Gördüklerimiz yaşadıklarımız.

EĞİTİMDE DAYAĞIN YERİ…

İnsan bazen bir objeye takılıp kalır. Kolay bulursa kolay usanır. Aşkında böyle olduğuna inanıyorum. Sevda çekilirken maşukun fantastik bir yapıda olduğu da hayal edilir. Bazen toplum ve büyükler İnsafa gelir, aşık ve maşuku baş-göz ediverirler. Aşık sonradan maşukunun da bir insan olduğunu fark etmekle kalmaz, uyumsuz huylarıyla da tanışır. Neticede koskoca aşkın sarayları yıkılıp gider. Hayatın bu yönü satranç oyununa da benzer. Filleri, atları, savaşçıları koskoca bir orduyu yönetirsin. Oyun bittiğinde ise hepsi plastiğe dönüşü verirler.

Çocuk-okul bağlantısı da bu konuya çok benzemektedir. Okul çağı yaklaşan çocuklar okula gitmek için yırtınırlar, heyecanlanırlar. Okul yıllarında ise tatillere bayılırlar. Denklemdeki bilinmeyeni bulup yerine koysalar emin olun birçok sıkıntı kendiliğinden geçecektir.

Daha ilkokula başlamama birkaç yıl vardı. Oysa ben hemen okula gitmek için yanıp tutuşuyordum. İlkokul evimize yakın olduğu için gider okulu izlerdim. Çocuklar okuldan dağılıp gelirken heyecanla onlara bakardım. Ailem bunun farkına varmış olacak ki okulla konuşup benim bir günlüğüne derse girmemi sağladılar. Öğretmen; bu kadar yeter, yaşın tutunca gel.” Deyip beni dersten çıkartmıştı. Oysa ben alfabeyi büyük bir hevesle öğrenmiştim bir deyişle okuyup yaza biliyordum.

Her şeye rağmen hayat çarkları da dönmekteydi. Sıkıntılar, acılar hayat tablosuna renkler katmaya devam ediyordu. Zira hayat çarkı ne durdurula biliyor ne tamiri yapıla biliyor. Nasıl dönüyorsa öyle işte… Kardeşim o günlerde trafik kazasında ölmüştü. Benim ise dilim tutulmuş konuşamıyordum. Doktora götürdüler, hocalara okuttular. Hayatımda istisnasız en çok ağladığım günlerdi. Benim okula yazılma hakkım işte böyle günlerde gelmişti. Hayata 1-0 yenik başlama ne acı vericidir. Çocuk bayramları her zaman benim kardeşimi andığım günler olmuştu.

İlk okul öyle böyle bitti. Orta okula başlamıştım. Hayrete şayan dayak faktörü her zaman en önde dururdu. Dayak cennetten çıkmış dediklerine inanmayın, cehennemin dünyadaki görüntüsünden başka bir şey değildir. İlk okulda yine az dayak yemişiz. Orta okulda alasını görmüştük. Hele bir matematikçimiz vardı ki, sanatının erbabıydı. Tokat atarken sanki kafa tasımız yoktu, direk beynimize o korkunç acıyı sirayet ettirmeyi beceriyordu. Matematik öğrenmek için değil o gün dayak yememek için çalışırdım. Soru sorarken azarlar gibiydi. Dilim tutulur konuşamaz boynumu eğerdim. İçimden “Eyvah yine o tokatı yiyeceğiz.” Hani öteki derslerde vardı. Matematik bir kâbus gibiydi….

Yıllar sonra bir arkadaşımla o günleri konuşuyordum. Bana sordu; “İdarede seni nasıl döverlerdi?” “Dayak yemeye giderken elimi tebeşir tozuyla ovardım. İlk değnek çok canımı yakardı. Elim uyuştuğu için sonrakiler pek tesir etmezdi.” Dedim. Seni torpilli seni… Bize parmaklarımızı birleştirir o değneği öyle vururdu. Elim koptu sanırdım. O acıyla yere düşerdim. Dizimde çok ağrırdı. Suçlarımızdan bahsedelim. Öğretmen derse gelmemiş, bizlerse biraz sesli konuşmuşuz suçlarımızda budur. Numaramızı tahtaya yazsalar sildirmeyi bilirdik. Tek suçlu bizdik.

