SEVDANIN RENGİ NEVŞEHİR’DE KARADIR.

Dünya tarihine baktığımızda büyük aşkların yaşandığını görürüz. Truva bir aşk yüzünden yıkılmıştı. Yine Babil’in asma bahçeleri bir aşk anısına yapılmış, bu aşka ihanetin sonucu çok kızan kral tarafından Yahudileri bilmem kaç bin yıllık sürecek sürgüne göndermişti. Taç Mahal yine bir aşkın anısına yapılmadı mı?

Doğunun efsanelerindeki Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin efsaneleşmiş aşklar yaşadılar. Bu aşkların da tanınmalarında kitapların, yazısız tarihin ve özellikle çağında tanınmışların etkileri olmuştur.

Sessiz çoğunluk olan, Türk Ananelerinde “Kara budun”, yöremizde “Kara yakalı” ve dahi dünyada çeşitli adlarla anılan insan kitlelerinin yaşadığı aşklar genellikle unutulmuşlardır. Bu insan kitlelerinde kim bilir ne dev aşklar yaşanmıştı.

Bazıları romanlara konu olmuş; Kerime Nadir’in, Hüseyin Rahmi’nin, Sami paşazade Sezai’nin anlatımlarıyla bu aşklarda unutulmamıştır. Şarkılar hep aşkları söylemişler ve söylemeye devam etmektedirler. Karacaoğlan’ın şiirlerinde insanı duygulandırırken, tarihe tutulan kayıtlar da unutulmamıştır. Rahmetli Neyzen Terfikin aşk için yazılmış şiirinden bir parça sunmak isterim.

Hicran destanını kendinden oku,

Mecnun’dan duyup da rivayet etme.

Aşkın Leyla’sını gördünse söyle.

Söz temsili bulup hikayet etme.”

Yapacak bir şey yok. Mecbur hikayet ediyorum. Aşk demek fırına girip yanmak gibi bir şeydir.Önce can yanarmış, gönül önünde durulamaz bir şekilde maşukunu ararmış. Bulamayınca aklını verirmiş ki, hayatta kalsın. Sonrası tabi ki hicran. Nağmeler, beyitlere döker ki, ta yüreğinin sesi çıksın. Ya da sessiz bir şekilde şu ömür bitsin. Hikayelerden dinlediğimiz yaşanmış aşklardır. Bugünde de yaşanacak, yarınlarda da yaşanacaktır.

Günümüzde aşk yaşanıyor mu? Yaşanıyorsa nasıl yaşanıyor. Henüz yaşadığımız için sonunu elbette bilemiyoruz. Bu yüzden aşk günümüzde muallaktır. Zira aşk engin bir duygu, o duyguyu dinleye bilecek yavaş bir zaman ister. Oysa günümüzde zaman oldukça hızlı akmaktadır. Hasretler, özlemler teknolojinin nimetleriyle aşılmaya çalışılmaktadır. Deriz ama her insanın gönlü bir alemdir. Neler yaşanıyor bilinmez.

Nişanlısı tarafından terk edilen bir gencimizin serbest vezinde yazdığı bir şiir aşk acısını çok manidar bir şekilde anlatmaktadır.

“Terk edip gittin, benim güzel kuşum

Kalbimin bütün kapılarını açık koymuşum.

Belki bir gün dönersin diye ummuşum,

Gelmedin, terk ettin, mecnunun olmuşum.

Kalbimin kapıları açık, hemen gel diye,

Gelirsen üşüme, hemen gir diye,

Kalbimin kapılarında yalnız rüzgâr esiyor.

Kalbim cereyan yapıyor, beni üşütüyor.

Dedik ya, her insan bir alemdir. Nerede ne yaşanır bilinmez. Yukardaki şiir günümüzde yazılmıştı. Oysa eskiden aşk mektupları yazılırmış. Kitaplar hediye edilir, içinde kitap çiçeklikleri olurmuş. Bir menekşe, bir mazı, ya da o özel günü anımsatıp, bir hatırayı canlı tutacak bir yaprak ve kısa bir mektup mutlaka olurmuş. Bu yüzden yıllar geçse de aşk o kitapta gizli kalırmış. Ne gariptir değil mi? Duyduğum hiçbir aşık aşkıyla evlenemedi. Birçok maceradan sonra evlenmeyi başaran evli bir çiftin sonradan boşandığını da duymuştum. Onu da şuna yordum. Aşklar yaşanırken insan üstü duygular hâkim olmaktadır. Murada erince sanırım, aşıklar birbirlerini öteki normal insanlar gibi olduğunu anlıyor, aşk aynı bir bulut gibi dağılınca da ortada bir şey kalmıyor.

