“K
aleler içinden yıkılır.” Deyimi aynen aileler içinde geçerlidir. Ailelerin hem hayrına, hem şerrine karışanı çok olur. Güya; oğlunu, kızını koruyormuş gibi karı ve kocaların aralarında savaş cepheleri açmalarına neden olurlar.

    Birde işin içine cehalet katıldığı zaman “Tadından yenmez olur.”Güzelim mutlu günler, acı bir trajediye dönüşür… Nedense en çok zararı da çocuklar görür, sonra da diğer aile fertleri… Yine bu lafları, kavgaları, fesadı çıkara kişiler;

    —Ailene sahip çıkmadın. Suçlamalarıyla yine aynı aile fertlerini sıkıştırırlar.

    İşin ilginç tarafı da eşler arasında, benim akrabam-senin akraban lafları vardır-ki bu hâla sürer gider. İlk önce küslükler gelir. Hayat hızlı olduğundan ve gururdan barışma çabaları biter. Sonunda akrabalıklar, hısımlıklar unutulur. Yeni nesiller iki kuşak öncesini tanımaz bile, torunlar ise isimlerini bile bilmezler.

    Olayların ana karakterleri ise gelin-kaynana kavgalarıdır. Düşmana gerek yok. Aile kendi kendisine zaten yetmektedir. Cehalet ve yoksulluk ise tuzu biberidir.

    Ahmet Hamdi Efendi bu badirelerden geçmiş bir insandır. Çocukluğundan beri onun bunun yanında çalışmaktan gözü hiç açılmamıştır. Bütün dünyası Nevşehir’i çevreleyen dağlardan ibarettir. Ankara’nın da hastaneleri olmasaydı orayı da göremeyecekti, zahir.

    Ailesi Ahmet Hamdi Efendi’yi evlendirince ekonomik batağın içine iyice batar. Durum böyle olunca daha da çok çalışmaya başlar. İş harici bağ-bahçe çalışmalar,  ikinci bir iş. Ayrıca inşaatlarda amelelik, akşamları kahvehanelerde garsonluk...

    Yorgun, bitkin bir şekilde eve döndüğünde de hem karısından, hem anasından laf duyar, asık surat görür. Adeta duygusuz bir hayatın içerisine yavaş yavaş itilir. Çocuklarının gözünde, eve öteberi getiren, gece gelip, sabah giden, başkalarının babaları gibi kendileriyle ilgilenmeyen, yüzü hiç gülmeyen bir adamdır. Şimdi ne anneleriyle nede babaanneleriyle de hiç tartışmıyordu.

    Aslında evdeki problemler incir çekirdeğini bile doldurmazdı. Eli boşluk, dedikodu, söylenen lafların nerelere gideceğine hiç dikkat etmemeler huzuru bozuyordu. Bir de Yemek yap, çamaşır yıka, çocuklarla uğraşmaların içinde kaynananın laf atmalarına cevap verecek ya da sineye gömecek. Susulmaz! En sonunda da sinirler iyice gerilip, beklenen o rutin iş sonunda olur. Kavga çıkmıştır. Akşamında adamcağız ise yorgun argın bir şekilde eve gelmiştir. 

    Yorgunluktan bitmiş adama şikâyetler başlar. Kadının kabullenemediği ve devamlı sitemde bulunduğu konular da bellidir aslında. Kaynana eksenli problemlere, çocukların yaramazlığı ve evin durumu eklenir. Bunun karşısında, kocanın beceriksizliği ve fakirliği her konuya mutlaka giydirilir. Ahmet Hamdi Efendi, tam bir sessizlik içerisinde eşinin söylediklerini dinler. Sonra da yatmaya giderdi.

