanıyor ve seviyor.

            Nevşehir ve yöresi bağırsak temizliği yapmak için Karaya vadisine acı su içmeye gitmeleri bir gelenek halindeydi. Acı sular içildikten sonra yemekler yenir, piknik yapılırdı.

            Kitaba baktırmak; Mutsuzluk, geçimsizlik, karı koca geçimsizliği gibi durumlarda bu işle ilgilenen özel hocalara gidilirdi. Bu hocalar Yıldız name denen bir kitaba bakarlar; İnsanda büyümü? Var, cazımı, yoksa cin mi musallat oldu, bunlarla uğraşırlardı.

            Bazı hastalıkların ve rahatsızlıkların tedavi yöntemlerine bakıp kısa tarih gezisi yapalım.

NAZAR: Kötü niyetli bir kişinin ve ya çok istekle (Damağın takılaması) bakan kişinin manyetik olarak karşı tarafa zarar vermesidir. Nevşehir’de kötü nazardan çok korkulur. Nazarın kelime anlamı bakmak demektir. Gözleri renkli olan kimselerin çabuk nazar değeceğine inanılır. Özellikle aileler küçük erkek çocuklarını nazardan korumaya çalışırlar. Bu yüzden nazarlık yaparlar. İğde çubuğu, sey (Şap), küçük yengeç kıskacı, üzerlik tohumu bir firkete iğnesinde toplanıp çocuğun kazağına takılır. Okuyan bol bol esner. Bu adet halen devam etmektedir.

KURBAĞCIK VE BINGILDAK:  Dilaltı ve çocukların kafasında kapanmayan bıngıldaklarını iğne ile çizme adedi vardı. Sonradan iyi olacağına inanılırdı. Bu adet günümüzde terk edilmiştir.

SARILIK: Hasta, taze inek veya koyun derisine sarılırmış. Oldukça terletilen hastaya kendi idrarını içirdikleri de olurmuş.

BOĞAZ İLTİHABI: Damak kaldırma olayı vardı. Bu işin ustaları yine kadınlardı. Çekilmiş kahve ile karbonat karıştırılır, parmakla damak kaldırılmak suretiyle boğazdaki iltihaplar patlatılırdı. Karışımda bulunan karbonat ve kahve karışımı hastanın içinin bulanmasını önlerken iltihap yerinin dezenfektesine yardımcı olurdu.

            Tedavi için; Per yavışanı, ıhlamur, karanfil tarçın kullanılırdı. Soğuk algınlığına isa pekmeze karabiber karıştırılıp içirilirdi. Bu konuda Babaannemin bir formülünü yaşlı bir attar dan duymuştum. Meşe palamudu tohum ezmesi ve karanfil tozu ile gargara yaptırırmış. Hikmeti nedir dediğim zaman; Meşe palamudu cildi oldukça gerer, karanfil ise, mikrop öldürür ve ağırı kesicidir. Demişti. Aynı malzemelerden bir yüz maskesi, ya da bir krem yapmak isterdim. İhmallık işte… 

            Boğaz iltihabı için Doktor Daniel’in tedavi yöntemi ise akıllara zarardır. Ak amber dediği, Kahveci Dağının saylakların da kurumuş it havanda dövüp, bir boru vasıtasıyla hastanın boğazına üflemesidir. Sanırım ani mikrop çoğalmasıyla iltihabı patlatmaya çalışmıştır. Ne iğrenç.

            Bu örnekleri çoğaltmaya gerek yoktur diyorum. Zira her geçen zaman içerisinde her şey gelişiyor. Burada insanların tedavi sistemlerine bakış açısı gerçekten önemlidir diye düşünüyorum. Bakalım ilerlerde çağımız tedavi yöntemlerini araştırırken neler diyecekler. Bilmiyoruz ve tahmin bile etmiyoruz.