Yaşanan ve aşikâr olan aşkları bozmak için gariptir ellerinden geleni yapan en başta yakınları, sonra çevresi olması aşkların rengini karaya çalan en büyük etmenlerden birisidir. Özellikle dünyaya daha önceden gelip, kıdemle saygı kazanan büyükler ne hikmetse bozmak için daha etkin çalışmaktadırlar. Bu aşka engel olan, Anaysa sütünü, babaysa, babalık hakkını bir kart gibi kullanırlarmış. Sonuç, kız kaçırma ya da hayat boyu hüzün… Bir kız annesi şöyle söylüyordu; bana sorulmadı. Vermeyeceğim. Benim dediğim mi olur yoksa kızın dediğimi olur. Demişti. İşte durum böyle, merhaba hayat zaten yükün azmış gibi, bir de böyle anne…

Ailede kız verilirken, evladının damat adayını sevip sevmediğini bilmem dikkati nazara alır mı? Lâkin aile de yoksulluk, işsizlik, damadın halk içindeki mevkii belirleyici olmaktadır. Hani bir söz vardır; “Kızı bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya varır.” Ne diyeyim, kısmet…

Bir kızı sevdiğine vermemek adına ailenin seçtiği biriyle söz keserler. Kız ailesinden acı sözlerini yemiş odasına çekilmiş o sırada sözlüsü yanına gelmiş konuşuyorlarmış. Kız; Her kapı çalındığında o geldi diye kapıyı açacağı. Buna rağmen mi istiyorsun bu evliliği… Erkeğin cevabı da manidar olmuş; Her şeyi zaten biliyorum. Kapıyı kim adına açarsan aç, gerçek olan sadece benim ve ben olacağım. Demesi aşkların ve aşıkların kıskanıldığını da göstermesi bakımından önemli olduğuna inanıyorum. Aşık Veysel’in dizeleri aşkın ne olduğunu anlatıyor.

“Güzelliğin beş para etmez

Bu bendeki aşk olmasa.”

Doğrudur. Âşık olmasa, maşuk da olmazdı.

Yöremiz geçmişinde yaşanmış aşklar türkülerimizde efsaneleşmiş, yazısız tarihimizde, oyalarda, desenlerde anlatıla gelmiştir. Tanınmayanların büyük aşkları ise kalplere gömülmüştür. Bu yüzden bilemeyiz. Hicran yaraları ta mezara kadar gider, oradan da boşluk denizlerinde kaybolurlar. İzi bile kalmaz. Zira bilenler susar, bilmeyenler hiç bilmezler.

Yaşı seksenleri devirmiş bir dostumla sohbet ediyordum. Benden yaşlı bir tanıdığımı sordu. “Çok oldu onlar Nevşehir’den gideli, inan nerede yaşadıklarını da bilmiyorum. Sanırım oğlu da trafik kazasında ölmüş.” Dedim. Adam ağlamaya başladı. “Ne kadar üzülmüşündür canım” deyip duruyordu. Teselli vermeye çalıştım, çok uzun yıllar önce bu olayın olduğunu anlatmaya çalıştım. Adamcağız bana bakıp; “Kendime bile anlatamadığım sırrımı, gizli aşkımı sana anlatayım da dinle” dedi.

Ta ilkokula giderken bu güler yüzlü kızı tanımıştım. Çalışkandı, zekiydi, çok güzeldi, rahattı, ailesi varlıklıydı. Ben se bu özelliklerin tam tersindeydim. O kız beni o zamanlarda da tanımıyordu, şimdide eminim hiç tanımaz. Yani onun için ben yokum, hiç olmadım.

Okuldan çıkar koşarak onun geçeceği yolda dururdum. Öyle ona bakardım. Usanmadım o yıllar öylece geçti. O okudu, ben sanayiye gittim. Liseye filan giderken daha da güzelleşmişti. Bense usanmadan hep yollarda onu bekledim. Nevşehir’den taşınırken taksiyle gittiler. Ben yine oradaydım. Yüzü ezberimde. Benim gönlümde ve gözümde daima genç kaldı. Zahir bende onu düşünürken de ben de genç oluyorum. Hayatım hep böyle geçti. Gönlümün varsa sarayı inan onundur.

