Bana artık bıkkınlık getiren seçim ve koalisyon tartışmalarından bir anlığına olsun uzaklaşmak ve birkaç gün sonra gelecek olan Ramazan vesilesi ile bir asır önceki pek bilmediğimiz Ramazan uygulamalarını anlatmak istedim... 

Geçmiş asırlarda “Ramazan” demek zengin iftar sofralarının, sahur öncesi eğlencelerin ve diğer aylara göre daha fazla ibadetin yanısıra devletin bazı yasaklar getirmesi demekti ve özellikle 19. yüzyılda, Ramazan’ın gelişinden önce “yasaklar listesi” yayınlanır, halka Ramazan’da uymaları gereken kurallar hatırlatılırdı. 

ÖNÜMÜZDEKİ hafta başlayacak olan Ramazan için “On bir ayın sultanı” derler. Ramazan, geçmişte resmen “ayların sultanı” olmuştu, hemen her sene gelmesine yakın günlerde halkı “mübarek ayın gerektirdiği saygıya davet”maksadı ile yasaklarla dolu yönetmelikler ve kararnameler yayınlanmıştı. 

Meselâ İkinci Mahmud’un tahtta bulunduğu 1820’lerin sonunda çıkan ve zamanın “serasker”i yani Savaş Bakanı olan Husrev Paşa tarafından İstanbul kadısına gönderilen bir emirnâmede, İstanbullular’ın Ramazan boyunca uymaları gereken kurallar şöyle sıralanıyordu: 

“...Padişahımız efendimiz, Ramazan münasebetiyle artık inşaallah sık sık İstanbul camilerine gidecektir. Halkın bu günlerde her zamankinden daha fazla saygılı olması gerekir. Esnaf ve halk, askerlere mahsus yakaları ve yenleri kırmızı elbiseler giymemeli, zırh kuşanıp kılıç takmamalıdır. 



16. yüzyıl İstanbul’unda iftar yahut akşam yemeği (Prof. MetinAnd’dan).

ÇAMURLAR TEMİZLENECEK! 


Herkes dükkânının ve evinin önünü temiz tutmalı, ortalıkta çöp ve hayvan leşi görülmemelidir. Konakların ve evlerin kapılarına, uzun senelerden sıçrayıp duran çamurlar silinmemektedir ve bu yüzden kapılar çamurdan ibaret hâle gelmekte, pencerelerin önü top top örümcek ağlarıyla dolu bulunmaktadır. Bu gibi evlerin, konakların ve dükkânların sokağa bakan yüzleri derhal temizlenecektir. Padişahımız efendimiz bir yerde otururken, ‘Önünden geçmeyelim’ yahut ‘Bir başka yola sapalım’ denmeyecektir. Gerek atlı ve gerek yaya olsun, padişahın önünden herkes ırz ve edebi ile geçecektir. 

Padişahımız camide iken veya bir yerden bir başka yere giderken ona tesadüf etme şerefine erenler gözlerini dikerek bakmayacaklar, bulundukları yerden biraz geri çekilerek ellerini kavuşturacak, başlarını eğerek sadece önlerine bakacak, efendimiz geçtikten sonra işine-gücüne devam edeceklerdir. Saygıda kusur edenleri görürsem, şiddetle cezalandırırım! Son pişmanlık fayda etmez! Padişahımıza, Ramazan ayı boyunca Cuma günlerinin dışında hiç kimse dilekçe vermeyecek, istekte bulunmayacaktır. Verenler, ağır cezayı haketmiş olacaklardır. İstanbul kadısı mahalle imamlarıyla mahalle muhtarlarını ve hanlarda yatıp kalkan bekâr taifesinin defterini tutan hancılar kâhyasını çağıracak, bu tenbihlerimi iyice anlatıp kulaklarına girmesini sağlayacaktır!” 

TERAVİH MECBURDU 

“Bu yasaklar Ramazan münasebetiyle mi, yoksa zamanın padişahının Ramazan boyunca şehirde rahat rahat dolaşması, keyfinin kaçmaması için mi konulmuş?”diye sorabilirsiniz... Ama “Ramazan Yönetmelikleri” sadece bundan ibaret değildi, dinî hayatla alâkalı olanları da vardı. 

Meselâ, Tamzimat’ın ilânından sonra hükümetin yayınladığı bir ilânda, dinî konulardaki yasaklar maddeler hâlinde sıralanıyordu. Kadınlar artık kıyafetlerine daha fazla itina edecekler, Sultanahmet ve Şehzadebaşı Camileri’nden başka camilere gidemeyeceklerdi... Alışveriş için bile olsa, Ramazan boyunca dükkânların ve başka mağazaların içine girmeleri de yasaktı. 



Münif Fehim’in fırçasından, 1900’lerin başındaki Şehzadebaşı’nda bir Ramazan akşamı yaşananlar...

Ramazan Yönetmeliği’nde erkekleri ilgilendiren maddeler de vardı. Erkekler, geceleri teravih namazına gitmeye mecburdular. Namazdan sonra sokaklarda fenersiz gezilmeyecek, evlerde ve kahvelerde biraraya gelinip kumar oynanmayacaktı. Fişek atmak ve maytap yakmak da kesinlikle yasaktı. 20. yüzyılın ilk Ramazan’ının ilk günü olan 23 Aralık 1900 sabahı, zamanın hükümdarı Abdülhamid de benzer bir “tenbih iradesi” yayınladı. Hükümdarın emrinde bütün mü’minlerin Ramazan boyunca ibadetle uğraşması gerektiği söylenmekte ve nelerin yapılmaması gerektiği hatırlatılmaktaydı: Kadınlar, sokaklarda İslâmiyet’e uygun olmayan kıyafetlerle gezemeyecekler, tiyatrolarda Ramazan’ın kutsallığına aykırı ve politikayı konu alan piyesler oynanamayacaktı. Hükümdarın bu emirleri imparatorluğun bütün vilâyetlerine derhal bildirilecek, zabıta ve sansür memurları da gerekli denetimleri en sıkı şekilde denetleyeceklerdi. 



