Nüfus arttıkça yapılanma büyüdü. Şehriler geliştikçe, yabanıl hayat da uzaklaştı. Özgür bitkiler, ağaçlar uzak dağlarda kaldı. Hâla da azalıp gitmektedir. Egemen canlılar olan insanlar tarafından yetiştirilenler ise; Ziraat niyetine, para getirsin diye, yâda; “Güzellik yapsın da, bakalım.” Kabilinden yetiştiriliyorlar. Bu arada bitkilerin genetikleriyle de bayağı bir şekilde uğraşılıyor.

            Tilkiler, Kurtlar, keklikler, tavşanlar gibi hayvanlarda, yerleşim bölgelerinden çok uzak kırlarda, dağlarda yaşam mücadelesi vermektedirler. Avcılar çoğaldı. Silahları da gelişti. Hayvanlar bitmeye başlardı. Bu sebeptendir ki bazı sivil toplum örgütlerli kırlara; Keklik, saka gibi hayvanları, yetiştirip bırakmak zorunda kaldılar. Ayrıca, bu hayvanların nasipleneceği tarlalar, anızlar, kırlar bilinçsiz eller tarafından yakılıp, bozulmaya, çeşitli kimyasallarla kirletilmeye başlayınca, yabanıl hayatın yaşam alanları iyice daraltılmış oldu.

            Bu hazin manzaraların en önemlilerin den biri de, göçmen kuşların durumudur. Sağ olsun avcılarımız, onları tüfekle karşılarlar, tüfekle başka av alanlarına uğurlarlar. Orada da başka avcılar onları yine tüfekle karşılarlar. Yöremiz bıldırcınların geçiş yolunda olduğu için, mevsimi geldiği zaman avcılarımız da, bunlardan bol bol nasiplenirler.

            Vadinin eteklerindeki küçücük çatılı evimizin yanındaki akça ağacın kattığı güzellik sayesinde, sokağımız mahalli kuşların bir uğrak yeriydi. Binanın konumu itibarıyla bu kuşları, mahalle kedileri de rahatsız edemezdi. Sansar ve gelincik ise çoktan oraları terk etmişti. Bundan dolayı güvercinler, serçeler devamlı gelir, ötüşür dururlardı. Mahallemiz; Saka, yaban bülbülü, hatta leylekleri dahi gömüştü.

            Bir gün kalabalık odası gibi kullandığımız, çatı katında önce fare, sonra tehlikeli bir hayvan sandığım bir karartı gördüm. Çok hızlı hareket ettiği için önce seçemedim. Sonra, bir bıldırcın olduğunu görünce çok şaşırdım.

            Zarar vermeden yakalayıp, mukavvadan âlel-usul yapılmış bir kafese koydum. Evimizde âdeta bir bayram havası esmeye başlamıştı. Çocuklarım çok sevinmiş, yanından ayrılmıyorlardı. Ekmek ufağı, kırık buğday, ufalanmış makarna ve su devamlı hazırdı. Hazırdı ama kuş bu esarete hazır değildi. Korkudan çırpınıyor, kendini mukavvanın kenarlarına çarpıp duruyordu. Kurtulmak, özgür olmak istiyordu. Başından da yaralanmış olduğunu görünce;

            —Çocuklar kuş özgürlük istiyor. Dostluğumuzu ve saygımızı anlamaz. Bunu kırlara bırakalım.

             Dediğimde mırın-kırın etseler de sonunda razı oldular. Küçük bir de özgürlük planı yaptık. Plan gereği, dolmuşa bineceğiz, Nevşehir-Uçhisar arasında tarlalara bırakacağız. Uçuşunu ve kaçışını izleyeceğiz. Sonsuza değin o bizim bıldırcınımız, bizim küçük dostumuz olacak. Arkasından mutluluklar diledikten sonra, kuşumuzun özgürlüğünü çikilota ve gazozla kutlayacağız. Son pansumanını da yapıp, bıldırcını dalarak, çocuklarla beraber yola koyulduk.

            Yolda kuşlara çok merakı olan, dükkânında türlü türlü kuşlar yetiştiren Berber Ahmet’le karşılaştık.

            —Hayırdır nereye böyle, çocuklarla...