    Yine böyle bir kavgadan sonra Ahmet Hamdi Efendi, eşi ve çocuklarını alarak Annesinin evinden ayrılır. Bu durum gelin için büyük bir zaferdir. Kazanmıştır. Kaynana artık kendisine karışamayacak, hatta o nefret ettiği yüzünü bile görmeyecekti. Görümceleri de kendi kaynanalarından çektiği sıkıntıları gelip de kendisinden çıkaramayacaktı. Hoş kendi annesiyle de gelinlerinin arası pekiyi değildi zaten...

    Başka eve taşınmakla bütün problemleri de bitecek, sıkıntıları eski evde bırakacaklarını sanıyorlardı. Çünkü alışmışlardı hıra-güre, aniden kavuşunca sakin bir güne, dönecek sanmışlar, her gün bir düğüne... Bu seferde hastalıklarla, ameliyatlarla uğraşmışlardı. Pek eskisi kadar olmasa da evlerinde kavga gürültü bitmemişti. Bu arada bir çocukları daha olmuş, aradan da yıllar geçmişti.

    Ahmet Hamdi Efendi’nin saçları bembeyaz, ayakları platinli, sağlık durumu ise eski hali gibi değildi. Çok çalışamıyordu. Bu sefer de kendisine daha hafif işler buluyordu.

    Eşi, bir gün Ahmet Hamdi Efendiye;

    —Bey oğlumuz evlenmek istiyor. Sevdiği varmış.

    —Askerden gelsin de bakarız.

    —Biz çocuklarla karar verdik. Sen ne duygusuz bir insansın. Buna bile sevinemedin.

    —Bir mesleği yok. Askere de gitmedi. Daha aklıda bir karış havada. Allah korusun. Bizim gibi mi olsun?

    Dediyse de olmadı. Nişan hazırlıkları çoktan başlamıştı bile... Ahmet Hamdi Efendi, gelini olacak kızın babasını da hiç sevmezdi zaten. Onun için “Tescilli sahtekâr” derdi. Çilesi bitmemiş ve ona hiç söz bile düşmemişti. Karısı yıllardan beri çocukları kendisine karşı “Duygusuz adam” tiplemesiyle işlemişti. Bundan dolayıdır ki çocukları kendisine o gözle bakar olmuşlardı. Bu kötü namı silmek için mi, çektiklerini oğlu çekmesin diye mi bilinmez, kız evi ne aldıysa, ondan aşağı kalmamak için bir sürü borcun altına girmişti.

    İş bulma konusundaki becerilerini yine gündeme getirip, platinli bacağı ile büyük bir uğraşın altına tekrar girdi. Bu durum eşinin de hoşuna gitmişti. Hayatlarındaki bu yeni heyecanın da etkisiyle yavaş yavaş mutluluğu da tatmaya başlamışlardı. Yıllar insanları olgunlaştırır, olgunlukta saadet getirirmiş.

    Ahmet Hamdi Efendi yine akşamları sessiz bir şekilde evine geliyor, pijamalarını giyip kanepeye oturuyordu. Eski Ahmet Hamdi Efendi değildi artık. Küçük kızını sevmek hayatında yaptığı en mutlu olay oluyordu. Çocuk çikilotasını yerken, şakalaşmayı da hiç ihmal etmiyordu. Büyük kızına günün nasıl geçtiğini soruyordu. Soğukta olsa, anlamsız da olsa espriler bile yapıyordu. Evde mutluluk rüzgârları esiyor, kendisi de bu rüzgârdan çok hoşlanıyordu. 

    Hayatında böyle bir devreyi hiç yaşamamıştı. Mutluluk nasıl da güzel oluyordu. Kışın ayazı bile platinlerini üşütemiyor, daha fazla çalışmak istiyordu. Kendi kendine;

    —Her şeyde bir hayır var demek ki. Bizim mutluluğumuza sebep bu evlilik. Kızın da babası biraz varlıklı. Benimde onurum Kahveci Dağı kadar. Bunca eşya aldım. Esnaflar vermem demedi.

