HERİİİİF

Adam, yıllar boyu akşam evine dönerken,

kapıyı açan karısına,

elindeki ekmeği verir, sonra içeri girermiş.

Bir akşam, ekmek almadan dönmüş evine.

Karısı, önce eline bakmış; ekmek görememiş.

Başını yukarı kaldırıp, kocasının yüzüne bakmış.

Şaşkınlıkla bağırmış adamcağızın yüzüne:

Heriiiiif, senin gözlerin kör müydüüü ? “

YAĞMUR

Nevşehir Öğretmen Okulu’nu binbir zorlukla okudu.

Daha ilkokul birinci sınıfta anlaşılmıştı saflığı,

öğrenmede gösterdiği zorluk.

Anası halı dokur, öyle geçindirirdi evi.

Şengül Hanım, Ürgüp’ün bir köyünde öğretmen.

Fen Bilgisi dersinde yağmur yağışını anlatıyor.

Çocuklar, babalarınız, aabileriniz nerde şimdi? Kayfedeler, deyil mi? Ne yapıyorlar orada. Sigara içiyorlar. İşte o tüttürdükleri şeyin dumanları göğe yükseliyor. Sonra bulut oluyor; Komşu köyün kayfelerinden gelen dumanla birleşiyor, koyulaşıyor. Sonra da şarıl şarıl yağmur yağıyor işte.”

Başöğretmen, açık kapıdan dinliyordu Hocahanımın anlattığı dersi.

Yanındaki öğretmene döndü:

Epeydir yağmur yağmıyordu. Köyün kahvesine gene epey sigara parası yatıracağız bu gidişle.”

Gülüştüler , kendi dersliklerine yürüdüler.

SOYADI

İlköğretim denetmeni Abdürrezzak Bey Ürgüp köy okullarını denetliyordu.

Daha okula varmadan, haberi almıştı öğretmenler.

Dersliklerine çeki düzen verdiler.

Öğretmenler odasında otururken Özçiçek dedi ki:

Uzunkavakaltındayataruyuroğlu…Amma da kısa imiş soyadı.”

Şengül Hanım meraklandı.

Neresi kısa bunun. Uzuuuuun bir soyadı. Kimmiş bu?”

İşte, canım, bugün bize gelecek denetmenin soyadı böyle.”

Diger öğretmenler şakayı anladılar; bozuntuya vermediler.

Abdürrezzak Bey, kısa süre sonra okula geldi.

Müdürün odasında dinleniyordu.

Öğretmenler varıp, elini sıktılar.

Şengül Hanım konuştu:

Müfettiş Bey, niye soyadınız öyle uzun?”

Hayrola Hocanım, neresi uzun benim soyadımın? “

Uzukavakaltındayataruyuroğlu…Ben sayamam, sen söyle Özçiçek, kaç harf?”

Öğretmenler gülmemek için zor tutuyorlardı kendilerini.

Denetmen anlamıştı yapılan şakayı.

Gülümsedi.

Tamam Hocanım, ne yapalım, bu da bizim ailemizin, familyamızın adı işte.”

Herkes rahatladı.

GELECEK YIL

Rençberin karnını yarmışlar da, içinden kırk tane “gelecek yıl” çıkmış.

……………..

Mehmet ağa, uzun zamandır hasta karısı Fadime Hala ölünce,

kurtuldu garip” diye avutmuş kendini.

Kefene sararken, ölünün tüm gövdesini kaplayamamış bez.

Kederli kederli söylenmiş Mehmet ağa.

Bu yıl olmadı ya Gelin Fadimem, gayrı gelecek yıla,söz; sana kefen alacağım.”

TAŞ ALTI, DAĞ ARDI

Köyde iki komşu ev.

Akrabadan ileri aralarındaki ilişki.

Komşu komşunun külüne muhtaç ya hani,

Bunlar yıllardır kavgasız, gürültüsüz yaşayıp giderler.

İkbal Hatunun oğlu assubaydır; taa Sarıkamış’larda görev yapar.

Yılda bir kez; o da bir hafta görebilir can oğlunu.

Senem Hatunun kızı taa Kozaklı Kanlıca’ya gelin gitmiştir.

Arada 100 kilometre var;

otobüsle ancak iki üç saatte varılsa da, yılda ancak iki kez,

Bayramlarda bir araya gelip, özlem giderirler.

Yaşları yetmişe dayanmış iki ana,

bir araya geldikçe çocuklarını anarlar, gözyaşı dökerler.

Sonra, birbirlerine sarılır; ağlaşırlar.

Ev bark, tarla tapan, bağ bahçe işleri …

Öyle uzun süre de kalamazlar bir arada.

İkbal Hatun filozofça bitirir bu sarılıp ayrılmaları.

Aman Senem gardaşıııım, daş altında olmasın da dağ ardında ossunlar.

Canları sağolsun çocuklarımızın. Neydek gayrı ? “

KABAK

1974 öncesinde okullarda dersler öğlen sonrası saat 13'e dek sürerdi.

Nevşehir Lisesi'nde öğrenciyiz.

Güzel bir Eylül gününde Göre yoluna düştük.

Kızılcinli Alaaddin'e de söyledik.

O da bizle geliyor.

Yolun tozundan toprağından kurtulmak için çay kıyısından ilerliyoruz.

Güzün güneşli bir günü…

Sıcaklık rahatsız etmiyor.

Zaten söğüt,kavak gölgesinde yürüyoruz.

Su akıyor, kıyılarında çayır çimen…

Evimize uğradık. Anacığım güzel bir yemek hazırlamış.