İnsan birkaç kez bunları yaşadığında mimleniyormuş. Bunu sonradan öğrendim. Hayat zaten zordu. Bizleri hayata bağlayan tek etkinliğimiz okuldu. Kitap okumayı severdik. Edebiyat dersinde gördüğümüz yazarların kitaplarını okumak vaz geçilmez zevklerimizdi. Mehmet Akif’in Safahatını böyle zor günlerde okumuştum. Yakup Kadri, Cahit Sıtkı, Sait Faik gibi yazarların edebiyat kitabımızdaki yazı metinlerinden daha güzellerini kitaplarında görmüştük.

Sadece dayak yüzünden tanıdığım 10’un üzerinde öğrenci okulu bırakmak zorunda kalmıştı. Bu kervana sonunda ben de katıldım. Arsızlık sanki sıfatıma yapışmış gibiydi. Bu yüzden de dayak gayri sıradandı. Yıl 1971 12 Eylül darbesiyle sonuçlanan kara günler daha yurdu tam sarmamıştı.

Emin olun bizleri yönetenler aklı selim olsaydı, o kadar insanımız ölmezdi, o kadar insanımız mağdur olmazdı. Hani dedik ya aklı selim olsaydı… İnsanlarım chp-dp ayrışmasında da aklı selimini kullanmamışlardı. Zararlı çıkan hep insanımız olmuştu. Günümüzde yine aynı filmi seyrediyoruz. Hani demişlerdi ya “Dayak cennetten çıkma” fiziki ve ruhi olarak insanlarımızda bu sahte vecizeyi kendilerine şiar etmişler gibi görünüyor. Ha fikir mi? Evet efendim. Fikir sadece insana bahşedilmiş bir duygudur. Bu yüzden yüce Allah meleklerine insanın bir üstünlüğü olarak anlatmadı mı? Eşeğe semer dikerken eşeğin fikri sorulur mu? Sadece ölçüsü alınır ve eşeğe giydirilir. Sigortası yoktur. Bolca dayak vardır, kırlarda yeşil ot yemesine müsaade edilmesi insan oğlu tarafından eşeklere bahşedilmiş en büyük lütfu keremdir. Gözümüzden kaçan bir şey var. Onların Yüce Allah’ın emaneti olduğunu unutmayalım diyeceğim ama günümüzde eşek de kalmadı.

Sağcı bir ailenin evladıyım. Yediğim dayakların arkasında bu faktöründe olduğunu biliyorum. Efendim, 12-13 Yaşlarındaki bir çocuktan sağcı olsa ne yazar, solcu olsa ne yazar. Herkesin bir görevi var onu yapsın. Çocuklar hem toplumun hem Yüce Allah’ın emanetleri değil mi?

Bir gün, daha öğretmen derse girmemişti. İki öğretmen sınıfa girdi. Biri diğerine beni işaret etti ve gitti. Öteki öğretmen beni izlemeye başladı. Ben korkuyordum. Dikkatimi çeken öğretmenin ceketinin yakasında Atatürk rozeti, parmağında ise kalın bir yüksük vardı. Acaba ne suçum var ki diye düşünürken beni çoktan bakışlarıyla dövmeye başlamıştı. Yüksüklü eliyle kafama okkalı bir tokat vurdu. Burnumun üstüne de sıraya çarpmıştım. Böyle bir acı olamazdı. Matematikçimiz Selahattin beye dahi rahmet okutacak bir acıydı bu… Korkunun da tesiriyle hiç sesim çıkmamıştı. Kimseye şikâyet edemedim. Etsem ne yapacaktım ki… Öğle tatilinde doğruca sarrafların bulunduğu Tahmis Caddesine gittim. Vitrininde aynı yüksüklerin bulunduğu bir sarrafa girip o yüksüklerin adını sordum. “Şövalye” Dediler. O yüksüğün adını orada öğrenmiştim.

Devlet, toplum, aile ve okul iş birliği ile bu sorunlar çözüle bilirdi. Birçok insanımız tahsilini yapa bilirdi. Kurumlara siyasetin girmesi ve o kurumları nasıl çürüttüğünü sonradan daha iyi anladım. Şunu da sonradan örendim. Dayak sayesindeyetersiz ve kifayetsiz öğretmenlerin otorite sahibi olduklarını ve çok iyi bir iş yaptıklarına da inanmalarında yatmaktadır.