    Hülyalara dalmış, kahvesini yudumluyordu. “Sonrası, Allah Kerim.” Diyordu. Ailede bu mutlu günler beş, altı ay sürer. Bu arada “Çıfıt Çarkı” dönmeye başlamıştır. Ahmet Hamdi Efendi’nin zavallılığı, aldığı eşyaların kalitesiz olduğu için küçümsenmesi, çocukların ayrı bir evde oturması gerektiği, kiraların da Ahmet Hamdi Efendi tarafından ödenmesi ve saire ve saire... Kızın ailesi öğütler veriyor! Kendi kafalarından kazançlar elde etmeye çalışıyordu. Hâlbuki bir yuvanın kurulmasında saadetten başka kazanç olur mu?

    Cengiz’in gözünde Babası iyice kötülenir. “Zaten öyle değil mi?”... Diyerek tasdik bile ettirilir. Bunun yanında kızın babası varlıklı, iş bilir, saygın bir insandır. Hatta Cengiz’e iş bile kura bilir. Cengiz oradan aldığı kaldırmalarla, düşünceler içerisinde evine gelir. Oldukça sinirlidir. Herkese ters davranmaya başlar.  Önce kız kardeşini, sonra Annesini azarlayınca Babası dayanamaz;

    —Oğlum elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Sinirlenme, her şey konuşarak anlaşarak olur. Sakin ol, biz ne badireler atlattık.

    —Senin gibi mi olayım? Baba.

    —Oğlum sinirlisin, sonra konuşalım. 

    Cengiz’in asabi davranışları bitmez. Baba dayanamaz sonunda aklına gelen her şeyi anlatır. Baştan bu hiç istemediği bir evliliktir. Hem Cengiz askerliğini de yapmamıştır. O suratsız dünürü olacak adamı da iyi tanırdı. Kendisini gençlik yıllarında ezememişti. Ahmet Hamdi Efendi’nin hakkını yemek istemişte, o kadar adamın içerisinde yüzüne tükürüp, hakkını söke söke almıştı. Her halde bu hayat maçının ikinci yarısı idi şimdi...

    —Ya oğlum işte böyle, bu adam şimdi beni can evimden vurdu, Allah yardımcımız olsun.

    Diyerek odasına gidip kapıyı kapattı. Gecenin karanlığı sokaklara çökmüş, evlerin ışıkları tek tük sönmeye başlamıştı. Ahmet Hamdi Efendi’nin de evinin ışıkları söndü. Endişeli, sıkıntılı da olsa tüm insanlar gibi uyumaya çalışıyordu. 

    Nevşehir yeni bir yaz sabahına uyanmıştı. Tek tük serçe kuşları uçuyor, çöplüklerde sokak köpekleri kahvaltılıklarını arıyordu. Ahmet Hamdi Efendi aksak ayağı ile ıssız sokaklardan yürüyerek gidiyordu. Öyle ya dükkânı da kendisi açacak, ortalığı düzeltecekti.

    Öğleden sonra Cengiz dükkâna uğrayarak babasıyla konuşmak istediğini söyler. Babası da daha sakin olur diye patrondan izin alarak, baba-oğul parka giderler. Kuytu bir köşe bulup, otururlar. Cengiz hemen konuya girer;

    —Baba neden yavan davranıyorsun. Daha iyi bir ev tutamaz mıydın? Hem tutacağın ev kaynanama yakın olsun demedim mi sana. Bak kaloriferli daire istiyorlar. Ne beceriksiz adamsın be yeter artık.

    —Oğlum imkânlarımız... Cengiz adamın lafını ağzında bırakır.

    Sen böylesin be adam. Bak kaynatam nasıl iyi bir insan. Hem beceriklide..

    —Terbiyeni bozma. Onun lafını bana söyleme.

    Derken tartışma alevlenir. Çocuk toyluğun verdiği saygısızlıkla bir babaya edilmeyecek laflar eder. Sonunda babasını zıvanadan çıkarmayı başarır.

    Ahmet Hamdi Efendi; Hiç kimseden bir şey görmediğini, her şeyini kendisinin kazandığını, kaynatası olacağının ise “Tescilli bir sahtekâr” olduğunu söyler. 