Ağpakla, yanında salata, turşu, bulgur pilavı, ayran…

Üstüne karpuz…

Evde durulur mu bu güzel güz gününde !

Babamın av tüfeğini alıp , cebimize koyup birkaç tane fişek, düştük yola.

Hüseyin, Mustafa, İlhan, İsmail, Hüseyin, Alaaddin, ben…

Alıçyazısında karpuzları toplanmış ekergede hala kabaklar duruyordu.

Güneş altında pırıl pırıl parlıyorlardı, vernikli gibi.

Göz alıcı…

Hüseyin, bir kabağı koparıp digerinin üstüne koydu.

Ben nişan aldım. Tetiği çektim.

Gümmm !

Ses Ballıkaya'da yankılandı, güvercinler bulut bulut havalandı.

Ben koştum, baktım. Kabak delik deşik saçmalarla…

Sevinçliyim. "Yaşasııın! Vurdum…Düşman karşıma çıkmasın."

Alaaddin bana baktı, sevecen sevecen konuştu sırtımı tapışlarken.

" Düşman böyle kabak gibi durursa , çocuk da hakkından gelir…"

Tısss…

HANGİ DEVİRDEYİZ YAHU

Kaymakam Refik Bey, Doğudaki bir ilçeden Anadolu'nun göbeğindeki bir ilçeye atanınca dünyaya yeniden gelmiş gibi oldu.

Önce görev yaptığı ilçede kan davalarından bıkıp usanmıştı. Bir kez evi taranmış, iki kez de jeepine bomba atılmıştı.

Yeni ilçe turistik idi. Geleni gideni, konuğu çok oluyordu.

Refik Bey'in ilk işi ilçeyi tanımak oldu. Daha doğrusu tanımağa çalışmak… Tahrirat Katibi Hüsnü Bey kasabanın eşrafından… Memur maaşına muhtaç değil. Fakat, ilçe yönetiminde söz sahibi olmak için eşraftan aileler bir adamlarını böyle memurluklarda tutarlar. Bu bir gelenektir. Hüsnü Bey'in babası da, taa Osmanlı'nın son zamanlarında aynı kazada önemli bir görevde imiş.

Hüsnü Bey, kasabaya 25 km uzakta bir yerde arkeolojik kazı yapıldığını haber verdi.

Tamam. Hemen, arkeolog Kemal Talih Türkmen'e telefon edildi. Falan gün, falan saatte

kazı yerinde hazır bulunacak.

Refik Bey, ilçede olan her gelişmeyi izlemek, öğrenmek ve gerektiğinde yasal işlemleri yapmak istiyordu. Daha önceki ilçede bu tür hiçbir eyleme girişmemişti. Çünkü, ortam elverişli değildi.

Belirlenen günde Kaymakam, Tahrirat katibi, Müze müdürü jeepe bindiler. Toz toprak içinde köy yollarından ilerleyip kazı alanına vardılar. Arkeolog Kemal Bey hazırlık yapmıştı. Üstü söğüt dallarıyla örtülmüş bir çardakta önce biraz soluklandılar. Kazıda çalışan bir işçi, evinde bir sürahi ayran, cam bardaklar getirmişti. Konuklar sıcak temmuz havasında beğenerek içtiler ayranı.

Kemal Bey buyur etti konukları kazı yerine . Bu arada açıklama yapıyordu. Kaymakamın kafası karıştı iyice. Paleolitik, Neolitik, Höyük, Tümülüs, katlar, Kapadokya, Karum, Doğu Roma, Bizans… Liseden bilgi kırıntıları kamıştı. Amma velakin, Arkeolog bey de öyle hızlı anlatıyordu ki, kronolojiyi tutturamıyordu.

Yürüye yürüye höyüğün yanına vardılar. İzlemeğe başladılar. İşçiler, üniversitelerden gelmiş arkeoloji öğrencileri, iki öğretim üyesinin gözetiminde çalışıyorlardı. Bir yarma açılmıştı. Kaldırılan toprak katmanlarının altından eski yapıların duvar kalıntıları ortaya çıkmıştı. Bazı taşların üzerinde sıva vardı. Yer yer dökülse de renkli resimler görülüyordu.

Kaymakam selam verdi. Kimse aldırmadı. İki hoca da, yerlerinden ayrılmadılar. Kaymakam bozuldu. Kemal Bey'e baktı. O konuşuyordu. Kaymakamı sıkıntı bastı. Ellerinde küçük bıçaklar, fırçalarla çalışıyordu öğrenciler. Başlarını hasır şapkalarla örtmüşlerdi. Kız öğrenciler e köylü kadınları gibi yemeni bürünmüşler, çatkı yapmışlardı. Sanki zaman durmuş gibiydi. Höyük, belki üç bin, dört bin yıl öncesinin tarihini ortaya çıkaracaktı. Kaymakam bey baktı baktı. Sinirli bir ses tonuyla konuştu.

" Hangi devirdeyiz yahu? Böyle şey olur mu günümüzde? Yarın Yol Su Elektrik İl Müdürlüğüne bir telefon ederim. Bir dozer, bir greyder gönderirler. Bu tümseğin bir ucundan gireriz, öbür ucundan çıkarız. Demek beş yıldır sürüyor bu iş ve daha on yıl da sürecek, öyle mi? Çocuk oyunu mu bu yahu? Bu kadar insan, öğrenciydi, hocaydı, işçiydi boşuna zahmet edip duruyor. Biz bu işi bir saatte bitiririz vallahi !"

Arkeolog Kemal Talih Türkmen, Müze müdürü Faik Bey temmuz güneşi altında bumbuz kesildiler, donup kaldılar.