            Halk doktoru dendiği zaman; Berberleri, sünnetçileri ve iğnecileri de incelememiz gerektiğine inanıyorum. Berberlerin beceriklileri dönmüş kılları çıkarırlar, makasını, tarağını permanganat lı suda dezenfekte ederlerdi. Akla gelmeyen kantaşı vardı. Onun kanını ona, onun kanını ona bulaştırır dururlardı. İğnecileri de aynı şekilde değerlendirmek gerekmektedir. Eczanede şırıngasını kaynatır sonra ev ev gezip iğne vurmaya başlar. Akıllara zarar bir iş. Bunun için babam evde şırınga ve iğne uçları bulundurur, berberde sadece saç tıraşı olurdu. Sünnetçi olarak Nevşehir’in şanslı olduğuna inanıyorum. Zira Abdalın Hüseyin gibi bir sünnet ustası vardı. Sünnet konusu ayrı bir makalede işlenmesinin daha iyi olacağına inanıyorum.

            Sağlık ve şifacıların isimlerini de anmak isterim. Sadece Doktor Hayri Bey varmış. Bu doktora Nevşehirli “Atlı doktor” derlermiş. Cerrah Ahmet Efendi’den de bahsederlerdi.

            Nevşehir 1940’lı yıllarda kaza iken Doktor Eşref Bey ve Altay Bey varmış. Eczacımız ise Hilmi Atay vardı. İlacın büyük bir kısmını kendisinin hazırladığı söylenir.

            Hava Ana isminde bir kadın, hastayı kırık bir çanak içine işetmiş ve idrarına bakarak; Deve sarılığı olmuşsun.” Demiş. Tedavini ise şakaktan kan çıkartmayla yapmış. Aynı zamanda çocukları ağızotuyla (?) bellerindeki yaraları iyi ediyormuş. Aynı zamanda insanların ağzındaki “Karaböyüyü” Bir nevi çıbanmış. Bademciğin yanında çıkan bu çıbanı 12’lik kızgın çiviye hamur sarmış iltihabı yakmış ve iyi etmiş. Ayrıca çıbanlar içinde kara merhem yaparmış.

            Yonucu Ali diye bilinen kimse, bıçakla kızılyöğrük (kızamık) tedavisi için kızamıkları çinterdi (Yontmak, bıçakla veya kesici bir aletle ufak ufak kesmek) denmiştir. Kızılyörüğün iyi olduğuna da şahit olmuşlar.

            Parpı hastalığına bez ısıtılarak vurulurmuş. Satlıcan ve zatürrede hastaya şişe çekilirmiş. Kısmen de olsa şişe çekme olayı devam etmektedir.  Acemilerin eliyle yapılan şişe çekme olayında hastanın sırtını birkaç ke yakmışlar. Hastalar genellikle bu işten uzak durmaya çalıştıklarını gözlemledim. Şişe çekme, hacamatta da kullanılıyor. Sülük tutma, hacamat (kan alma), şişe çekme gibi yöntemlerin uzmanlar dâhilinde yapılması çok önemlidir. Eline alan kimsenin bu işlere soyunduğunu duyuyorum.  Her şeyde olduğu gibi şifacılıkta da liyakat ön planda olması gerekir. Peygamberimizin de söylediği gibi işi ehline yaptırmak çok önemlidir. Bu konuda kendimde amatör bir meraklı olmadan öteye gitmedim ve gitmeyeceğimde.

            1926’da Nevşehir’de birisi bir kaza sonucu vurulur. Öyle ki domdom kurşunu arka sağ kürekten girip, ense alt kısmına oldukça zarar veriyor. Sıhhiye Osman Çavuş bu yaralıyı kendi imkânlarıyla iyileştirmiştir. Vurulma hadiselerinde rakı ile tampon yapıldığı tarihi kayıtlarımda geçmektedir.

            Yine buna keza AldıKaçtılardan birinin gözüne su inmiş. Şifacı bu tür olayların çok sıcak suyla yıkanmadan olabileceğini söylemiş ve neşterle  göze inen boz tabakayı temizlemiştir.

