Üç Öğün Yemek
“ Hekim olduk, mütehassıs olduk, bu cahil insanları mı tedavi edeceğiz yahu! Kim biliyor kıymetimizi? Vali emreder, belediye reisi emreder, kılkuyruk esnaf emreder, ocak-bucak parti başkanı emreder. Ben gençliğimin en güzel yıllarını bunun için mi harcadım? Nişanlımı da Kütahya’ya verdiler. O doğuya doğru geliyor; ben batıya doğru gidiyorum; Konya’da buluşuyoruz. Bir fırsatını bulsam kaçacağım; İsviçre mi olur, İsveç mi olur! Yaranmaz bu memlekete, bu cahil insanlara. Boşuna vakit kaybediyoruz azizim…”
Dahiliye mütehassısı Dr Fikret Acun, Kayseri’deki meslekdaşı İsmet Demir’e telefon ederken, nerdeyse ağlamaklı…
O sırada hemşire kapıyı vuruyor, yanıt beklemeden açıyor, gülümseyerek haber veriyor.
“ Doktor Bey, hastanız var. Viziteye başladınız mı?”
Karşılık yok. Bıkkın, ezgin, bitik, bunaltılı…Yüzünden düşen bin parça…
Ali Çivilikaya giriyor odaya. Üstü başı dökülüyor. Yamalı giysilerinde kaya kırıntıları…Doktor Fikret adama tiksinerek, biraz da acıyarak bakıyor. Odayı ter kokusu dolduruyor.
“ Selamaleyküm hekim bey oğlum,” diyor.
Sesinde bir yorgunluk, dünyadan bıkkın insanlara özgü bir boşverdim tınısı…
Elindeki bumburuşuk kağıdı masanın üzerine koyuyor. Selamın karşılığı yok.
Dr Fikret kaç yıldır burada, adamın konuşmasından buralı olmadığını anlıyor.
“Kimsin?”
“ Mıhdarın virdiği kaatta yazmıyo mu? Bana gaya yonan Ali dirler. Babam 93 maaciri. Erzurum taraflarından.”
“Kısa kes! Derdin ne?”
“ Dertten bol ne var ki bire oğlum! Zor soluk alıyom, yidiğim guru ekmeği hazmedemiyom. Velhasıl ağzımın dadı duzu yok.”
Gözüyle konuşuyor doktor. Yüksekce bir yatak var, sedye gibi. Çivilikaya Ali ilk görüyor. Apak örtülü yatağa uzanırsa, kaya kırıntıları dökülür mü, ortalığı kirletir mi? Hekim beye karşı ayıp olmaz mı?
Ayakkabısını çıkarıyor. Lastik. Yün çoraplı ayaklarından ağır bir koku yayılıyor. Doktorun parfümünü bastırıyor ayak kokusu…
Doktor Fikret, stetoskopunu takıyor kulaklarına, ivmeden, önemsemeden…Sıradan bir işi yaparcasına. Çivilikaya Ali’yi göğsünden, sırtından dinliyor. Yeter. Dönüp oturuyor masasına. Bir süre pencereden dışarılara bakıyor. Kalenin eteklerinde basamak basamak evlere takılıyor gözleri…Dalgınlaşıyor.
“ Yav baba, sen kendine hiç dikkat etmemişsin ki,” diyor.
Ali ağa memnun, ilgiden(!).
“ Geçim zor hekim bey,” diyor.” Gaya kesmek nedir, bilir misin?, Yaz gış, garanlıklarda, ıslak yirlerde…”
Dr Fikret dinliyor mu, dinlemiyor mu belli değil.
Başlıyor yazmaya reçetesini.
“ Bak baba! Sana tek bir ilaç yazıyorum. Atabey Eczanesinden alırsın. Her öğünden sonra bir tane yutacaksın!”
“Her gün bi dane yutacağım,”
“ Yahu baba, her gün bir tane değil, her öğünden sonra bir tane.”
“ Anladım hekim bey oğlum. Her gün bir tane. Öyle olunca ne zaman biter o ilaç?”
“ Yahu,ne laf anlamaz adamsın sen, anladık muhacirsin de, Türkçeyi biliyorsun,”
“ Bilirim helbet ana dilimi. Türküm ben, Dadaşım; Erzurumluyum. Günde bir tane…”
Doktor Fikret Bey sinirlenmişti. Sabah sabah…Daha ilk hastada böyle olursa, gün nasıl bitecek?
Gömleğini giydi Çivilikaya Ali ağa. Yamalı sakısını giyerken kolu takıldı, uğraştı biraz.
“ Hekim Bey oğlum, anladım, her öğün diyon da, ben günde bi öğün yimekyirim. Ya deyilse senin gibi günde üç öğün yisem, helbet üç hap yutulur. Sen,beni hesap bilmezlerden mi sandın?”
Doktor Fikret dondu kaldı…Yanıt veremedi…
Kaya yonan Çivilikaya Ali ağa yüzünde acı bir gülümseme, çıktı gitti odadan.
………………….10 Mayıs 2016