Şimdi bende alzaymır başlangıcı varmış, inan tek korkum onun yüzünü unutmamdır. Bu bana ölümden daha beterdir. Neyse ailem beni evlendirdi. Eşime baktığımda onu görmek istedim. Çok uğraştım. Olmadı, olmadı… Kimseyi de sevemedim. Bom boş bir hayat yaşadım.

Şükrediyorum. Hayatım boyunca en ufak bir boşluk bulsam hep onu düşündüm. Bunun ne demek olduğunu tahmin ede biliyor musun? Sevda gerçekten çok yaman bir imtihandır. Şu koca alemde, çocuklarım dahil bu sırrımı bilmiyor, sadece seninle paylaştım.

Leyla ile Mecnun aşkları destanlaşmıştı. Eskiden risale şeklinde resimli kitapçıklarda da Leyla ile Mecnun’a rastlamıştım. Büyük edebiyatçı Fuzuli’de bu konuya değinmiş ti. Neyzen Tevfik’in Leyla şiiri bir yana ki, meraklılarının okumasını mutlaka tavsiye ederim. Şeyh Sadi Şirazi’nin “Gülistan” adlı eserinde karşılaşıyoruz. Buradaki hikâye de sultan Leyla ile Mecnun un hikayelerini dinlemişti. Leyla’yı anlatmalarını istemiş. Esmer, zayıf bir kızmış. Yanına çağırttığı Mecnun’a; “Benim haremimdeki en çirkin kadın emin ol ondan daha güzeldir. Mecnun ne buldun onda.”

Mecnun cevap vermiş; “Hünkarım ne bulduğumu anlaman için benim gözümle bakmanız gerekmektedir.” Der.

Memuriyete Avanos’ta başlamıştım. Bana; “Gökteki yıldızı fener mi sandın” Türküsünün hikayesini anlatmışlardı. Avanoslu Selahattin ne güzel bir türkü yapmıştı, kara bir sevda ancak böyle anlatılırdı, böyle bir aşk ancak böyle türkü olurdu.

Yöremizde yaşanmış başka bir kara sevda dan da örnek vereyim: bir genç aklını sevdası uğrunda heba eder: sevdiği kızı bir Uylu Dağında, bir karşı dağda, bir Kahveci Dağında görür. Bu dağlar vadinin batı ve doğusunda yer alan en yüksek noktalarıdır. Akşama kadar kan revan içinde, bu dağları dolaşır dururmuş. Hangi dağa çıksa sevdiğini öteki dağda görürmüş.

Kızın bu sevdadan da haberi yokmuş, kendisini seven oğlanı da tanımazmış. Al sana bir platonik aşk daha…

Efendim bu sevdalar tarihin karanlıklarında yok olup gittiler. Bilmem mahşer günü kopartılıp soldurulan bu sevdalar tekrar çiçek açar mı? Bu da yüce yaratanın sırları arasındadır.

Önceki makalelerimde de bahsettiğim olmuştu. Yöremizde Ali ile Ermeni kızı Halime’nin aşkları vardı. Derler ki, bu büyük aşk, Ağrı Dağının eteklerinde sonsuzluğa uğurlanmıştır. Zira Ermeni çetecileri bu iki aşığı vurup öldürmüşler.

Sevmenin günah olduğuna inanmıyorum. Seven kalben sever, kalpte zaten sevdayı taşır. Kim bilir belki de fıtratı budur. İnsan insanı üzmese bu dünyanın cennetten ne farkı kalır ki, insan insanı üzüyor, kendi günahlarını toplamak için, mağdur sabrederse bu dünya da onun imtihanı değil midir?

Yaşça önce gelmişler; Kendine bağlı insanlar üzerinde kurdukları otorite ve doğal kıdemli hayatları, zoraki saygı neticesinde sevenleri ayırmayı kendisinde en önemli bir görev saymaktadırlar.

Hiç aklınıza geldi mi bilmem, bu çark böyle dönüyormuş. Hangi sevda hikayesine bakarsanız bakın aktör aynı, sadece ismi farklıdır. Kim bilir bu kimseler neler yaşadı da böyle ego sahibi oldular.

Zamanın hiçbir şey umurunda olmaz. O akar gider, insan yaşar gider. Saygılar sunarım.