ELENEN ÖĞRENCİ DEĞİL SİSTEMİN KENDİSİDİR

ELENEN ÖĞRENCİ DEĞİL SİSTEMİN KENDİSİDİR
Malumunuzdur, Milli Eğitim Bakanlığımız en çok yenilik yapan bakanlıklarımızdan biri. Çünkü ülke tarihinde en sık el değiştiren bakanlık ve her gelen bakanımız bir önceki mevkidaşının yaptığı çalışmaları devam ettirmek yerine anlaşılamayan bir sebeple yeni reform paketi ve projeler açıklıyor. Böylece de değişen her bakanımız ile birlikte yeni bir eğitim sistemi ve yeni bir bakış açısı geliyor ve tuğlaları üst üste koyup birinin başladığını diğeri tamamlayacağına her gelen bakanımız, sistemi sil baştan değiştirme çabası içine giriyor. Çünkü bakanlarımız koltuğa oturduğu gün eğitimle ilgilenmeye başlıyor, gittikleri gün de yazık ki herşeyi o binada bırakıyor. Zira ben bugüne kadar hiçbir bakanımızın çıkıp da yere göğe sığdıramadığı projesi çöpe atılırken “ne yapıyorsunuz” dediğine, projesine “sahip çıktığını” görmedim.
Bugüne kadarki bakanlarımızın ortak özelliği; eğitimle ilgilerinin olmamasıydı. Ama şu anki bakanımız atanınca, sanırım başta ben eğitime gönül veren herkes çok sevindi bu isabetli atamaya ve yarınımızın daha aydınlık daha güzel olacağı tahayyülü ile kendisine yüksek kredi sağladık. Ben kendi adıma halen bunu ısrarla koruma çabasındayım; zira samimiyet ve gayretinden zerrece endişem yok.
Ancak önündeki tablo oldukça vahim.
Çünkü konuyla ilgilendikçe ortaya çıkan veriler iç karartıcı ve irade dışı bir karamsarlığa itiyor. Sayısal veriler diyince ekonomiye bakar gibi “üretim ve ihracat patladı, turist sayısı başına düşen harcama ikiye katlandı, otomotiv üretiminde rekora gidiyoruz” şeklindeki açıklamalardan söz etmiyorum ama yazık ki bu açıklamaların benzerlerini eğitimde de görüyoruz. “Okul ve derslik sayısı şu kadar arttı, öğrenci ve öğretmen sayısı şu kadar yükseldi, şurdaydık buraya geldik, bakanlık bütçemiz şuradan şuraya geldi, çocuklarımızın bursları üçe beşe ona katlandı” türünden açıklamalar, eğitime yönelik söylemlerin ana çatısını oluşturuyor.
Sayısal gelişmeler yok mu? Elbette var. Hem de fazlasıyla.
Zorunlu eğitim süresinden, ayrılan bütçeye, öğrenci ve öğretmen sayısından maaşlara kadar hemen her şey dünle kıyaslanmayacak oranlarda tabi ki yükseldi. Harikulade ve şu yaşıma rağmen gidip öğrencisi olmak istediğim donanımlı ve devasa binalar yapıldı.
Ama sanki eğitimde çok daha önemli olan sayısal artış değil de; kalite, toplum memnuniyeti, çağın gereklerine uyum, uluslararası derecelendirme kurumlarındaki yerimiz, maaşların yeterliliği, peygamberlik mesleğini ifa eden toplum mühendisi yaşları kaç olursa olsun eli öpülesi öğretmenlerimizin saygınlığı; eğitim ve öğretimin toplumda yarattığı katma değer ve en önemlisi de ülkeye, millete, mesleğe, çevreye, tarihe, kültüre, milli ve manevi değerlere yönelik aidiyetlerimize katkı ve bilgiyi hayata ne kadar kattığımızın derdiyle kıvranmamız gerekiyor.
Ancak yazık ki özellikle ulusal ve uluslararası veriler bu konuda artık görmeyi erteleyemeyeceğimiz, kulaklarımızı tıkayamayacağımız, vicdanlarımızı örtüp başımızı çeviremeyeceğimiz tehlike sinyalleri veriyor ve “hazinemiz” olan gençlerimizi toprak altından çıkarıp cürufundan ayırıp insanlığa ve topluma yararlı birer fert haline getireceğimize onları daha çok gömdüğümüzü gösteriyor.