            Fehmi ve Şükrü çıkıkçıymış özellikle bilek çıkıklarıyla uğraşırmış. Kavak kabuğunun içine bal sürüp bileğe sararmış. Bir gün kendisini uğraştıran çocuğun bileğini zorla sardıktan sonra; “Gavurun uşağı, doğru durmuyorsunuz, bana iş çıkarıyorsunuz. Üstelik para da getirmiyorsunuz.” Diye çocuğu azarladığı söylenir.

            Sıhhiye Mustafa Efendi, Ahmet Çavuş, Miyencinin Mehmet Efendi’den şifacı olarak bahsederler. Beyin Havva Dudun 7 ihtisaslı doktordu demişlerdi. Tükrüğü; Deve çiçeği, deve sarılığı, kutnu (?), karaboğu (?), dabbaz, kubleme (?) gibi hastalıklardan başka; Efsunlanmada parpı, karına bakmak, bademcik tedavilerini de yapmak onun işiymiş.

            Bey Yusuf’un Mahsen Ağa ise sınıkçıymış. Kırıklara, çıkıklara bakarmış. İşinin ehli bir kimse olduğu söylenmektedir.

            Zilfi Ağa varmış. Genellikle çocukların rahatsızlıklarıyla ilgilenirmiş. Kurbağacıklalrını keser, dilaltını alırmış. Pembe Aba’da aynı işi yaparmış. Ana kadınla dil altına bakarlarmış.

            Cindar İmamın işi ise delileri iyi etmeye çalışmasıymış.

            Ebe Şükrü’ye, Mavilinin Anşa Aba, Benzerli Eğri Hasan’ın Fadime Dudu doğum yaptırırlarmış.

            Hatıp Mehmet Ağa; At ve merkeplere bakarmış. Atların anısını alırmış. Kızgın demirle hayvanların ağızlarından parça parça et çıkarırmış. Eşeği donucu olanlar, Mehmet Ağa’ya kızgın demirle dağ vurdururlardı.

            Demirci Ali Usta varmış. O da anı alırmış. Sanırım Askerde veteriner yanında çalışmış.

            Puhurcu oğlunun Mustafa Ağa varmış. Bir gün atın karnını yarmış ve tayı çıkartmış. Sonra atın karnını yeniden dikmiş. Tayın adı ise; “Ömer Ağa’nın yetimi kalmış. Demek ki anne at ölmüş. Mustafa Ağa koyunlara da bakarmış.

            Görüyoruz ki sular akıp argını buluyor. Çaresizlik ve imkânların kıtlığı evrensel bir küme olarak kabul edildiğinde birçok çareyi insanoğlu yine çaresizlik içinde bulmuşlar. Şifacılık biz Türkler için ta Orta Asya’dan sürüp gelen bir gelenektir. Doğa iyi bir eczanedir. Akılla bakıldığı zaman, doğayı aynı bir kitap gibi okumak gerekir. Bunun içinde insanın doğayı sevmesi ve eğitilmesi lazımdır diye düşünüyorum. Peygamber Efendimizin bir hadis-i şerifinde; “Bir yerde taun (Hastalık) varsa şifasını uzakta aramayın.” Demesi oldukça manidardır. Bu bapta yöresel bitki araştırmalarım sırasında bolca deve dikeni görmüştüm. Deve dikeni tohumu karaciğer temizliğinde kullanılmaktadır.

            Yöremizin en, en şifalı bitkilerinin hangileri olduğunu merak ettim. Birçok vardı, Hamdolsun. En uçta çıkanları; Çanak domatesi ve kabak çekirdeği idi. Nedenlerini kısaca anlatayım. Domates; vitamin ve mineral deposu gibi olmanın yanında proteinde barındırmaktadır. Birçok faydasının yanında yaşlanmaya karşı bir panzehir gibidir ifadesi de bulunmaktadır. Çok yaşlı ve aktif olan insanlarımızı gözledim. Bolca taze domates yediklerini görmüştüm. Kabak çekirdeği ise, vücut parazitlerinin düşürülmesinin yanında prostata yardımcı ve tedavi edici özelliği bulunmaktadır. Minerallerinin zenginliği ön plana çıkmaktadır. Kabuğu ile birlikte yenmesi tavsiye edilmektedir. Yöremizde tuzlu olarak kavrulması ve ölçüsüzce yenmesi tansiyon başta olmak üzere çeşitli riskler taşımaktadır. İbn-i Sina; Yiyecekleriniz ilaçlarınız, ilaçlarınız da yiyecekleriniz olsun.” Demesi, şifacılığın her şeyden baş koruyucu hekimlik olduğu, bir deyişle hastalık gelmeden sağlıklı beslenme yolu le hastalığın bedene hiç uğramamasının sağlanmasıdır diyebiliriz.

