‘…YAŞANTI OBURL U Ğ U…’

İnsan,öğrenen ve öğreten biri olarak sosyal bir varlıktır. Bu yönüyle insan daima birilerine muhtaçtır. Müstağnîlikise fıtrata aykırı bir davranıştır.

Sorumluluk insanın asli vazifesidir. Sorumlu olmayan varlık yoktur. Sorumluluk da halden hale durumdan duruma değişir.

Hemen her insan bilir ki, kişinin kendine, ailesine çevresine ve hatta devletine karşı görevi/ sorumluluğu vardır. Bunlardan hiç biri de ihmal edilecek türden değildir.

“Şarj-deşarj” metaforu: Nasıl ki, pil boşaldığında şarj vazifesini yerine getiremiyorsa, insan da madden ve manen dolu olamazsa sorumluluk vazifesini yerine getiremez. Bu yüzden insanın da şarja ihtiyacı vardır. Tekrara düşmemesi, daha iyi şeyler üretebilmesi için okuyarak, dinleyerek, ya da umur görmüş bir büyüğün dizinin dibine oturarakşarj olması gerekir. Bu durumdan hiç kimse vareste değildir. Sadettin Ökten’in‘Hayatta karşılaştığım her insanı kendime bir şey öğretecek üstat bildim.’ Dediği gibi insan, herkesten bir şeyler öğrenebilmelidir.

Mahfiyâtın/gizliliğinyok olduğu,yerli-yersiz söylenen ve yapılan her yerde, herkesle paylaşıldığı bir dönemde yaşıyoruz.

Ha keza mahremiyetin kalmadığı, özel hayatın bittiği, bu da olur mu, bu da söylenir mi, bu da yapılır mı diye hayret edilen her şeyin aleniyete dönüştüğü bir dünyada yaşıyoruz. Durum böyle olunca da insandaki merak saikı her geçen gün büyük oranda azalıyor…

İşlerimizin sıradanlaştığı gibi, insanlarımız da sıradanlaşıyor. Bu durum sadece ülkemizde değil küresel ölçekte de böyle. “Beyaz cam” sayesinde artık yakın-uzak kavramı bitti. Herkes ve her yer yakın oldu. Bilinir ve görülür oldu.

Merak saikını en iyi uygulayanlardan biri belki birincisi Osmanlı devletiydi. Osmanlıda özellikle padişah, mesai arkadaşları hariç Cuma selamlığının dışında halka çok gözükmezdi. Görünürse de uzaktan ve sadece selam verirken salladığı elini veya çok yakında olanların yüzünü görmesi kadardı. Bu durum sadece padişahla da mukayyet değildi. Sair paşalar ve nâzırlar için de geçerliydi. Yabancı ve yerli bütün seyyahların kitaplarında bu durum anlatılır. Osmanlı aile yapısı ise çok daha özeldi… (Buna rağmen birçok batılı seyyah ve yazar sanki yanlarında yaşamış gibi haremle ilgili aslı astarı olmayan birçok kitap, makale yazmışlardır. )

ÖRNEK: Fransa’ya giden ilk sefirimiz 28 Mehmet Çelebi, gemiyle Bordeaux’ ya oradan da kara yoluyla Paris’e giderken Fransızlar Osmanlı paşasını görmek için yollara dizilmiş. Konutuna yerleştikten sonra da balkon veya bahçeye çıksa da bir görsek diye her gün konutun etrafına gelirlermiş.

Osmanlı’daki bu mehabet ve mahfiyâtII. Mahmut zamanına kadar sürmüştür. Onunla beraber işler değişmeye başlamış. Her ne kadar II. Mahmut’tan sonra bazı padişahlar eski hali sürdürmeye çalışmışlarsa da maalesef eski durum muhal olmuş.

Bir de bu işin kavli durumu vardır. Bir kere çok iyi bilinmelidir ki, aileden tutun da devlet yönetimine varıncaya kadar, son sözü söyleyecek olan insan, her sözü, her zaman, her yerde söyleyen olmamalıdır. Yapılanları ve söylenenleri iyice dinlemeli. Acele karar vermemeli. Verecekse de ölçüp, biçip istişare ettikten sonra vermelidir. Alınan kararı da kendinden ziyade bir başkası açıklamalıdır. Nadiren kendisi açıklamalıdır.

Kişinin başında bulunduğu kurumun ve kendinin mehabetini muhafaza etmesi için yerinde ve zamanın da konuşmalıdır. Böylece insanlardaki merak saikı korunmuş ona karşı da saygı artmış olur.

Günümüzde insanların merakı yok olduğu gibi;son söz sahibi desık sık arz-ı endam ederekkendisiyle beraber başında bulunduğu kurumuda sıradanlaştırıyor. Halk nezdinde kendinin ve başında bulunduğu kurumun mahfiyâtive mehabetiazalıyor.

Tüm bunların ötesinde sık sık konuşan kişi kendini şarj edemez duruma düşer. Dahası yorulur. Söylediği ve yaptığı insanların dikkatini çekmez olur. Öyle bir noktaya gelir ki, Alev Alatlı’nın deyimiyle yaptığını “mış gibi”yapmış olur.

Nâ-puhte ve tabasbusçu insanların egemen olduğu günümüzde hele bir de; “ne iyi konuştunuz?”,“ne iyi yaptınız?” gibi yapmacık övgüler o kişiyi ve başında bulunduğu kurumuperişan etmeye yeter de artar…

Bazen Çekoslovakyaların deyimiyle “İnsanın insandan dinlenmesi” gerekir. İnsan insandan yoruluyor. İnsanın kendini dinlemesi, yaptıklarını gözden geçirmesi gerekiyor. Bunu sağlamak için kısa süreli de olsa bazen inzivaya çekilmek gerekiyor. Ve hatta“susma orucu” tutmalıdır.

Oradan oraya, o açılıştan o açılışa koşanlar gene Çeklerin deyimiyle ‘yaşantı oburu insanlardır.’

İş hayatı bizi o kadar kuşattı ki, yerine göre her anımız, her vaktimiz iş oldu… Hal böyle olunca da değerli ile az değerliyi, önemli ile az önemliyi ayırt edemez olduk.

Düşünceyi bırakanlar üretken olmaktan maada taklitçi olurlar.

Bir yazarın:

“… Din bizi sonsuzlukla buluşturuyordu, ondan feragat ettik,

Felsefe bizi hayret duygusuyla buluşturuyordu, ondan feragat ettik.

Aşk ve sevgi bizi neşeyle, coşkuyla buluşturuyordu, ondan feragat ettik.

Sanat bizi güzellikle buluşturuyordu, ondan feragat ettik…”demesi gibi

Kemal Sayar’ da;‘Kendi yalnızlığından kendini öğrenemeyen insan, hayattan bir şey öğrenemez. Hepimiz kendi uzlet noktalarımıza çekilmemiz, kalabalıklar içindeki yalnızlığı başarmamız lazımdır.’ Diyor.

İnsan kendine, eşine-dostuna, çocuklarına, akraba ve komşularına zaman ayırmalı,yaşantı oburluğunun ötelediği dine, felsefeye (düşünceye), sevgi ve sanata yer vermelidir.

---------0---------

Nâ-puhte; pişmemiş, çiğ; tecrübesiz, toy; (bulunduğu yerin hakkını veremeyen)

Tabasbusçu; yaltaklanmak, kendini küçülterek, kendini beğendirmeye çalışmak…

Ahmet BELADA