1870’li yıllarda Ayasofya Camii’nde bir Ramazan gecesi yapılan zikir.

KADINLARA UYARILAR 

Abdülhamid, dört sene sonra, 1904’ün 8 Kasım günü, bir başka Ramazan tenbihi yayınladı: Hükümdar bazı kadınların Ramazan’a saygısızlık ettiklerinden bahsedip tesettüre uygun giyinmediklerini, kumarın da önünün alınamadığını söylemekteydi. Padişahın Ramazan’dan bir gün önce yayınlanan bu talimatı üzerine zamanın sadrazamı ve o devrin içişleri bakanı demek olan “Dahiliye Nazırı” hemen bir tebliğ hazırlayıp ertesi günün gazetelerinde yayınlattılar. 

KUMAR YASAĞI GELDİ 

Şimdi Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nin “Hususi İradeler” kısmında bulunan metinde, şöyle denilmekteydi:
“..Bütün Müslümanlar, İslamiyet’in emirlerini yerine getirmekle yükümlüdürler. Daima uyulması gereken bu yükümlülükler, özellikle şerefli Ramazan ayında bir başka önem kazanmaktadır. Dolayısıyla hem dinin, hem de kanunların yasaklamış olduğu kumar gibi İslamiyet’e yakışmayan hareketlerin ve kadınların örtünme kurallarına dikkat etmemeleri gibi hadiselerin önlenmesi için zabıta memurlarına gereken talimatlar verilmiştir, bütün Müslümanlar’a tebliğ olunur...”

DEVLET BÜYÜKLERİNİN İFLÂS ETMEMELERİ İÇİN MEMURLARIN İFTARA GİTMELERİ YASAKLANMIŞTI 
MEMURLARIN dairelerindeki âmirlerinin ve zamanın bakanlarının evlerindeki yahut konaklarındaki iftarlara davetsiz gitmelerinin yasaklanmış olduğunu hayâl edebilir misiniz? Devlet vaktiyle böyle bir yasak getirmek zorunda kalmıştı, zira iftarlar bazı kişiler için bir suistimal vasıtası hâlini almıştı. 

DİŞ KİRASI YÜZSÜZLERİ 

Ramazan’ın karın doyurmak ve menfaat için kullanılması asırlardan buyana vârolmuştu ve Ramazan bazı kişiler için her gün başka bir vezirin, nâzır paşanın yahut önde gelen diğer devlet büyüğünün konağında kurulan mükellef iftar sofrasına yerleşmek demekti. Bu kadarla da kalınmaz, iftardan sonra “diş kirası” bile beklenir, hattâ hediye kuyruğuna da girilirdi. Bu âdete sadece yemek ve hediye peşinde koşan sıradan kişilerin değil devlet memurlarının da uydukları olur, konakların kapılarını aşındırır, âmirlerinden birşeyler koparmaya çalışırlardı. 



18. yüzyılda bir sadrazam iftarı.

GAZETEDE YAYINLANDI

Köşk ve konak sahipleri, otuz gün boyunca gelen davetsiz misafirlere nezaketleri sebebiyle ses çıkaramazlar ama devlet idaresinde önemli bir makamda iseler Ramazan bittiğinde nakit varlıklarının hemen tamamını iftar ve diş kirası yolunda harcamış ve neredeyse iflâs etmiş gibi olurlardı. İftar yağması seneler geçtikçe öyle bir dereceye ulaştı ki, 1862’de zamanın hükümdarı Sultan Abdülâziz bu âdete artık bir son verilmesi gerektiğini hissetti ve o senenin Milâdi takvimle Mart ayına rastlayan Ramazan’ının ilk günü gazetelerde resmi bir ihtarname yayınlatıp devlet memurlarının âmirlerinin evlerine ve konaklarına davet edilmeden gitmelerini yasakladı. 

NAZİKÇE UYARILDILAR

Metin kibar dille yazılmıştı, memurlara hitaben “İftara girmeyin” demek yerine“İftarlara katılmaya mecbur değilsiniz” ifadesi kullanılıyordu ama bu, anlayanlar için “Oturun oturduğunuz yerde” diye ihtar edilmesi demekti.

İşte, 1862 Ramazan’ının ilk günü yayınlanan bu resmî uyarının bugünün Türkçesiyle tam metni: 


“...Devlet memurlarının Ramazan sırasında bakanların ve âmirlerinin dairelerine ve evlerine iftardan önce gitmeleri resmi bir mecburiyet zannedilmektedir ama iş böyle değildir ve bunun böyle olmadığını tekrar söylemeye gerek bulunmamaktadır. Bu alışkanlık artık herkese zahmet ve külfet verir bir hal almıştır. Zaten memurlar için böyle bir görev yoktur ve dolayısıyla bazı ihtarlarda bulunulması zarurî görülmüştür. Şöyle ki: Hocaların, şeyhlerin, din talebesinin ve dervişlerin iftar için diledikleri yerlere gidebilmeleri hakkında bir yasak mevcut değildir. Bunlar istediklere iftara gidebilirler. Ancak, bu kişilerin dışında kalanlar ve memurlar davet olunmadıkça iftara gitmeye mecbur değildirler. Hattâ gitmemeleri gereği bir yana, davetli olanlar bile gidip gitmemek konusunda serbesttirler”.