Bir insan duyar, düşünür, hisseder, dinler. Bir şehir de düşünür, dinler, hisseder aslında. Düşünün mesela bu şehri. Düşlemez mi, düşünmez mi, hissetmez mi sizi? Yıkılan Mahallesini düşünür, Kale sırtlarındaki ağaçların yaprak seslerini hisseder, Tarihi Cami’nin estetiği matematikle birleştiren zarif güzelliğine hayran kalır, yıkılmaz. Bilinen surların yanında Damat İbrahim Paşa canlanır da yaşlar süzülmez mi gözlerinizden? Binlerce yıllık tarihin süzgecinden gelen esintileri hissedersiniz bu şehirde. Yeter ki isteyin. Nitekim şehirler de ruh taşır insanlar gibi. Dokunulmaz, görünmez ama her ayrıntısında hissedilir bu ruh. Tek boyutlu, tek renkli yapılar yığınını aşamamışsa şehirler, ruhsuz kalır. Ruhsuz kalan her canlı gibi her türlü kirlilik gelişir, huzur kayıp olur, selvilerin sesi duyulmaz.

İnsan ve Şehir birbirine benzer, insanın bedenini yok edebilirisin, lakin ruhunu asla bak, Hz. Peygamber, Hz. Hüseyin, Fatih Sultan Mehmet, Atatürk, Lenin, Mao, Alparslan Türkeş, Necmettin Erbakan, Muhsin Yazıcıoğlu ve nice bedenler yok olabilir ama asla ruhlarını yok edemezsin, şehirlerde böyle kaleyi yıkabilirsin ama asla Selçukluyu, Osmanlıyı şanlı tarihi yıkamazsın, Camileri yıkılmaya, talana terk edebilirsin, ama asla İslam dinini yıkamazsın….. 

Şehir, bütün ayrıntılarıyla insanların duygularına, duygusallığına hitap etmeyi unutmamalıdır. Çünkü şehir de bir bütündür yine insan gibi. Üzerinde taşıdığı insanları yedirir, barındırır, korur. Bununla da kalmaz. Çünkü temel ihtiyaçlarının dördüncü sırasında sevgi yer alır. Evet, şehir barındırdıklarına sevgi sunmalı, aşıklar yetiştirmeli bağrında, iyi hisseden kişilere mekan olmalıdır. Daha iyiye ulaşmaları için insanları zorlamalı, yarışmalı onlarla şehir. Küskünlere kucak açmalı, ötekiler için "biz” mekanı olabilmeli. Misafirlerini el üstünde tutabilmeli. Çünkü yaşayanlar misafirleridir şehirlerin. Asırların ruhunu taşıyan şehrimize gelen misafirlerimiz Türk misafirperverliğine yakışır bir şekilde karşılanmalı, ağırlanmalı ve uğurlanmalıdır. Hatta, ne derler: “İnsanlar dış görünüşüyle karşılanır, kişilikleriyle uğurlanır.” Elbette şehirler için de durum aynıdır. İnsan bir şehre gittiğinde ilk olarak o şehrin girişinden ve genel görüntüsünden etkilenir. Bu nedenle, bir şehir için en önemli yer otogarlardır. Peki, “Bizim Otogarı” bu özelliklere sahip midir?

Biz misafirlerimizi şehrimizden uzakta yapılan malum otogarda nasıl karşılarız? Kim, nasıl ve niye bu asırların ruhunu taşıyan şehrimize böylesine ruhsuz ve yalnızlığa itilmiş bir otogar yaptı? Şehrin eni boyu 5 km ama otogar 20 km’de, Neden orada?