    —Benim gücüm bu Cengiz. Evliliğini de zaten onaylamıyorum. Yaşın da daha küçük. Eğer evlenirsen arta kalanını da kendin yaparsın. Benim de bundan böyle Cengiz diye bir oğlum yok. 

    Diyerek hüzünlü bir şekilde parkı terk eder. Bu kavga burada kalmaz. Evde de devam eder. Eşi kendisinden boşanacağını söylerken, çocuklar ağlaşıyordu.

    Ahmet Hamdi Efendi’nin yüzü kireç gibi bembeyaz, bitkinliği sinirlerini bile unutturmuş bir halde okşamak için elini küçük kıza uzatır. Küçük kızı ise hemen ablasının kucağına kaçar. Eli boş kalan Baba;

    —Dükkânda yatarım. Siz rahatsız olmayın.

     Diyerek evi terk eder. Bu sırada Cengiz ise nişanlısının evinde kaynatasıyla konuşmaktadır. 

    —Üzülme oğlum, bu işler böyle olur. Şimdi istediğimiz gibi davrandın. Bak nasıl dediklerimizi bir bir yapacak. Kimse yuvasını yıkmak istemez. Göreceksin, hem kazançlı çıkacaksın, hem de bundan sonra babanın hiç sesi çıkmayacak.

    —Annemle ayrılacaklar, Baba.

    —Ayrılmazlar. O çocuklarını bırakamaz. Ben onu iyi tanırım. Merak etme sen.

    Gece olmuştu. Ahmet Hamdi Efendi oğluyla tartıştığı masada tek başına oturuyordu. Kara kara düşünüyordu. 

    —Hadi boşansak, Küçük kız olmadan bu hayat anlamını kesin yitirir. Acaba mahkeme kızımı bana verir mi? İmkânsız. Zaten dükkânda yatıp, dükkânda kalkacağım. İyi bakamam kızıma... Hayatım boyunca hep çalıştım. Evime hep helal ekmek götürdüm. Yine de o herife iyi demesini kaldıramıyorum. Onun gibi bir adam olmak istemem doğrusu... Yav,  görmüyor musun? Tam sıkıntılar bitti derken... Elli küsur yaşımda bir kez tattım. Yuvamı, oğlumu bırakmak istemiyorum. Ne oldu bize?

    Söylenip duruyor, kendisi ile hesaplaşıyordu. Gece iyice ilerlemişti. Ahmet Hamdi Efendi aynı yerde oturuyordu. Hüzünlü, sessiz, yapayalnızdı. Hâla söylenip duruyordu.

    —Patronlarım bana acı sözler söylemişlerdi. Sanki sineye çekmemiş miydim? Hem de çocuklarımın hatırına... Bir kez de Cengiz söylese ne olurdu? Fidan gibi oğlum. Çocukluğunda eve geliş saatlerim ekseriye onun uyku saatlerine denk geldiği için, sevgimi de gösteremedim. Hayat telâşesin ile nasıl büyüdüğünü de bilemedim. Ah yavrum... Ah yavrum...

    Kararını vermişti. Sabah bütün işleri halledecekti. 

    —Kızı gelin edeceğimiz zaman da Allah Kerim. Onu o zaman düşünürüz. Dedi.

    Yine sabah olmuştu. Park aydınlanmaya başladığında, telaşla giden tek tük otomobilden sonra, çöpçüler etrafı süpürmeye başlamışlardı. Çarşıda insan sayısı her geçen dakika çoğalmaya başlamıştı. Güneş Karşı Dağ’dan kendini çoktan göstermişti. Ahmet Hamdi Efendi şehrin uyanışını oturduğu masadan izlemiş, dükkânlar açılınca da doğru zoraki dünürünün yanına varmıştı.

    İçerde bir saat kadar oturup konuştular. Ahmet Hamdi Efendi dükkândan çıkarken dünürü gülümseyerek arkasından bakıyordu.

