“Bir sabah sahaf dükkanımı açtım. Telefon çaldı. Bir hanım idi. Sesinde öfke vardı. Ne denli kızgın olduğunu adres verirken anlayabiliyordum. Telefon görüşmesinden bir saat sonra vardığım ev, aksoylu bir ailenin , görmüş geçirmiş konağı idi. Bunu hemen anladım. İstanbul’un hayli dışında , taa Anadolu Kavağı’nda . Evi hizmetçi kız açtı. Belli idi ki, evden cenaze çıkalı çok olmamış. Hizmetçi kız beni üst kata çıkardı. Bana telefon eden hanım oradaydı. Gözlerinden alevler fışkıran ,evin gelini… Anladı kim olduğumu. “ Kamyon getirdiniz mi ?” diye sordu. Ben şaşırdım. “Efendim, önce konuşup anlaşalım,” diye kekeledim. Hanımefendi bağırdı apal yüzüyle: “ Ne anlaşması efendim, yükleyin götürün. Hiçbir şey istemiyorum. Kurtulmak istiyorum bu toz deposundan. bu pislikten ! İşte o kadar ! ” Ve hiddetle çekildi gitti. Hizmetçi kız tavan arasında bir yere çıkardı beni. İç içe dört bölümün tamamı kitaplık olarak ayrılmıştı. Yerden tavana dek. Arada bir divan, bir soğutucu. Belli ki, rahmetli burada vaktini geçiriyordu. Kitaplara göz attım. Tarih ağırlıklı idiler. Arkeoloji, sanat tarihi, folklor ve etnografya, seyahatnameler, toplumbilim ( sosyoloji ) , eğitbilim ( terbiye, psikoloji, pedagoji, didaktik ) kitapları. 1930’ların, 40’ların sanat, yazın , karikatür dergilerinin ciltleri, Tarih dergilerinin işlemeli ciltli kapakları…Özenle sıralanmışlardı camlı dolaplara.

Dalmışım. Sessiz adımlarla yanıma , ellili yaşlarda bir beyefendi geldi. Gözlerinde yaş. Selam verdi. Geldiğim için teşekkür etti. Zorlukla konuştu. “ Annemi sonsuzluğa uğurladıktan sonra, babam dünyaya küstü. Vaktinin tümünü burada, kitaplarının arasında geçirirdi. Anadolu kentlerinde öğretmen, Milli Eğitim Müdürü, Ankara’da Bakanlık’ta üst düzey bürokrat olarak çalışmıştı. Bir kentten ayrılırken eşyalarımızı hademelere, öğrencilerine armağan ederdi de, tek bir kitabından, dergisinden ayrılmazdı. Böyle böyle zengin bir kitaplığı oldu. İstanbul’a atandı, emekliye ayrıldı, dedemin konağına yerleştik. Eşim o kitapları , dergi ciltlerini hiç sevmedi, hep nefret etti. Dedemin evinde yaşamak, kitaplarının arasında vakit geçirmek babamı mutlu ediyordu. Ne var ki, annem kısa süren bir hastalıktan sonra , öldü. Ondan sonra …” Daha fazla konuşamadı. Gözyaşlarını tutamadı.

Anı değeri olan, prestij kitapları seçseydiniz, ayırsaydınız bari ,” dedim.

Gülümsemeğe çalıştı.

Eşimin dediği olsun!” dedi. Yürüdü, aşağı katlara doğru indi gitti.

Ne yapmalıydım? Üzülmüştüm ,ama, işimi de yapmalıydım. Dükkanımda yardımcım vardı. Telefon ettim. Sahaflar çarşısı çevresinde iş çıkmasını bekleyen kamyonlardan birini göndermesini söyledim. İki de taşıyıcı. Bir saat sonra köşkün önündeydiler. Kitaplıkların boşaltılması akşama dek sürdü. Şimdi, çok zengin koleksiyonlarla dolu bir dükkanım var, ama, o gün çektiğim ıstırabı anlatmakta zorlanıyorum.”

Yaşlı sahaf sözünü bitirdi. Kendini zor tutuyordu. İçeri geçti, lavaboda yüzünü yıkadı. Kurulandı bir havluyla. Çay suyu kaynıyordu ocakta. Demledi. Bir süre bekledik. Sonra bardaklara doldurdu, yanında şekeriyle ikram etti. Derin bir suskunluk içinde içtik çaylarımızı .Sözün bittiği andı sanki. Karşıdaki komşu sahaftan, Semahat Özdenses’in duygulu şarkısı yükseliyordu 33’lük plaktan.

Akşam oldu hüzünlendim ben yine

Hasret kaldım gözlerinin rengine.”

Sahaf dostumla vedalaştım. Benim için ayırdığı kitapları koltuğumun altına aldım.

İçimde, anlatılmaz bir burukluk…Taksim’e doğru yürüdüm o müthiş kalabalıkta.

İstanbul nedir?

Boğaziçi’nde gemiyle yolculuk mu, Emirgan’da çay mı, Eyüp’te Haliç manzaralı kahvede dinlenmek mi ? Barlar, pavyonlar mı, İstiklal Caddesi’nde avara kasnak gibi dolaşmak, volta atmak mı, piyasaya çıkmak mı ?

Benim için, yılda bir kez ancak Ağustos ayında uğrayabildiğim İstanbul, sahafları ziyaret demektir.

Beyazıt Sahaflar Çarşısı, Beyoğlu Aslıhanlar Çarşısı, Kadıköy Sahaflar İş Hanı, Üsküdar, Bağlarbaşı sahaflarına uğramadığım, kitap seçmediğim, dergileri taramadığım tek bir günüm geçmez İstanbul’da. Yıllar önce okuduğum, sonra bir arkadaşa verdiğim ve asla geri alamadığım bir Varlık kitabını görünce, uzun zaman görmediğim, pek sevdiğim bir dostumla karşılaşmış gibi sevinirim. İlk yazılarımın yayımlandığı, ilk karikatürlerimin çıktığı, sevgili Oğuz Özdeş’in Çocuk Haftası dergisinin ciltleriyle karşılaştığım zaman da aynı sevinci , aynı mutluluğu yaşarım.

Sahafla konuşmak, yarenlik etmek, ikram ettiği çayı içerek…Ne mutluluktur!

Sahaf deyip geçmemeli. Bir sahaf edip, muharrir, psikolog, diplomat demektir. Onlar kadar anıları dinlenilmeğe değer az insan görmüşümdür. Anlattıkları öykülerde kitap sevgisi yanında , insan davranışlarını tahlil de , psikolojik yorum da vardır.

beldede bir sahaf varsa, oranın ekinsel ( kültürel ) derinliği elle tutulur, gözle görülür derecede yükselmiş demektir. Ol nedenle sahafların değerini bilmek gerek . “ İkinci el kitap satıcısı” deyip , küçümsememek gerek.

Vatan coğrafyasının sonsuzluğunda gezerken, bir beldede eğer bir sahaf varsa, orada kalma sürem uzar. Örneğin Diyarbakır, Çorum, Cide, Erzurum böyle yerlerdendir. Sahaf belki emekli bir öğretmendir, bir eski gazetecidir, bir yaşlı nüfus memurudur. Öyle her zaman da açık olmaz dükkan. Günün belli saatlerinde. Sonra evine yollanır. Çünkü, sağlık sorunları vardır. Beklerim. Açılır sonunda . Anıları insana hüzün de verse, onlarla tanışmak, yarenlik etmek insana çok şey kazandırır.