İnsanı diğerlerinden farklı kılan kişiliğidir. Şehirler de böyle. Hangi şehir bir diğerine benzer? İnsanı ayakta tutan kimliği, değerleri ve kişiliği gibi, şehirleri de ayakta tutan değerler vardır. Şehir, yüzyılların kişiliklerini, değerlerini, kültürünü, canlı ya da cansızlarını bağrında taşımanın zenginliği ile bir kimlik oluşturur. Bu kimlikler şehirleri ayakta tutar insanın kişiliği, kimliği giderse ne olur, tabiî ki kimliksiz olur, ya bu şehrin kimliğini, kalesini, mahallelerini yok edersen onun kimliği yok edilmez mi kimliksiz şehir kim neden yapıyor?

Sultan Ahmed’in bahçesinde, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Türbesi’nde, Kale’de, Ayder Yaylası’nda, Yahya Çavuş’un düştüğü yerde,  Anıtkabir’de bu kimliği görürüz. Varoşlardaki bir gecekondunun salonunu süsleyen kanaviçenin ilmikleri de, Çırağan sarayını süsleyen motifler de aynı kimliğin ve çok sesliliğin armonisini yansıtırlar. Nitekim mekanlar, onları yaşayanları yansıtır ve mekanlar onları yaşayanlar kadar önemlidir. Dolayısıyla şehir; dengesiz, düzensiz, saldırgan, uyumsuz bir anti-sosyal kişilik sergilememeli. Yaşatmayı, yaşamayı, yardımlaşmayı, uyumu körüklemeli.

Şehir, üstünde gördüklerimiz kadar altında hissettiklerimizle de bir bütündür. Çünkü Yahya Kemal Beyatlı’nın dediği gibi “Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.” Yaşayanlar kadar ölülerin de mekanıdır ve ölülerle yaşayanları buluşturur şehirler. Ümit bahçelerinin yeşerdiği kapılar çok olmalı, buradan medeniyetin doruklarına çıkarabilmeli. Yolları, hayalleri zorlayan bir sonsuzluk ufku sağlayabilmeli, bir esenlik, bir rahatlık, bütün sıkıntılara rağmen bir derinlik ve huzur sunabilmelidir. Ve nihayet şehirler buluşma yeridir insanlar için, varlığın hiçlik sınırlarında sonsuzluğa kanat çırpan kuşlar gibi.

Aslında bir iletişim kanalıdır şehirler. Geçmişle geleceği buluşturur, konuşturur. Tarihi Caminin ve kalenin avlusunda ve çevresinde yer alan bütün mekanlar, yeri ve konumu ile bir mesaj değil midir? Öz geleceği, öz geçmişinden habersiz olamaz şehirlerin. Şehir, gelişen medeniyetle birlikte şiddeti azaltmalı, ulaşım köprüleri kadar önemli olan diyalog köprüleri, her türlü anlaşmazlığı çözmeli, değilse ortak değerler bireyselleşir, sosyal çözülme kaçınılmaz olur. Saldırganlık içgüdüsü harekete geçer ve insanlar gelişmiş bir teknoloji içinde köylerini özlemeye başlarlar. Ya köylerine geri dönerler ya da şehirlerini köye çevirirler!

Yüzyılların tabiî ve tarihî güzelliklerini gölgelemeye hiç ama hiç birimizin hakkı yok. İster yaşayanlar, ister yönetenler fark etmez. Şehir kimliğini, gündelik kazanımlara, enaniyetimize, kinimize ve ben bilirim başkaları bilmez, en büyük benim duygu ve düşüncelerine heba edersek, şehir buna dayanamaz, bir gün hesap sorar, belki de taşıyamaz artık yükümüzü, keser iletişimini ve duymaz olur bizi. Nitekim yolu aşk durağından geçmemiş, sevgi denizinden nasibini almamış, toplumla barışık olmayanların şehirde, kalede, bağda, bahçede, sokakta ve caddelerde anıları ve yaşanmışlıkları olmayan kişilerin yönettiği şehirler de sevgisiz, kişiliksiz, kimliksiz kalmış tarih boyunca.

Şehirlerin, halkıyla muhabbet içinde olduğu günlere kavuşması ümidiyle… Saygılarımla                  
                                                                                       
 Yrd. Doç. Dr. Özden Taşğın