Açıklamada; “Eğitim-İş, Millî Eğitim Bakanlığı’nın düzenlediği ve bir protokol çerçevesinde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yürütülen 4-6 yaş grubu çocuklar için Kur’an kursu eğitim programının yürütmesinin durdurulması ve iptali için Danıştay’a dava açmıştır.

Mezkûr sendikanın yaptığı açıklama, kendi içerisinde birçok çelişkiyi barındırmanın yanı sıra, bir kez daha sözde laiklik ve demokrasi ambalajı ile din düşmanlığını köhne ideolojiler pazarına sürmüş, toplumun değerlerine ve dinamiklerine ne denli yabancılaştığını göstermiş, içimizdeki islamofobiklerin dini değerlerle kavgasını tescillemiştir. Açıklamada, Millî Eğitim Bakanlığı’nın eğitim-öğretim sürecini kendine yakın gördüğü taşeronlara havale ettiği iddiası vardır, ki bu tam anlamıyla bir garabet, dahası açık bir yalandır. Devletin iki kurumu arasında yasal çerçevede gerçekleştirilen bir süreci bu şekilde tavsif etmek, en yalın ifadeyle, dini olan her şeye duyulan nefretin bir tezahürüdür. Bu bağlamda açıklamalarında kamusal parasız eğitim için mücadele ettiğini ilan eden mahut sendika, eğitimde taşeronlaşma yalanına örnek olarak MEB gibi, bir kamu kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nı hedef alması derin bir tenakuzu ve zihinsel bir çarpıklığı ifade etmektedir.  Zira Diyanet İşleri Başkanlığı Eğitim Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün 4-6 yaş için öğretim programında, bu yaş grubuna millî eğitimin genel amaçlarına ve temel ilkelerine uygun olarak eğitim verileceği beyan edilmektedir. Akademisyenler, pedagoglar, Kur’an kursu öğreticileri ve okul öncesi öğretmenlerinin görüşleri alınarak çoklu katılım anlayışıyla programlar hazırlanmakta ve uygulanmaktadır. Yani iddia edildiği gibi, bu yaş grubuna verilecek dinî eğitim, millî eğitimin temel ilkeleri ile çelişmemekte hatta erken çocukluk döneminde dinî eğitimin sağlıklı bir şekilde verilebilmesi arayışının bir tezahürü olarak ortaya çıktığı açıkça görünmektedir. Söz konusu sendikanın açıklamasında, “4-6 yaş grubu çocuklarımız okul öncesi eğitim çağında, laik, bilimsel, demokratik eğitim ilkelerine uygun eğitim görmeleri gerekirken ve bu görev devlet adına Milli Eğitim Bakanlığı’nın iken bu görevi devredercesine hareket etmesi kabul edilemez” denilmektedir. Oysa iki kurum arasında imzalanan protokoller incelendiğinde, bu kursların temel amaçlarından birinin okul öncesi eğitimi yaygınlaştırmak olduğu, burada verilecek eğitimin okul öncesi eğitimi aksatmayacak şekilde, yani okul öncesi eğitimin muadili değil, tamamlayıcısı olarak oluşturulmaya çalışıldığı görülecektir. Birçok yönden derin çelişkiler barındıran açıklamada, anayasal bir ihlal olarak manipüle edilen bu uygulamanın temel dayanaklarından biri, ihlal edildiği iddia edilen aynı anayasanın 24. maddesidir. Bu maddede “Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir”, “Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır” hükümleri yer almaktadır. Bu uygulama tam olarak bu maddenin pratikleşmiş biçimidir. Zira söz konusu çalışma, milletin talebi, devletin gözetimi altında ve yine devletin iki önemli kurumu tarafından yapılmaktadır. Buna mukabil erken yaşta dinî eğitim için aynı maddede “…Bunun dışındakilerin eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır” denilmektedir. İmzalanan protokollerde 4-6 yaş grubu çocukların manevi ve kültürel gelişimlerinin sağlanması hedefiyle, değerler eğitimi ve dinî eğitim çalışmaları yapılması velilerin yazılı talepleriyle gerçekleştirilmektedir. Bu protokollerde, kurslarda verilecek eğitimin içeriğine ve eğitimcilerin niteliklerine dair kriterler de sarih bir biçimde yer almaktadır. Yani Millî Eğitim Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı gibi iki önemli kurumun iştirakiyle tamamen yasal, kontrollü olarak işletilen, toplumsal bir gereklilik ve talebin yansıması olan bu çalışmalarda MEB’in yetki devri gibi trajikomik iddialar gerçeği yansıtmamaktadır. Bu iddiaların bilinçaltını görmek oldukça kolaydır. Bu yaklaşım, objektif bir bakıştan ziyade obsesif bir tavrın yansımasıdır. Sivil toplumun önemli aktörleri olan sendikaların, hele ki eğitim sendikalarının günümüzde hâlâ bu tür reflekslerle hareket etmelerini anlamak mümkün değildir. Eğitim sendikalarının ideolojik bariyerlere sıkışarak, kendi toplumsal değerlerine bu kadar yabancılaşarak ortaya koydukları bu yaklaşımların artık terk edilmesi ve ‘eğitimin her aşamasını nitel olarak nasıl daha iyi bir noktaya getirebiliriz’ sorusu etrafında toplanmamız gerektiğine inanıyoruz. Eğitim-İş ve benzeri anlayışta olanlara şunu sormak istiyoruz: Çocukların vasileri tarafından dinî eğitim taleplerinin karşılanması için mevcut yasal çerçevede nasıl bir form önermektedirler?. Yoksa ailelerin dinî eğitim taleplerini gayrimeşru mu bulmaktadırlar?. Farklı dinî inanışların korunması için rahatlıkla cümle kurabilenlerin, söz konusu ülkemizin dinî değerleri ve mütedeyyin halkı olduğunda hemen laiklik söylemiyle yasakçı bir tutumu benimsemeleri de ayrıca dikkat çekmemiz gereken bir başka tutarsızlık örneğidir. Her türlü kutsalı, inancı ve manevi değeri hurafe olarak gören katı pozitivist aydınlanmacı anlayışın, insanlığı sürüklediği trajediyi görmesini de doğrusu bu zihniyetten beklemek safdillik olacaktır. Millî Eğitim Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın uyguladığı bu önemli çalışmalara karşı gösterilen bu ve türevi ideolojik jakoben tavırların maşeri vicdanda karşılık bulmadığı da ortadadır” denildi.