Zor Günlerin Nevşehirlisi
Arif Dayı şükürcü bir insandır. Hamamın külhanını yakar, boş zamanlarında da evlerin odunlarını kırardı. Varlığı ile devamlı huzur çağrıştırır dururdu. Memlekette onun gibi kanaatkâr birini daha bulamazsınız. Devletini her şeyin üstünde tutar. Namazında, niyazında baştan devletine dualar ederdi. Kırdığı odunlardan kesinlikle ücret istemezdi. Bu da onun huyu işte…
 
            —Arif Dayı, şu senin ücretin. Deseler, hemen kızar:
 
            —Paran kadar konuş, git istemem senin paranı, pulunu.
 
             Der çıkardı. Onun için:
 

            -Arif Dayı, şu parayı al bir çay iç. Yada “Şu parayla bir iki simit alda ye” Derlerse teşekkür eder, parayı kabul ederdi.
 
            Eşi de kendisi gibi hamamda çalışır, kadınların gününde hamamın girdisine, çıktısına bakar, erkek ne görev yaparsa o da aynı işi görürdü. Arif Dayı ile geçinir giderlerdi.
 
            Karı-kocanın işleri zordu. Fakat çalışmanın verdiği yorgun bir huzurla evlerine dönerlerdi. Yolda bakımlı bahçelerden bülbül sesleri, saka kuşlarının seslerine karışır, gökte çılgınca uçuşan kırlangıçların telaşeli sisleri, sokakta cıvıldaşan çocukların seslerine karışır dururdu.
 
            Vadinin Hanımeli çiçekleri, gece kokanlar, tefarikler, ortanca ve hanım şemsiyesi çiçekleri, Karşı Dağın İğde çiçeklerine cevap verir. Taş evlerin, taş köşklerinde yetişen reyhanlar, çeşit çeşit güller kokularıyla bu güzelliklere katılıyor. Gökten mutluluk yağıyor, yerden saadet fışkırıyordu. Rüzgârlar ta uzaklardan türlü türlü huzurlar getiriyorlardı. İnsanların gözünün içi gülüyordu. Böyle bir memleket sevilmez mi?
 
            -Her türlü zorluğa değer bu manzara. Çok zor günler gördük. Neler neler yaşadık. İhtiyarlığımızda o zor günlerin karşılığını görüyoruz.
 
            Diye içinden geçirirken, “Asmalı Çeşme” İlkokulunun gönderindeki bayrağımıza hayran hayran bakıp gülümsüyordu. Eşi;
 
            —Ne oldu Arif gülümsedin?
 
            —Yok bir şey hanım. Eve gidelim de bir çay içelim.
 
            Dar sokaklardan evlerine doğru giderken, Arif Dayı eski günleri sisli bulutların arasından görür gibiydi sanki.
 
            Gençlik yılları ve top sesleri… Kurtuluş Savaşının o acı yılları… Var olma ve yok olma mücadelesi veriliyordu. Top mermileri siperleri dövüyor, İnsanlar top mermilerinin yıkımlarıyla adeta havalarda uçuyordu. Muharebelerde bazen koşuluyor, kovalanıyor. Bazen siperlerde savaşılıyordu.
 
            —İnsan ölüsü göre göre ölümden hiç korkmamaya başladım. Derdi.
 
            — İnsan, insan gibi savaşır. Düşman ya bunu bilmiyor, ya da insan değil. Köylerde, şehirlerde; Çocukları, ihtiyarları, kadınları öldürüyorlar. Bu yüzden düşmana çok kızıyorum. Derdi.
 
            Nasıl ölmemiş Arif Dayı, yanından, böğründen mermiler geçmiş. Top mermileri yakınına düşmüş de buna denk gelmemiş nedense…
 
            —Kulağımın ağır işittiği kesin savaştandır. Bundan eminim. Derdi.
 
            Büyük savaşta ruh hali de bozulmuştur Arif Dayı’nın. Gözünün önünde insanlar ölüyor, yaralanıyor. Yorgunluk, uykusuzluk, açlık iyice etkilemiş. Hele yakınında patlayan top mermileri adamcağızı çılgına döndürmüş.
 