            Haydi, şifacılığı eleştirelim. Koca karı ilaçları diyelim. Tarihimizdeki Doktor Daniel diplomalı bir doktormuş. İt pisliğini üst solunum yollarına karşı tedavi olarak sunmuş. Buna ne diyelim. Şifacılık hususundaki medeniyetlerin ortak tecrübe ve bilgileriyle bilmem kaç bin yılda oluşmuş bilgiler vardır. Bu bilgilerin unutulmuşları vardır. Günümüzde bize saçma ve iğrenç gelen reçetelerde az değildir. Örneğin Avrupa’da insan kafatasının tozu bazı terkiplere girmiştir. Hipokrat vücutta bulunan ödemler için insanları ısırgan tarlalarında köpeklere kışkırtırmış, Romalılar vahşi hayvan ısırma ve yaralamalarında yaban gülü kökü ile tedavi ederlermiş. Yaban gülünün bir adı da itburnu değil mi? İbn-i Sina’nın bula bilirseniz ibretlik hayat hikâyesini okumanızı tavsiye ederim. Ne sıkıntılar çekmişti. Çağdaş tıp ile şifacı kanadın tartışma içinde olduğunu biliyorum. İşin garip tarafı ise birkaç bir şey okuyanın kendini şifacı sandığını da biliyorum. Bu kabul edilemez bir durumdur.

            Şifacılığın töresinde maddiyatçılık bulunmaz, Allah Rızası ve onun yarattığı kulun memnuniyeti şifacıya ücret olarak döner. Birçok konun istismarı yapıldığı gibi şifacılığında istismarı yaygın olarak yapılmaktadır. Amaç para kazanmak, insanlara zararlar veriyorlar. Süslüyorlar, yalan örneklerle insanları kandırıyorlar. Bu yalan dünyada insan olma vasfını bile kaybediyorlar.

            Şunu öneriyorum. Amerika’da E komisyonu var, Almanya’da bu iş için Enstitüler kurulmuş ve profesyonel bir şekilde çalışıyorlar. Yurdumuzda da böyle bir resmi kuruluşun kurulması ve her türlü istismardan, şahsi menfaatlerden, sadece bilim adına ve insanlık adına çalışan kurumların, bilime, sağlığa ve istihdama yararlı olacağına inanıyorum. Yurdumuzda her türlü alt yapının bulunduğu gibi, birçok formülün insanlarımızda mevcut olduğunu da biliyorum. Bu alt yapı birçok ülkede bulunmamaktadır.

            En önemli konulardan biri de ülkemizin bu konuda bir bilgi bankası kurup, arşiv ve araştırma konularının genişletilmesidir ki, bu da koskoca bir ufuk demektir.

            Sonuç olarak tüm imkânsızlıklara karşı halkımız bir şeyler yapmayı başarmışlardır. Savaşlardan, yokluklardan kurtarıp bize bu güzel memleketimizi hediye etmişlerdir. Atalarımız, hasretlerini, acılarını, yokluklarını mezarlarına taşımışlar, bize sıkıntı da bırakmamışlar. Bizlere düşen onların hatıralarının önünde saygıyla eğilip, çalışmak, daha çok çalışmaktır. Geçmişimizi rahmetle anıyorum. Ruhları şâd olsun.

BEDDİK MAHALLESİNDEN GÖRÜNÜMLER.

Fotoğraflar Dedeoğlu arşivindendir.