1973 Ekim.

Görgünler Pasajında fotograf stüdyosu var Şahin Kaya’nın.

Sıcak bir güz günü. Ismarladığı limonatayı içerken,

                              Dillendirdiği anılarını dinliyorum Kaya’nın.

Pazarören Toybuk Köyü, aldığı eğitim, nasıl fotografçı olduğu.

Tadına vara vara anlatıyor.

            Öğretmenliği kazansa da bir okulda görev yapmamış.

Öğretmen olsaydım, fotografçılığımı ilerletemezdim; zengin olamazdım,” diyor.

Bir polis girdi içeri. Yüzlerimize baktı, çevreyi gözden geçirdi.

Hemen arkadan Vali Ferruh Güven girdi.

            Polis memuru dışarı çıkıp beklemeğe başladı.

Şahin’in elini sıktı Vali Bey . Belli ki, araları iyi.

                            Bizi görmezden geldi.

                                   Çıraklara da aldırmadı. Oturdu.

Duvardaki resimleri tek tek inceledi.

Şahinciğim, iyi bir sanatçısın. Nasıl çekiyorsun bu resimleri. İmreniyorum sana.”

Kaya gülümsedi. Alttan aldı; mütevazı adam.

Efendim, makine çekiyor; öğünmek de bize düşüyor.”

Öyle demeyin efendim, dünyanın en pahalı makinasını verseniz bana, iyi resim çekemem.”

Ne arzu edersiniz Sayın Vali Beyim?”

Bir orta şekerlini içerim Şahinciğim.”

Kaya stüdyo çalışanlarından bir çocuğa baktı. Çocuk dışarı çıktı.

Kahve geldi, on dakika sonra.

Masanın üzerinde Kapadokya hakkında bir kitap vardı.

Kitabı alıp incelemeğe başladı Vali Bey .

Kaya gülümseyerek “ Efendim, hasbelkader bu kitabın resimlerini ben çektim,” dedi.

Oooo, maşallah ! Tanırım bu İskoçyalıyı. İyi bir gavurcuktur.

                          Demek yazarlığı da var.”

Maşallah Sayın Valim, tanımadığınız yok bu diyarda,”

Gülüştüler.

O sırada bir köylü içeri girdi.

              Selam verdi. Baktı ki, Vali orada. Tanıyor olmalı.

Şapkasını çıkardı, eline aldı köylü. Ceketini düğmeledi.

Cebinden bir kağıt çıkardı Kaya’ya verdi.

Kaya çekmeceyi açtı, kağıttaki numaraya göre fotografı buldu, verdi.

Adam “Sağol,” dedi. Parasını ödedi.

Sonra, vedalaşmadan ayrılırsa, görgüsüzlük olacak,

Vali’yle tokalaşmak için hamle etti.

Allasmarladık Vali Beyim,” dedi ürkek, tedirgin bir ses tınısıyla.

Vali şaşırdı bir an. Fincandaki kahve dalgalandı.

Sonra apal oldu Vali’nin yüzü. Köylüye bar bar bağırdı.

Küstah herif !..Sen kim oluyorsun da benim elimi sıkmağa kalkışıyorsun? Defol, defoool  ! ”

Köylü şaşırdı. Kasketi koltuğunun altında, ezik, çökkün çıktı gitti.

Kaya ile bir an gözgöze geldik.

O sıcak ekim gününde, buz gibi bir hava esti.

Siz, ilin en büyük mülki idare amirisiniz.

Bir köylüye böyle bağırma hakkını nereden alıyorsunuz ?

Sizi kınıyorum. Yüce önder, ulusumun gerçek sahibi ve efendisi köylüdür, demişti.”

Söyleyebildim mi bunları? Hayır.

                      Deneyimsiz bir öğretmendim, mesleğinin ikinci yılında.

Bir İskoçyalıya “iyi bir gavurcuk” diyen Cumhuriyet’in Valisi ,

      Mülki idare amiri olduğu olduğu ilin köylüsünden tiksiniyor.

      Köylümün elini sıkmıyor.

Duvarda renkli bir Atatürk resmi var.

Atatürküm gökçe gözleri çakmak çakmak, bizi seyrediyor.

                                       Kaşlarını çatmış…

Kaya’ya baktım, gözlerimle vedalaştım, derin üzüntülerle,

gönlümde bir bungunluk, içim ezik, stüdyodan ayrıldım.

O sıcak günde , serin havada titrercesine, dışarı çıkıp,

                         kalabalığa karıştım.