GÖRE ÇAYI NEREYE AKIP GİDER?

“ Çocuklar! Amerika bizim dostumuz. Askerimize silahı o veriyor. Tank,top,tüfek,uçak…Milletimize süt tozunu o veriyor. Her yıl gemiler Amerikan buğdayı getiriyor.Ya değilse fırınlarımızda ekmek yapacak un bulamayız. Bu Amerika var ya, böyük bir memleket.En böyük ırmağı da Missisipi…Bu ırmak akar akar da Atlas Okyanusu’nda Meksika Körfezi’ne dökülür.”

Duvarında dersliğin , bir Türkiye haritası var.

Eski. Pul pul dökülüyor.

Irmaklar kesik kesik…

Kavlak yerlerde dağ mı var,göl mü? Belli değil.

Fakat, Öğretmen Ahmet Yiğitaslan’ın anlattığı Amerika nerede, bilmiyoruz.

Yıldızlar kadar uzak bize…

Bizim evimizde, ablalarımın atlasları var.

Onlara bakmışım ben ama.

Fakat, haftada birkaç kez aynı bilgileri veriyor öğretmen.

Duya duya ezberlemişiz. Başka bir şey anlattığı da yok.

Ezgin, bıkık, sinirli, dökük…

…………

Nevşehir’den yürüyerek gelmiş öğretmenimiz. Yorgun. Bir saat kadar çeker yol.

Sobada odunlar yanıyor. Tatlı bir sıcaklık yayılıyor dersliğimize.

Ahmet Yiğitaslan esniyor. Gözleri kapandı kapanacak.

Tam o sırada önde İlköğretim denetmeni, arkada okulumuzun Başöğretmeni Kemal İlktürk dersliğe giriyor. Birden canlanıyor öğretmenimiz ; içeri girenlere doğru yürüyor.

Sanki kucaklamak ister gibi. Fakat, denetmen, elini uzatıyor, soğukça tokalaşıyor.

“ Hoş geldin muhterem müfettiş bey!” diyor öğretmenimiz.

Kemal Bey’in yüzü apal olmuş.

Belki, buraya gelmeden önce bir konu ile ilgili aralarında tartıştılar.

Denetmen – adını sonradan öğrendim: Sinoplu Mehmet Kayalı- sıraların arasında geziyor.

“ Hocam!” diyor “ Bazı çocukların önünde defter, kitap, kalem, silgi, atlas yok.Neden?”

Ahmet Bey’in titrediğini görüyoruz.

“ Valla, ben, getirmelerini söylüyorum, amma velakin pek emir dinlemez bu köyün çocukları.”

“Hımmm…Nedir dersiniz?”

“Coğrafya efendim.” Yüzü aydınlandı. Gülümsedi. “Amerika’yı işliyoruz.”

Denetmen, Hasan’ı işaret etti.

“ Sen, çocuğum, ayağa kalk!”

Hasan ayağa kalktı.Ellerini uzattı.

Beşinci sınıftaki ağabeylerimiz, denetmen geldiği zaman ellerin kirine baktığını söylemişlerdi. Tırnağı uzun mu, değil mi, onu da denetlermiş.

Hasan’ın elleri apal…

Çünkü, okulun biraz yukarısındaki çeşmede çakılla kazıya kazıya kirini çıkartmış elinin.

Denetmen, ellerine bakmadı Hasan’ın. Pencere’den dışarıya bakarak, sordu.

“ Bu çayın adı nedir?”

Hasan yanıtladı: “Öz.”

“Oğlum, bir adı yok mu?”

“Biz bilmek. Öz dirik.”

“Bilmeyiz, deriz diyeceksin. Pekiii, nereden geçer, nereye dökülür bu su?”

“………………….”

“Yavrum, kendi köyünün önünden geçen su. Bilmelisin nereye doğru akıp gittiğini.”

O sırada Ahmet Yiğitaslan öğretmenime bakıyorum. Sararıyor, kızarıyor, bozarıyor.

“ Efendim, siz ona Amerika’yı sorun, Amerika’yı!” diyor ivecen ivecen.

Denetmen aldırmıyor.

“ Haritada bul bakalım Nevşehir’i,köyünüzü…Bu çay nereye katılıyor, sonra ne oluyor?”

Hasan ağlamağa başlıyor. Sümüğünü çeke çeke. Kemal İlktürk utancından apal olmuş.

Hasan’da yanıt yok.

Öğretmenimiz Ahmet Bey, ısrar ediyor.

“ Müfettiş Bey, Amerika’yı sorun, dostumuz Amerikan hökümetini…Hepsi de iyi bilir.”

Fakat, bu denetmen sakar bir adam galiba. Ahmet Bey’in dediğini yapmıyor.

Gülten’i kaldırıyor.

“ Kızım! Sen söyle. Kızılırmak nereye dökülür?”

Gülten’de yanıt yok. Yüzü kızarıyor. Oturuyor sonra.

Ben yanıtı biliyorum, ama, oturduğum yerde titriyorum.

İkircikliyim. Parmak kaldırsam mı?

Ya azarlarsa denetmen, başöğretmenimiz kızarsa…

Birden gözgöze geliyoruz öğretmen Ahmet Beyle.

Sevinçle bağırıyor konuklara doğru :

“ Müfettiş Bey, Emrullah’a sorun! O bilir.”

Denetmen aldırmıyor. Özellikle süklüm püklüm oturan öğrencilere soruyor soruyu.

Ahmet Bey öğretmen acınacak durumda. Omuzları çökmüş.

Birden yüksek sesle bağırmağa başlıyor:

“ Eşşek gafalılar ! Ben size anlatmadım mı Missisipi’nin dostumuz Amerika’nın en böyük nehri olduğunu, Meksika Körfezine döküldüğünü, niye unuttunuz?”

Denetmen sert sert baktı Ahmet Bey’e. Elini kaldırdı, susturdu onu.

“ Yeter Muallim Bey, yeter ! Göre Çayı’nın Kızılırmak’a ulaştığını, Kızılırmak’ın Karadeniz’e döküldüğünü öğretmemişsiniz, dostumuz Amerika’nın ırmağından söz ediyorsunuz. Duvarda harita yok, atlas kullandırmıyorsunuz. Bu, nasıl bir terbiye anlayışıdır böyle, izah eder misiniz !”

Ahmet Bey sobanın yanındaki tahta sandalyeye çöktü, kaldı.

Sanki, yargıç, ölüm buyruğunu bildirmiş.

Hasan hala ağlıyordu.

Kemal Bey işaret etti, dışarı çıktı burnunu koluyla sile sile..

Sonra, denetmenle birlikte derslikten ayrıldılar, Başöğretmen odasına yürüdüler.

Yıl 1957 idi.

ABD dostumuz, müttefikimiz, bizi aç ve açıkta bırakmayacak, Yunanistan’ın saldırması karşısında koruyup kollayacak akrabamızdı. Biz, ABD askerleri ölmesin diye Kore’de Kunuri’de 700’den çok şehit vermemiş miydik? Elbette bilmeliydik onların Missisipi ırmaklarını, köyümüzün önünden akan kendi çayımızın, özümüzün adını, nereye gittiğini bilmesek de olurdu.