    Patronu Ahmet Hamdi Efendi’ye o gün de izin vermişti. Oda akşama kadar çarşı-Pazar gezip durdu. Birkaç kez evine varmak istedi. Varamadı. Gün inmiş akşam olmuştu. Hafif serinlik Ahmet Hamdi Efendi’yi biraz kendine getirmişti.

    Çiçekçinin önünde durdu. Bir müddet vitrine baktı. Sonunda içeriye girdi. Elinde hediyelik olarak yaptırılmış kıp kırmızı güller olduğu halde dışarıya çıktı. Hafifçe topallayarak karanlık sokaklarda kayboldu.

    Olayların düzene girdiğini, babanın yola geldiğini Cengiz annesine aktarmıştı. Anne önce inanamamış;

    —Bu adam dikine gider, laf anlamaz. Kalpsizin biridir.

    Demişse de işler rayına oturmuş görünüyordu. Kısa da olsa birkaç gün kavgasız, gürültüsüz gün geçirebilirdi. Zira mutluluğun ne olduğunu kendisi de görmüştü. Ne güzel şeydi mutluluk. Annelik işte, Cengiz’in yarınından, çok bu gününü düşünüyordu.

    —Öderdi... Elbette öderdi. Zaten akşamları da çalışıyordu. Ahmet Hamdi Efendi’nin işsiz kalması imkânsızdı. Borcuna da sadık bir insandı.  Ah mutluluk ne güzel bir şeydi... Bütün bu olanlar yaşanmasa da, keşke o günler devam etseydi... Ömrümde birkaç ay mutluluğu tanıdım. Hamdi’de zaten hayatı boyunca uğraşıp durdu zavallım. Ağzı var dili yok. Topalım demedi, sakatım demedi, öyle çalışıp durdu. Mutsuzluğumuz hep dışardan geldi. Hanenin dışındakiler de zaten aynı olayları yaşamıyorlar mı? Hani şu işte Hamdi’de haklıydı ya, ne diyeceksin. Mecbursun. Mecbursun.

    Kadının aklı karma karışık olmuştu. Gözleri yaşarmış, ağladığının farkında bile değildi. Küçük kız;

    —Anne ağlıyor musun?

    _Soğan soyuyorum. Size yemek yapıyorum. Nereden çıkardın şimdi ağlamak, mağlamak. Tövbe tövbe hadi sen işine bak.

    O sırada kapı çalınır. Küçük kız koşarak kapıyı açar.

    —Babam geldi, babam geldi.

    Ahmet Hamdi Efendi kapıda heykel gibi dikiliyor, yere bakıyordu. Başını hafif hafif kaldırdı. Eşiyle göz göze geldi. Sadece bakışıyorlardı. Engin bir sessizlik ortama hâkim olmuştu. Çıt çıkmıyordu. Sessizliği yine küçük kız bozdu.

    —A Babam çiçek almış.

    —Kızım bu çiçekleri sadece Annene aldım. Kabul ederse hediyemdir. 

    Kadın iyice şaşırmıştı. O kadar yıllık hayatında kendisine ilk defa çiçek hediye ediliyordu. Kalpsiz dediği kocası bu çiçekleri kendisine veriyordu. Kadın koşarak kocasının boynuna sarılır. Ağlar, ağlar. Hem de gözyaşlarını saklamaz bile. Ahmet Hamdi Efendi;

    —Beni affedecek misin? Barışalım mı? 

    —Sen de beni affedersen barışalım. Mutluluk, ne güzel bir şeydir.

    Akşam çoktan olmuştu. Ay vadinin ortasında, hilal şeklinde yerini almış, şehrin ışıkları da parlamaktaydı. Ahmet Hamdi Efendi’nin evinin ışığı da yüzlerce ışığa karışıp gitmişti. Kim bilir öteki ışıkların ne gibi hikâyeleri vardı.