Kardan ev (1)
Köyde geçen çocukluk yıllarımın en güzel kış anılarını hiç şüphesiz kardan adam, kartopu ve kızak süsler. “İyi ama kardan ev de nereden çıktı?” dediğinizi duyar gibiyim. Kardan ev deyince aklınıza sadece Eskimoların iglo evleri geliyorsa yanılıyorsunuz. Mahallenin çocukları toplaşıp, biz de kardan bir ev yaptık. Nasıl mı? Gelin hep birlikte 1973 yılının kara kışına, zemherinin ayazına ve çocukluğumun geçtiği köye gidelim...
Bir sabah tek katlı, toprak damlı, ağaç örtülü, kerpiç duvarlı, çamurla sıvalı, kireçle badanalı evimizin dış kapısını açtığımızda, geceden sabaha dek lapa lapa yağan karın bir pamuk yığını gibi içeri aktığını görünce çok şaşırdık. Anlaşılan o ki “kar kapıya dayandı” deyimi bu kez tam anlamıyla gerçek olmuş ve evimizin holüne sanki minik bir çığ düşmüştü. Ailecek ilk şoku atlatıp, içerdeki karı süpürdükten sonra dışarı baktığımızda, yerdeki karın bir metreyi aştığını gördük. Sabaha dek yağan kar, tipinin de etkisiyle evlerin kapılarında ve duvarlarında metrelerce yükseklikte bembeyaz kalın perdeler örmüştü. Bacalardan tüten duman da olmasa, damlarda biriken kardan dolayı birer tümseği andıran tek katlı evleri fark etmek nerdeyse imkânsızdı.
Akşamdan sabaha kadar köy kara gömülmüştü sanki. Ama her şeye rağmen hayat devam etmek zorundaydı. Yağan kara ve tipiye rağmen insanlar, ellerinde küreklerle önce kapı önlerindeki karı biraz temizleyip, ardından kümese, ahıra, tuvalete doğru bir iki kürek ağzı genişlikte, tünel gibi yollar açtılar. Güngörmüş ihtiyarlarımızın sözünü ettiği “komşunun komşuya gidemediği günler” demek ki böylesi günlerdi.
O yıllarda evlerde elektrik, doğalgaz, telefon, internet olmadığı gibi henüz su şebekesi de yoktu. Bu karda boranda desti ile mahalle çeşmesine gidip su dolmak da oldukça müşküldü. Biz de en pratik olan şeyi yaptık; kar ile doldurduğumuz evdeki güğümleri, kazanları oturma odamızda çıtır çıtır yanan, emektar sac sobanın üzerine koyduk. Eriyen kar ile acil su ihtiyacımızı karşıladık. İhtiyaç oldukça bu işlemi gün boyu tekrarladık. O güne kadar hiç görmediğim ve yaşamadığım bu farklı deneyim çok hoşuma gitmişti. Çeşmeye gidememek, kar suyu içmek, kar suyu ile çay demlemek, elimizi yüzümüzü yıkamak harika bir duyguydu.
Bugün kovid-19 salgını sebebiyle uygulanan sokağa çıkma kısıtlamasını, sanki o gün en doğal haliyle yaşıyorduk. Deniz seviyesinden 1250 metre yükseklikte, bozkır ikliminin çetin kış şartlarını çok iyi bilen köylülerin, bütün bir yıl boyunca süren çalışıp çabalamasının nedeni aslında bu zorlu kış günlerine hazırlık içindir. Bilinçaltındaki asıl amaç aç ve muhtaç olmadan, sağ salim kışı atlatıp bahara erişmektir. Atalarından edindikleri yüzyılların tecrübesi ile kışa hazırlanan köylüler bütün bu karı, boranı, soğuğu, ayazı korkusuz ve telaşsız; tam bir sükûnet ve tevekkülle karşılıyorlardı.
Hastalık, ölüm ya da zulüm olmadığı sürece köylüler, aylarca evinden, köyünden dışarı çıkmadan hayatını devam ettirebilirdi. Bu nedenle de hiç kimse yağan kar için, bugünkü çığırtkan medya ağzıyla “beyaz kâbus” ifadesini kullanmıyor, aksine kar, “rahmet ve bereket” olarak nitelendiriliyordu. Karın köydeki anlamı ile kentteki anlamı o yıllarda henüz bu kadar keskin bir ayrıma uğramamıştı. Çünkü kar, aynı zamanda tarladaki ekinin de yorganı idi. Karne tatilinde miydik, yoksa kar tatili mi olmuştu, orasını net hatırlamıyorum ama o günlerde okula gitmedik.
“Nerede kaldı şu kardan eviniz?” dediğinizi duyar gibiyim. Onu da inşallah bir sonraki bölümde anlatayım…
23.01.2021
Mehmet BİÇER
Not: Fotoğraf temsilidir