Buyrun, bu verilere hep beraber bakalım;
Dünya Ekonomik Forumu verilerine göre “Genel Eğitim Kalitemiz” forum içerisindeki 143 ülke içinde 2008-2009 Eğitim Öğretim yılında 77.sırada iken, 2014-2015 eğitim öğretim yılında 89.sıraya, 2015-2016 eğitim öğretim yılında 92.sıraya, 2015-2016 eğitim öğretim yılında 92.sıraya ve nihayetinde 2016-2017 eğitim öğretim yılında ise 104.sıraya düşmüş.
Aynı forumun verilerine göre “İlkokul Eğitim Kalitemiz” yine 143 ülke içinde 2008-2009 eğitim öğretim yılında 91.sırada iken, 2014-2015 eğitim öğretim yılında 94.sıraya, 2015-2016 eğitim öğretim yılında 100.sıraya, 2016-2017 eğitim öğretim yılında ise 105.sıraya düşmüş.
Bitti mi? Yazık ki hayır.
Durum “Temel bilimler” olan Fen ve Matematik alanlarında da oldukça vahim maalesef.
143 ülke içindeki “Matematik ve Fen Bilimleri eğitim kalitemiz” 2008-2009 eğitim öğretim yılında 73.sırada iken, 2014-2015 eğitim öğretim yılında 98.sıraya, 2015-2016 eğitim öğretim yılında 103.sıraya, 2016-2017 eğitim öğretim yılında 107.sıraya düşmüş.
Bu yazımda Dünya Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün her yıl bakanlığımız ile ortaklaşa yaptığı PİSA verilerine değinmeyeceğim ama bunu ilerleyen yazılarımda sıklıkla işleyeceğim. Çünkü orda da durum oldukça vahim durumda. Öyle ki uluslararası arenada bu test içinde matematik ve fen bilimleri alanında “mükemmel” kategorisinde tek bir öğrencimiz dahi yok maalesef.
Bizdeki sayısal verilerde de durum çok farklı değil.
Üniversiteye giriş sınavlarında 2001 yılında 9.315 gencimiz, 2002 yılında 8.919 gencimiz, 2016 yılında 32.983 gencimiz, 2017 yılında 37.026 gencimiz “sıfır” çekmiş.
Yani “Temel yeterlilik testi” için baraj geçme puanı olan 100 puan ve üstü alamamış ki bu adayların yarım net dahi yapamadığı anlamına geliyor.
2018 yılına baktığınızda “sıfır çeken” genç sayımız 41.281 kişiye yükselmiş ve 2018 yılında temel yeterlik testini geçemeyen genç sayımız 496.616 kişi. Geçen yıl sınava giren yaklaşık iki milyon üçyüz bin aday açısından baktığınızda bu rakam neredeyse her 4 adaydan birine tekabül ediyor.
Ürkütücü bir tablo değil mi sizce de…
Ama dahası var.
ÖSYM’nin resmi web sitesine girerek rahatlıkla görebileceğiniz bu verilere göre 2018 yılında temel yeterlik testine katılan adayların % 8’i yani yaklaşık 180.000 aday hiçbir matematik sorusuna doğru cevap verememiş. Fen Bilimlerinde ise bu oran % 7’lik bir orana tekabül ediyor ve sınava giren 161.000 aday hiçbir Fen bilimleri sorusuna doğru cevap verememiş.
Bakanlığımızın yayınlamış olduğu istatistiki verilere baktığınızda özellikle bu işin maddi boyutu çok daha korkunç rakamlara ulaşıyor.
Bu işin canını adeta dişine takıp “çocuğum yeter ki okusun” düşüncesi içinde gece gündüz çabalayan anne, baba ve ebeveyn boyutunu görmezden gelseniz, sınava giren gencin yaşadığı hayal kırıklığının üstünü örtseniz bile; 2017 verilerine göre bir ortaöğretim öğrencisinin bakanlığımıza maliyetini kişi başı 6.676 TL olarak hesapladığınızda “sıfır çeken” 41.281 gencimizin devlete maliyeti 2018 yılı için 275.591.956 lira.
Yani yaklaşık 276 milyon liramız çöpe gitmiş.
Peki onca çabaya rağmen “neden böyle” diye soracaksınız biliyorum;
Çünkü okullar, çocuklarımızı sınavlara değil, hayata hazırlaması gereken kurumlar olması, cevheri cürufundan ayırarak onları ilgi, istidat, kabiliyet ve yeteneklerine göre gruplandırıp topluma ve insanlığa yararlı birer fert haline getirmesi gerekirken, eğitimin onca kazanımını bir tarafa itip sadece ama sadece sınavlara odaklandılar.
