İKİ YAZAR İKİ ROMAN
Sabahattin Ali’yi geç tanımış ve geç okumuş olmanın ezikliğini ve pişmanlığını yaşadığımı itiraf ederek gireyim söze...
Kendisini ilk kez Yeni Dünya (öyküler) ile tanıdım ve ardından Kürk Mantolu Madonna’yı okudum. Sırada ise Kuyucaklı Yusuf var.
Gencecik yaşında (41) trajik ölümü (daha doğrusu öldürülmesi) Türk edebiyatı için büyük bir kayıp ancak, kısacık ömrüne sığdırdığı eserler ise büyük bir kazanç...
Yaşadığı döneme göre realist üslubu ve Türkçesi beni kendisine hayran bıraktı.
1930’lu yıllar Türkiye’sini o dönemin genç Cumhuriyeti ve devrimleri cephesinden, ideolojik bir propaganda diliyle anlatmak yerine, savaştan çıkmış bir ülkeyi ve o ülkenin insanlarını fakirlik, sefalet, hastalık ve bürokratik hantallık boyutlarıyla olduğu gibi yansıtması belki de döneminde pek hoşnutluk uyandırmamıştır.
Cumhuriyetin kurucu ideolojisine yakın Nihal Atsız ile arasındaki gerginlik, bir arkadaş meclisinde okuduğu şiirden dolayı mahkum olması, kimi çevrelerce kendisinin “Komünist cereyana kapılmış” bir yazar olarak damgalanması; Aziz Nesin ile birlikte çıkardığı Marko Paşa adlı dergideki siyasi eleştiriler nedeniyle aleyhinde sökün eden takibatlar ve davalar ve katil zanlısının “Milli duygularım galeyana geldi, onun için öldürdüm” minvalindeki itirafları da Sabahattin Ali’nin trajik ölümü ile o dönemin siyasi ve ideolojik atmosferi hakkında bazı ipuçları veriyor gibi.
Yani Sabahattin Ali, genç Cumhuriyet’in biraz “ötekileştirdiği” bir yazar izlenimi uyandırdı bende. Türk solu için hiç de yabancı olmayan yazarın günümüz “muhafazakar” Türk sağı okurlarınca pek tanınmamış olmasında bu tarihi arkaplanın da etkisi düşünülmeli.
Yazarın öykü kitabı “Yeni Dünya”da yer alan “Bir Mesleğin Başlangıcı” adlı hikayesindeki 1930’lu yıllar Sivas’ının tasviri ve olayları ne genç Cumhuriyet’in dinamik heyecanlı şehir ve insan hayatına ne de muhafazakar kesimce idealize edilen şekliyle Osmanlı bakiyesi olan dindar, muhafazakar bir Anadolu şehrine benzer. Yazarın bu toplumcu gerçekçiliği, topluma ve insana dair objektif şahitliği beni çok etkiledi.
Burada yeri gelmişken Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna ve Zülflü Livaneli’nin Serenad romanları hakkındaki kişisel düşüncemi ve bazı tespitimi de yazmadan edemeyeceğim.
Zülfü Livaneli’nin ilk kez 2011’de yayımlanan Serenad’ını okuyunca Kürk Mantolu Madonna ile arasındaki benzerlikler çok dikkatimi çekti. Bu konu edebiyat dünyasında gündeme getirildi mi yoksa Zülfü Livaneli’nin şöhretine gölge düşürür diye görmezden mi gelindi bilemiyorum. Belki de bu tür benzerlikler edebi eserler için olağan şeyler de olabilir; o konu beni aşar.
Bu konuda iki roman arasında tespit ettiğim benzerliklerden birkaçı şöyle;
a) Her iki romanda da olaylar Almanya ve Türkiye’de geçiyor.
b) Romanların kadın kahramanları Yahudi asıllı Alman yurttaşları.
c) Her iki kadın kahramanı farklı nedenlerle de olsa Türkiye’ye gelmek isterken benzer trajik son bekliyor (spoiler olmasın diye ayrıntıdan kaçınıyorum).
d) Kürk Mantolu Madonna’da baş kahramanlar Raif ve Maria’nın, Serenad’da da Prof. Wagner ve Nadia’nın aşkları roman içinde ikinci ve bağımsız bir bölüm halinde anlatılıyor.
Öte yandan her iki romanın bu kadın ve erkek kahramanları ve anlatıcı/yazar açısından nörobilimin mevcut bulguları üzerinden farklı bir tahlil yapılabilir ama bu konuya şu an girmek istemiyorum.
Sadece şu kadarını söyleyeyim; kadın ve erkeğin biyolojik cinsiyetinden bağımsız olarak, beynin de çalışma biçimi açısından dişi ve erkek cinsiyeti olduğu artık günümüzde kabul görmeye, en azından tartışılmaya başlanmıştır. Bu anlamda Sabahattin Ali’nin gerçekçiliği romanın yazıldığı dönemde bile farkında olarak ya da olmayarak insan beyninin bu özelliğini Raif ve Maria karakterlerinde çarpıcı bir biçimde yansıtmıştır.
Son olarak; İdeolojik ya da dogmatik ön kabuller insanın bakış açısını daraltan ve körelten at gözlükleridir. Bu ülkenin yetiştirdiği tüm değerleri okumak, anlamak, beğenmek ya da eleştirmek bize hiç bir şey kaybettirmez ama çok şey kazandırır. Düşünce ve ifade özgürlüğü ne kadar gelişirse ön yargılarımızdan kurtulur, kendimizi, içine doğduğumuz kültürümüzü ve başkalarını okumaya, dinlemeye ve anlamaya başlarız. Aksi halde herkes kendi duvarının ardından düşman bellediği “öteki”ne durmadan saldırır... O zaman da ne kendimizi ne kültürümüzü ne değerlerimizi ne ötekini ne de dünyayı doğru anlarız.
Sağlıklı bir iletişim barışın da huzurun da maddi ve manevi gelişmenin de baş şartıdır. Zaten bu nedenle kavga niyeti olmayan iki insan karşılaşınca sözle ve vücut diliyle birbirine selam verir...
29.04.2020
Mehmet Biçer