TAM DÖRT YIL OLMUŞ
 
Ajandama not düşmüşüm: “20 Ağustos 2009, saat:11.20” Tam dört yıl olmuş ondan ayrılalı. O’nu bilmem, ama benim için çok zorlu geçti bu süre. İlk tanışmamız daha dün gibi gözümün önünde. İstanbul’da, üniversitede okurken tanışmıştık ilk. Finallere hazırlandığım sıcak bir Haziran akşamında… Nerdeyse her gün gördüğüm halde, o güne kadar hiç ilgimi çekmemişti. O gün ne oldu, nasıl oldu bilmiyorum. Varlığını önce parmaklarımda, sonra dudaklarımda ve ciğerlerimde hissettim adeta; kokusu başımı döndürmüştü hafifçe.
 
Çok düzgün bir duruşu, kar gibi beyaz masumiyeti dikkatimi çekmişti ilk önceleri. Dış görünüşü son derece titiz ve zevk sahibi olduğu izlenimi veriyordu. Müthiş bir altıncı hissi vardı sanki. İnanmayacaksınız belki, ama ne zaman cebimde bol harçlığım olsa ve onunla buluşsam, üzerinde son derece pahalı, yabancı markalı, göz alıcı kıyafetlerle geliyordu yanıma. En çok hoşuma giden hali ise yabancı markalı gece mavisi, kırmızı-beyaz ve devetüyünü andıran safari kıyafetleri idi.  Bazen de yerli malı mütevazı kıyafetlerle geliyordu.  Ama ne zaman meteliğe kurşun atar halde olsam, o zaman da işporta malı hippi kıyafetiyle, kıyılmış tütün gibi dağınık saçlarıyla çıkıyordu karşıma. Onun bu derin ve esrarengiz iç sezileri müthiş etkilemişti beni.  İçimden: “işte, iyi günde de, zor günde de hep yanında olan, halden anlayan ve asla seni terk etmeyecek bir dost!” diye geçiriyordum.
 
O’na olan sevgim ve bağlılığım her geçen gün artıyordu. Daha ilk tanıştığımız günden beri için için, sessiz bir yangın hali görmüştüm onda. Hatta O’nun bu halinden dolayı bazen benim de gözlerim buğulanıyordu. Bu iç yangınlarının sebebini sormaya gönlüm elvermedi. Bu tanışıklık, bu arkadaşlık iyi gelmişti, zorlu final günlerinde.
 
Sonraki günler ikimiz için de harika geçmeye başlamıştı. Gündüzleri parklarda, çay bahçelerinde, pastanelerde, sahillerde, caddelerde, vapur güvertelerinde, arkadaşlarla gezerken O da hep yanımdaydı. Öğrenciydim ve yurtta kalıyordum. Doğal olarak da yurda girmesi yasaktı. Ama itiraf ediyorum ki, ben o suçu da işledim. Defalarca yurda soktum O’nu gizlice. Geceleri yurdun bahçesinde buluştuk bazen. Böylesi yasak buluşmalar daha heyecanlı oluyordu açıkçası.
 
Bir süre sonra ilişkimizde küçük sarsıntılar yaşamaya başladık. Nazara gelmiştik galiba… Onunla birlikte olduğumu gören, bilen arkadaşlar, benim adıma hayretlerini ve üzüntülerini ifade ediyorlar ve beni kınıyorlardı. O’nu, bana hiç yakıştıramıyorlarmış; “o aslında hiç de göründüğü gibi masum değilmiş”; “O seni bırakmadan, sen onu bırak” diyorlardı. Hiç birisine de itibar etmedim bu lafların, güldüm geçtim.
 
Dostlarım, bir süre sonra daha da ileri gittiler ve onun aleyhinde ileri geri konuşmaya, dedikodusunu yapmaya başladılar. “İftira ediyorsunuz”, “dostluğumuzu kıskanıyorsunuz” dedim. Ama önüme öylesine somut deliller, videolar, fotoğraflar, belgeler koydular ki… Sarsıldım, ama yine de inanmadım. Ona öylesine tutkuyla bağlanmıştım ki, belki de söylenenlere inanmak istemiyordum.
 