Neden?
Çünkü veliler öyle istiyor ve ilk sordukları şey okulların sınav başarısı!
Sadece veliler mi? Hayır!
Okulları denetleyen müfettişlerimizden ilçe kaymakamlarımıza, il valilerimize, bakanlığımız yetkililerine kadar hepsinin odağı “akademik başarı!” Yani okula gönderdiğimiz her gencin avukat, doktor, hakim, savcı, bürokrat olmasını istiyor; “hiçbirşey olamazsan bari git öğretmen ol” diyoruz! Bu toplumun aynı zamanda esnafa, terziye, marangoza, elektrikçiye, tamirciye de ihtiyacı olduğunu atlıyor; ortaya koyduğumuz sınav sistemimize uyum sağlayamayanları “sistem dışına” atıyor; “başarısız” ilan ediyor, “işe yaramazsın” fikrini empoze ediyor, henüz hayatlarının baharında onlara çaresizliği öğretiyoruz.
Anlayış bu olunca da bilgi deposu beyinler, sınav kazanan çanta hamalları, tıkanmış eğitim sistemine kendini tıpa olarak görev addeden ebeveynler olarak her anne babanın elinde zeka ölçüm formları; gözleri hırs, çocuk büyütme enerjilerini ihtiras kaplamış bir halde herkes kendini yetersizliklerinin “tatmin memuru” olarak görmeye başlıyor.
Oysa hep dediğim gibi ideal bir eğitim sistemi öğrenciyi eleme işine girişmez, girişmemeli de. Ne yapar? Onların ilgi, istidat ve kabiliyetlerini keşfederek bir üst seviyeye çıkarır.
Yani, balığa uç demez, attan yumurta yapmasını, kuştan yüzmesini istemez. Dolayısıyla farklı mizaç ve yetenekteki öğrencileri aynı sorulardan sınav yapıp öğrencilerin bir kısmını “başarısız” ilan eden bir sistem eğitimi “anlayamamış” demektir. Bu tespitlerden hareketle baktığımızda da kim ne derse desin elenen öğrenciler değil sistemin kendisidir.
Sınavlar önemsiz mi?
Elbette önemli ama her şey değil!
Sınav olmalı mı?
İlgi, istidat, kabiliyet ve yeteneklerin ölçümü için evet ama, eleyip sistem dışına itip “işe yaramaz” fikrini empoze edip çaresizliği öğretmek için hayır.
Zira sınavlardaki birinciliğin hayatta bir karşılığı olsaydı dünyayı sınav şampiyonları yönetirdi! Kabul edelim ki, sınavlar özellikle bizim gibi ülkelerde, umut tacirliğine dönüşmüş durumda ve öğrenciler de ebeveynler de harcadıkları emeğin, paranın ve yapılan fedakârlığın karşılığını kesinlikle alamıyor.
Alın başınızı ellerinizi arasına düşünün ne olur? Sınav şampiyonları hayatın neresindeler? Peki bu konuda hata onların mı? Kesinlikle hayır! Yarış atı misali bir sınavdan diğerine koşturarak, canlarına öylesine okuyoruz ki hayata atıldıklarında artık pek çok konuda ne heyecanları kalıyor ne de onca özverinin karşılığını alabiliyorlar! Küskünlükleri, ortadan kayboluşları, yeni şampiyonluklar peşinde koşmamaları biraz da o yüzden.
Siz hiç, her yıl şampiyon olan takım gördünüz mü? Çok zor ama, biz çocuklarımızdan hep bunu bekliyoruz! Girdikleri her sınavı kazansınlar istiyoruz. O da yetmiyor, dereceye girmelerini bekliyoruz. Olmayınca da zaten içsel dünyalarında yaşadıkları savaşta yanlarında yer almak yerine karşılarına geçiyoruz. Çünkü hemen hepimiz, olması gerekeni değil popüler olanı tercih ediyoruz. Çocuklarımızın ilgi ve yeteneklerini keşfetmeden, hayallerini dinlemeden, beklentilerini göz önünde bulundurmadan, kulaktan dolma bilgilerle bir dayatma içerisine giriyoruz. Bu yüzden okul seçerken ilk sorduğumuz soru kazandırdıkları özgüven değil, sınavlardaki başarıları oluyor.
Bakın topluma…
Bugün üniversiteyi kazananların üçte ikisi hiç istemedikleri fakültelerde okuyor, yüz binlercesi her yıl kazandıkları fakülteyi bırakıyor, milyonlarca üniversite mezunu da öğrenim gördüğü alandan çok farklı alanlarda çalışıyor ve bir Allah’ın kulu çıkıp da bu sistemi sorgulamıyor!