            —Hiç... Geziyorduk da.

            —Elinizdeki kutuda bir kuş var galiba...

            —Evet, bu bir bıldırcın. Sonra olanları kısaca anlattım.

            —Şimdi, çocuklarla onu bırakmaya gidiyoruz.

            —Siz onu bana verin. Şu kocaman kafeste bakarım. Orada çırpınmaz. Yarası da tımar olur. Çocuklarda gelir gider bakarlar.

            Bu sürpriz teklife çocuklar da çok sevinmişti. Bende ister istemez razı oldum. Yeni kafes oldukça büyük, muntazam, sanki dışardan bakıldığında da özgür bir ortammış gibi duruyordu. Yemliği ve suluğu da çok güzeldi.

            Kuş yeni kafesine konmuştu. Çocuklarla oturup, kuşu uzun uzadıya seyrettik. Berber Ahmet’te kuşu nasıl iyileştireceğini,  elinden ne sakalar, ne kanaryalar geçtiğini anlattı durdu.

            Çocuklar çok mutluydu. Kuşu doğaya yaralı olarak bırakmaktan kurtulmuştuk. Bende mutluydum. Çocukların sevinçlerini, söz verdiğimiz gibi çikilota ve gazozla kutladık.

            Elimde değil, her iş dönüşünde kuşa bakıyordum. Eve geldiğimde, özellikle küçük oğlum, gidip kuşa nasıl baktığını, kuşun hareketlerini, durumunu uzun uzadıya heyecanlı bir şekilde anlatıyordu.

            Yine bir iş dönüşü berberin önünden geçerken, çırakların yerdeki camları süpürdüğünü gördüm. Belki de vitrin camı kırılmış, yenisi takılmış, çocuklarda yerdeki camları süpürüyorlardı. Usta da görünürlerde yoktu. Dükkân komşusu, ayaküstü Berber Ahmet’in hastaneye yattığını söylemişti. “Geçmiş olsun” Dedim. Eve geldiğimde, kuşu göremediklerini söylemişlerdi. Bende iş dönüşü gördüklerimi anlattım.

            —Usta hastaneden çıkınca hem geçmiş olsun deriz, hem de kuşu sorarız. Dedim.

            Şimdilik bu mesele kapanmıştı.

            Bir akşam iş çıkışında, Berber Ahmet’i gördüm. Elleri, kolları sarılı, yarım mumya gibi dükkânın önünde oturuyordu. Heyecanlı bir şeyler anlatıyordu.

            —Geçmiş olsun ustam.

            —Hah işte geldi. O mendebur kuşu bana getiren adam. İnşallah onu kediler yemiştir. Bak beni ne hâle getirdi.

            Ben şaşırmış kalmıştım. Yanında oturanlar gülmelerini saklamak için elleriyle yüzlerini gizliyorlardı. Biri dayanamadı, takıldı.

            —Kuşun cini olmasın bu, bak ustayı nasıl çarpmış.

            —Dalga geçme.

            Merakla sordum.

            —Ustam ne oldu sana? Bak kuşu da göremiyoruz. Şunca kuş, ne yapar insana.

            —Akşam el ayak çekilince biraz içki içip, demleneyim dedim. Bıldırcının o masum bakışı beni pek efkârlandırmıştı. Elime alıp bir seveyim. Dedim. Kafesi açmamla beraber, çılgınca kaçmaya başladı. Yakalayım dedim, gözümü hastanede kan revan içinde açtım.

            —Bununla geçmiş olsun. O yoluna gitmiş.

            Özgürlüğün bedeli açlık da olsa, kediler olsa da değiyor. Kafeste yem hazır, su hazırdı. Avcı yok. Sadece rahatlık var. Özgürlüğün ne olduğunu küçücük bir kuş bile idrak edebiliyor.

            Bir daha o bıldırcından hiç haber almadık. O bizim bıldırcınımızdı. Küçük dostumuza yeni hayatında başarılar dilerken, insanların hayvanları sevmesinin, onları tanımasının ne güzel olduğunu belirtmek isterim.

            Onları yaşatmak, gözlemek, araştırmak; Av heyecanından daha heyecan verici ve daha zevklidir.