            Kendisi ve can siperane komutanlarının emirlerini yerine getirmeye çalışıyorlardı. Kendilerinden ölenler olduğu gibi düşmanda ölüyordu. Savaşırken düşmanın hiç bitmeyeceğini sanırdı.
 
            Arif Dayı’nın bir de düşmana esir düşmesi durumunu iyice bozar. Zulüm, hakaret, yaşam şartlarının iyice ağırlaşması, savaşın en zor günlerini de aratır hale getirir. Arif Dayı artık Vicdansızların vicdanına kalmıştı. Kötü lafı hiç kaldıramayan Arif Dayı aniden karşısına çıkan bu durumu kabullenmesi imkânsızdı. Esirken düşmandan dayak bile yemişti.
 
            Kış bastırmış, Sakarya Nehrinin sazağı daha da soğumuştu. Gece gündüz akla hayale gelmeyecek şekilde çalıştırılıyor, aç yatıp aç kalkıyordu. Soğukta içine işlemişti.
 
            —Zaten düşman ölsüne tutmuştu bizi, bu böyle olmaz.
 
             Derdi. Ne pahasına olursa olsun ya kaçacak kurtulacak, ya ölecek kurtulacaktı. Bunun arası kalmamıştı. Düşmana aniden saldırıp, birini ikisini tepelemeyi bilirdi. Hatta gözünden bile kestirmişti.
 
            —Yok, olmaz, yalnız beni öldürmezler. Yanımda çok adam gider. Bunun vebalini kaldıramam. Dedi.
 
            Bir kış günü kendisini bilinçsizce coşmuş akan nehre attı. Boğulma riski hiç önemli değildi. O sırada düşman askerleri de arkasından ateş açmaya başlamıştı. Arif Dayı, kendisini coşmuş suyun kollarında hızla olay yerinden uzaklaşıyordu. Mermiler sağından, solundan suları yarıyordu.  Hayret, kendisine aynı diğer muharebelerde olduğu gibi yine mermi isabet etmiyordu.
 
            —Herhalde efsunluyum. O kadar savaştım bana hiç mermi değmedi. Derdi.
 
            Arif Dayı kurtulmuştu. Türk tarafına geçmişti. O ruh halinin verdiği can havliyle kendisini kurtarmıştı. Donmak üzeriydi. Birliğine gideceğine doğru Nevşehir’in yolunu tutmuştu. Günlerce aç-susuz, soğuktan ve yaşadıklarından bitap bir halde süren yürüyüşten sonra bir gece vakti evinin kapısını çalar. Paramparça olmuş elbisesi, simsiyah, bir deri bir kemik vaziyette kendisini içeri atar. O zor, o çetin günlerde evinde bayram havası esmektedir. Annesi;
 
            — Evladım hiç olmazsa canlı. Ona da şükür.
 
            Arif Dayı her savaştan dönen Nevşehirli askerler gibi hemen bir tas üzüm pekmezi içer.
 
            —Şükür burası Nevşehir. Şimdi anladım der.
 
             Atar kendini yatağa uyur dinlenir. Yemek yer kendine gelir. Çocuğunu kucağına alır sever neşelenir. Bedeni, ruhun insan olduğunu yavaş yavaş hissettirmeye başlamıştı. Korkunç bir fırtınanın arkasından güneş hafif hafif parlıyordu. O esirlik günlerinden sonra gelen bu mutluluk gerçekten Allah’ın bir armağanıydı.
 
            Geleli bir hafta çoktan dolmuş, Arif Dayı sokağa çıkmaya da başlamıştı. İlk önce bütün arkadaşlarının savaşta olduğunu öğrenmişti.
 
            —Ana Nevşehir’de durumlar nasıl. Rahat mısınız bari? Biz savaşıyoruz. Burada Rumlar size sıkıntı ediyor mu?
 
            —Ufak tefek olaylar oldu. Yine de rahatız şükürler olsun oğlum. Geçenlerde dördü-beşi birleşmiş, bizimkilerden birine saldırmaya kalkmış, gençte sinirle ikisini bıçaklamış. Bir esnafa da lafla sataşmışlar. Eski gazi dikelmiş karşılarına laflarını vermiş. Bunlar da pısıtıp kalmışlar. Hem burada Kuvveyi Milliye sağlamdır. Korkma biz iyiyiz. Allah’ımız var oğlum.
 