Üniversite mezunu gençlerin sayısında hızlı bir artış olduğu hepimizin malumu ancak ekonomik ve sosyal yaşamın dışına itilen gençler arasında diplomalı ve vasıflı işsiz sayısı da aynı oranda hızla arıyor. İşsiz üniversite mezunlarının oranı 2014 yılında yüzde 10.6 iken 2018 yılında yüzde 12.4’e yükselmiş durumda. 2018 verileri derlendiğinde mühendis diploması olan 91 bin, mimar diploması olan 40 bin gencimize iş imkânı sunamıyoruz. Sosyal hizmet bölümü mezunlarının yüzde 24’üne, gazetecilik bölümü mezunlarının yüzde 23.8’ine ve sanat mezunlarının yüzde 17.8’ine istihdam alanı açabilmiş değiliz.
TÜİK’in 2018 verilerine göre 15-24 yaş aralığındaki genç nüfusun yüzde 20.3’ü işsiz iken, bu oran 2019 yılında yüzde 26.1 gibi devasa bir seviyeye yükselmiş. OECD ülkelerinde genç işsizlik oranı yüzde 10.9 iken Türkiye’de bu oran yüzde 26 ile OECD ülkelerinin 2 katını aşmış durumda. Bu da her dört gençten birinin ekonomik ve eğitim hayatının dışında kalması anlamını taşıyor.
TÜİK’e göre ne eğitim öğretimde ne de istihdamda olamayan gençlerin oranı yüzde 24.8 olurken, erkeklerde bu oran yüzde 17.6; kadınlarda ise yüzde 32.2.
Avrupa Birliği’nin (AB) resmi istatistik kurumu Eurostat’ın Nisan 2019’da yayımlanan ‘Çalışmayan, eğitim ve öğrenim görmeyen (20-34 yaş arası) gençler (NEET)’ araştırmasında ise 28 AB ülkesinin ortalaması yüzde 16.5 iken bu oran Türkiye’de yüzde 33.2.
Burada asıl çarpıcı olan, çalışmayan, eğitim ve öğrenim görmeyen genç kadın oranının AB ülkelerinde yüzde 21 iken ülkemizde yüzde 51 gibi çok çarpıcı bir seviyede olmasıdır ki bu da ülkemizde her iki genç kadından birinin ekonomik yaşam ve eğitim sisteminin dışında kaldığını göstermektedir.
Hepimizin şu sunmaya çalıştığım ve sayfalar dolusu anlatabileceğimiz, ciltler dolusu yazabileceğimiz tablo içinde farkına varmamız gereken en önemli şey toplumda eğitime olan inancın azalmış olması tehlikesidir. Fazla değil, daha beş on yıl öncesine kadar bir çocuğun geleceği için eğitim olmazsa olmazların en başında geliyordu. Aileler yemez, içmez, gezmez, çocuklarının geleceği için her türlü fedakârlığa katlanırlar ve iyi okullara girsin, iyi meslekler edinsinler diye çırpınırlardı. Ama üniversite mezunları işsizlik sıralamasının en tepesinde yer almaya ve eğitime, diplomaya olan ilgi giderek erozyona uğramaya başladı.
Eğitimle ilgili motivasyonun dibe vurmasının tabi ki çok farklı sebepleri var ve bunlar bu köşeye sığmayacak kadar teferruatlı konular. Ancak en ufak bir eleştiride bizi vatan hanini ilan eden zihniyet içinde toprağa diri diri gömülen, canla başla çalışıp eline aldığı diplomasıyla avuçlarındaki “hayal kırıklığı” içinde hayata küsen gençlerimizi, özel okullarda karın tokluğuna çalıştırılan, atanamayan ve artık sayısı milyona yaklaşan öğretmenlerimizi, canını dişine takıp uğraşan ama en ufak bir hatasında al aşağı edilen okul müdürlerimizi, zaten kısıtlı imkânlar içinde sürdürmeye çalıştığımız eğitim ve kalkınma mücadelemizde her yıl çöpe atılan milyonları gördükçe yüreğim acıyor.
Aldığımız onaylar eşliğinde sürdürmeye çalıştığımız yurt turnemizde şu ana kadar ulaşma imkanına sahip olduğumuz 17 il, 178 ilçedeki gözlem ve deneyimleri de aktararak bu konuyu işlemeye devam edeceğim.
Müebbet muhabbetle...