O ise bütün bu olup bitenler karşısında sabrını, sessizliğini, metanetini hiç bozmadı. Kendisine dil uzatanlara tek kelime bile etmedi. Kendisini bir kez olsun savunma gereği bile duymadı. “Ne kadar gururlu ve vakur” diye takdir ediyordum O’nu içimden. O ise sürekli olarak beni teselli ediyor; sevgime, dostluğuma inandığını, sadakatimi ve tutkumu takdir ettiğini, beni sevdiğini söylüyordu sanki sessizce. Öyle ki, bazen gece yarısı aklıma geliyor ve buluşalım diyordu. Ben de yurttan bir yolunu bulup kaçıyor ve onunla buluşmaya gidiyordum. Bazen cebimdeki son birkaç liramı dolmuş ya da otobüse vermemek için saatlerce yol yürüyor; onunla birlikte olduğumda harcamak için saklıyordum.
 
Sonra bu ilişkimizden ailem de haberdar oldu. Babamın tepkisi son derece sert, acımasız ve tavizsizdi. “Onu terk etmediğin sürece sana babalık hakkımı helal etmem!” diyordu.  Annem ise biraz üzgün, biraz da “Oğlum büyümüş de bak neler yapıyormuş” tarzı gizli bir gururla, ama ana yüreği ile yaklaşıyordu konuya. “Oğlum, bizi üzme, kendine acımıyorsan bile bize acı; ondan sana fayda yok; yol yakınken vazgeç…” diyordu. Ben de onları üzmemek için “olay bildiğiniz gibi değil, biz sadece dostuz, arkadaşız; istediğimiz an bu ilişkiye son veririz, hiç sorun olmaz” diye teselli ediyordum onları. Hatta bu düşüncemde haklı olup olmadığımı ilk zamanlar defalarca test ettim. Bazen O’nu günlerce, hatta haftalarca hiç arayıp sormadım. En küçük bir sitem ya da öfke göstermedi. O’nun bu tavrı, benim ona olan sevgimi ve bağlılığımı daha da güçlendirmişti.
  
Yıllar yılları kovaladı ve bir gün gerçek yüzünü gördüm O’nun. Tüm deliller, dostlarımın ve ailemin yıllardır dillendirdiği iddialarını ispat ediyor, O’nun bir ahtapot gibi tüm benliğimi sardığını gösteriyordu. Yıllar süren hain planını, yılan gibi sessizce, sinsice ve sabırla uygulamıştı demek ki… Hücrelerime, kanıma, tenime, ciğerlerime kadar akıtmıştı ölümcül zehrini.  
 
Evet, dostlarımın ve ailemin yıllar önceki söyledikleri doğruymuş demek ki! Terk etmek istedim hemen. Ama nafile… Öylesine yapışmıştı ki benliğime, bırakmak, onsuz yaşamak imkânsız gibiydi sanki… Niyetimi anlayınca, O da yüzündeki masum maskeyi çıkarttı, kahpece bir kahkahanın ardından haykırdı: “Ben olmadan sen bir hiçsin!” İşte o an, gerçekten iğrendim ondan. “Demek sensiz bir hiçim ha?” Haksız da sayılmazdı; Onsuz nefes almak bile zor geliyordu bana; esiri olmuştum adeta. Allah’ım sen yardım et; kurtar beni bu kölelikten diye yalvardım günlerce.
 
Ve 20 Ağustos 2009, saat: 11.20… Parmaklarımın arasında, dudağımda, ciğerlerimde, hücrelerimde ve benliğimde son kez hissettim varlığını. “Ben, ne pahasına olursa olsun, sensiz bir hayatı seçtim” diye haykırdım tüm inancımla ve gücümle. Bu inançlı, kararlı ve tavizsiz haykırışım karşısında benliğimi saran o dev ahtapot, o yılan, o için için yanan sinsi dost(!), bir anda küçüldü,  buruştu; gözündeki kor ateş küllendi ve parmaklarımın arasından düşerken son nefesini verdi kristal bir kül tablasında… O artık benim gözümde bir “dost” değil, ezik bir izmaritti…
20.08.2013
Mehmet BİÇER