            —Askerden haber geliyor mu? Ana, ölen kalan var mı?
 
            — Şehitler var. Yara almayan hemen hemen hiçbir aile yok. Savaşın içerisindeyiz. Asker kaçaklarını da vuruyorlarmış oğlum. Niye birliğine değil de buraya geldin. Sanki asker kaçağı gibi…
 
            —Ana ben askerden kaçmadım. Düşman elinden kaçtım. Yine gideceğim.
 
            Arif Dayı Nevşehir’de yirmi-yirmi beş gün geçirdikten sonra yine cepheye döner. Güç toplamış, kendisine gelmiştir. Aynı yılın yazında düşman yurttan temelli kovulmuştur. Savaş biter. Arif dayı başı dik bir şekilde memleketine döner. Son harpte daha iyi savaşmış, bu arada İzmir’i bile görmek nasip olmuştu.
 
            Hayata alışması zorda olsa, Arif Dayı, bağıdı- bahçeydi, kışın ufak tefek işler ve kahvehane derken, huzura da merhaba der. Bu arada bir oğlu daha olur. Kendisini zamanın huzur hamağında sallanmaya bırakır. Aradan uzun yıllar geçer. Çocuklar büyür, askere gönderir. Çocukları can sağlığı ile birer birer askerden dönerler.
 
            Arif Dayı’nın işi bittimi? Elbette Hayır. Şimdi çocukların “Yol Parası” ödenecek. Kendisinde o kadar para yok. Çocukların yolda çalışmalarına da kıyamaz.
 
            —Ben çok ezildim. Onlar ezilmesin. Diye ikisinin de yerine ayrı ayrı  “Yolda çalışır.”
 
            Cumhuriyet yeni kurulmuş, büyük bir var olma, yok olma savaşından onuruyla gelip çıkmış, yurdu imarda başlamıştı. Yol parası da yokluktan ve zorluktan çıkmıştı. Bu arada vatanımıza göz diken düşmanlar hızını alamamış birbirlerine girmişlerdi. Dünya yanıyor, binlerce yüz binlerce insan ölüyordu. Yurdumuz ateş denizi içerisinde bir huzur adası gibi kalmıştı.
 
            Arif Dayı, Nevşehir-Niğde karayolunda çalışıyordu. O zaman Niğde vilayet, Nevşehir ise ilçeydi. Mutluluk içerisinde çalıştı ve durumundan hiçbir zaman şikâyetçi olmadı. Savaş ve esaret görmüş gazi sakin bir hayat sürdü. Hamamda külhancılık yaptı. Hayatı boyunca başka bir maceraya girmemek için elinden gelen gayreti gösterdi.
 
            Kendisine verilecek olan İstiklal madalyasını da ret etti.
 
            —Ben vatanım için çarpıştım. Karşılık olarak bu madalyayı istemiyorum. Dedi.
 
            —Madalya hakkın. Dediklerinde ise
 
            —Ben asker kaçağıyım. Siz bunu bilmezsiniz. Düşman elinden kaçınca birliğime gitmem gerekirdi. Ben evime gittim. Madalyayı hak etmedim.
 
            Diyerek, kesin olarak olayı kapattı.
 
            Her insan gibi Arif Dayı’da ihtiyarlayıp, öldü. Anıları, şakacı tavırlarını, o temiz saf vatan ve millet sevgisini beraberinde mezarına götürdü. Toprak demek ki böyle vatan oluyor.
 
            Aradan çok uzun yıllar geçti. Doğa güzelliklerini cömertçe dağıttığı Nevşehir-Derinkuyu Karayolunda ilerliyorum. O kızgın sıcak altında yemyeşil patates tarlalarının serin ve güzel görüntülerine, gelincik çiçeklerinin kapladığı tarla görüntüleri ekleniyor. İğde ağaçları uçsuz bucaksız boz kırlarda, tarlaların ve bağların sınırlarında bana gülümsüyor. Uzakta Melendiz Dağlarının güzel zirveleri geçenleri selamlıyor.
 
            Gözüme, ufka doğru simsiyah uzanan karayolunda çalışanlar geliyor. Onları düşünüyorum. Arif Dayı’ya;
 
            —Gel bir çay içelim, gel iki simit yiyelim. Diyesim geliyor.