Rahmetli Yahya Yılmaz’la röportajımda konu yine aynı noktaya gelmişti. Dedi ki “Kötü bir matematik öğretmenimiz vardı. Döver azarlardı. Nasıl oldu bilmem, dersimizi bıraktı. Tarsuslu bir öğretmen dersimize girmeye başladı. Güler yüzlüydü. Matematiğin temellerini çok güzel bir şekilde bize öğretti. İnanırmısın bu sayede matematik dersi sorun olmaktan çıktı bir zevk haline geldi. Ta üniversitede bile o hocamızın attığı temellerin yararını görmüştük.”

Bakın böyle de ola biliyormuş. Çocuk aynı bir toprak gibidir. Ne ekersen nasıl bakarsan öyle verim verir. Çocuklar temizdir, çocuklar günahsızdır.

Okulu bırakan çocuklar için Nevşehir’de bir adet vardır. Doğru sanayiye…. Bana da öyle yaptılar. Bu seferde karşımıza kalfalar çıkmıştı. Cahil cesur olur derler. Okuldaki dayağın yine bir adabı olduğunu orada gördüm. Yaşım oradakilere göre oldukça küçüktü. Dayak atanlar kafa-göz dalıyorlardı. Aman Allah’ım bu bir kabustu.

Bunları da görünce bende iki fikir sabit bir hale gelmişti. Birincisi hiç şüphem yok yüce Allah beni dayak yesin diye yarattığına inanıyordum. Yapacak bir şeyde yoktu. Aileme söylesem okumadın derlerdi. İnsan böyle pişerdi. Birde delikanlının şikâyeti olmaması gerekti bu delikanlılığa sığmazdı. İkinci sabit fikrim bir sazım olması gerekmekteydi. Beni hayata bağlayacaktı. Okulu yaz tatilinde bıraktığım için kendime karar verme özgürlüğünü de tanımıştım.

Okulların açılmasına yakın tekrar okula dönmeye karar vermiştim. Lâkin o okulda okumam mümkün değildi. Günümüzde Yunus Emre İlk Öğretim okulu olarak bilinen Merkez Orta Okuluna kaydımı yaptırmıştım. Bunun yanında türlü zorluklara rağmen bir bağlama edinmiştim. Ufak ufak da çala biliyordum. Sonraki okulumda bir tokat bile yemeden mezun olmuştum. Gittiğim yıl hayatımın ilk teşekkür namesini de almıştım.

Güneş parlıyordu, gök yüzü masmavi, kelebekler uçuyor, kuşlar şarkı söylüyordu. Evet çilem bitmişti. Hayatımda tanıdığım en iyi matematik öğretmeni dersime giriyordu. Sosyal Bilgiler, özellikle edebiyat harika idi. Gazetede makale yazmaya başlamıştım. Bu durum öğretmenlerim inde hoşuna gidiyordu. Beni devamlı yüreklendiriyorlardı. Bitkilerle alakalı ilk araştırmamı da o okulda yapmıştım. Kütüphanede kitap araştırmam, yazılarım, araştırmalarım beni yormuyordu. Zevk alıyordum. Konu Antep fıstığı idi… sonuç Nevşehir’de Antep fıstığı tarımı yapıla bilir ve Nevşehir’in geliri çeşitlendirile bilirdi. Bu sayede boş ve hozan olan birçok bağ tarla değerlendirile bilirdi… Yerden huzur fışkırıyor, gökten mutluluk yağıyordu. O okul da boyumda atmış uzamıştı.

Velilerin çocuklarıyla ilgilenmesini tavsiye ederim. Kendileri sıkıntılarından bahsetmezler. Daha samimi bir duruş sergilerseniz ancak o zaman öğrene bilirsiniz. Sıkıntıları varsa kesinlikle halledin. Güler yüzlü olmanız, çocuğunuzun da toplumda güler yüz görmesini sağlayacaktır. Samimi olun, Unutmayın çocuk, yalanı riyayı ailesinden öğrenir.

Mutsuzluk mutsuzluğu getirir. Mutsuz çocuk büyüdüğündü de mutsuz olur. Bunun ceremesini aile çeker. Yazım sonunda bahsetmek isterim ki, çocuğun bir becerisinin olmasını mutlaka sağlayın. İnanın pek çok netameli ortamdan ve durumdan bu sayede kurtulacaktır.

Hepinize sağlık ve sıhhatler dilerim.