ADAMA İŞ, İŞE ADAM… 

“ Fuzuli’nin “Leyla ile Mecnun” adlı eserinin dilbilim açısından incelenmesine başlamış

olmak, fakat bitirmemiş bulunmak…”

Bu bozuk anlatım , ülkemizde bir Doğu üniversitesinde araştırma görevlisi olarak çalışmak

isteyenlerin başvuracağı bölümün, Rektörlükçe verilen gazete ilanıdır.

Bitirmiş olmak bir çalışmayı, üstünlük değil midir?

Hayır. Eğer ilanın verildiği tarihte bitirmemişseniz böyle bir ilan verilebilir.

Herkes için geçerli midir?

Hayır. Rektörlükte, fakültelerde görevli birisinin yakını iseniz geçerlidir bu kural.

1978 yılının 5 haziran gününden bu yana, çalıştığım üniversitelerde:

Bir rektör, rektör yardımcısı, bir genel sekreter, bir dekan, fakülte sekreteri istesin de,

olmasın.

Düşünülemez bile.

Çünkü, jüriler ona göre kurulur.

Sınavlar da bir “ formalite”den ibarettir ancak.

Alınacak, güya görev yapmağa başlayacak kişi taa baştan bellidir.

Siz, muhalefet mi ettiniz, jüriden çıkarılırsınız.

Ve bir gün, en ilkel bilgilerle “mücehhez”(!) birisini , asla düşünülemeyecek birisini

“araştırma görevlisi” olarak bölümünüzde, anabilim dalınızda görürsünüz.

Sakın, şaşırmayın, burası Türkiye’dir.

Üniversitelerin konuk evlerinde, rastlantı bu ya, fakülte mezunu gençler de görev yaparlar.

İşsizdir; ne iş olsa yaparım; tamam…En avantajlı, üstünlük gösterenler onlardır. Bir toplantı,

sempozyum, konferans, kolokyum için başka üniversitelerden gelen konuklara en iyi hizmet

(!) sunulur. Bilim aşkıyla (!) yanıp tutuşan konukevi görevlisi, açılan ilk sınavda başarılıdır

artık. Lamı cimi yok…

Bir biyoloji bölümü için araştırma görevlisi alınacak. Başvuran iki kişidir. Birisi ODTÜ

mezunu. Digeri, sınavın yapıldığı üniversiteden mezun. İngilizce sınavında ODTÜ mezunu

genç yeterli puvanı alamaz. Neden, 4 jüri üyesinin üçü doktoralarını Fransa’da yapmış,

iyi derecede İngilizce bilen (!) doçent ve profesörlerdir. Peki, kim başarılı sayılıyor? Jüri

üyelerinden birinin baldızı…

YÖK’ün bir yönetmeliğinde bir madde var:

“ Sınava eğer tek kişi girerse, sıfır puvan da alsa başarılı sayılır.”

Hangi devirdeyiz? Böyle şey olur mu demeyin. Bu bir gerçektir.

Sınav öncesinde “muhaberat” süratlidir. Telefonlar, görüşmeler…

Üç aday varsa, ikisine, “Siz sabredin. Kazanacaksınız. Ama, bizim adayımız şu,” deniliyor.

Sınavlara girmeleri önleniyor ve tek aday olunca da, en pespaye, en pejmürde, en perişan

donanımlı kişi üniversiteye sokuluyor.

Artık, başlasın aylık almağa.

Bilimsel çalışma nerede?

O da neymiş…

Yolda yürüyen bir öğretim elemanı görüyorum. Başka bir fakülteden. Durup alıyorum

arabama. “ Hocam, bizim yeğen sizin ders işleme tekniğinizi pek beğeniyor. Maşallah, çok

dakikmişsiniz. Elli dakikayı tam değerlendiriyormuşsunuz.” Durun, hemen öğünmeyin bu

iltifatlar karşısında. Arkadan ne gelecek, biliyorum. Nüfus öyle süratle artıyor ki. Konuşan

bu elemanın ya yeğeni, ya bacanağının çocuğu, ya amca, dayı uşakları, ya da uzaktan bir

hısım…Başka bir kentteki üniversiteyi bitirmiştir. Bakanlık onları öğretmen olarak atamıyor.

Öyleyse, “ gözümüzün önünde, şurada bir araştırma görevlisi olsun da, kurtulsun (!) …

Biliyorum, söz nereye varacak: “ Hocam, bizim yegeni yanınıza alıverin de, yetiştirin.

Sevaptır.”

Sevap olmasına sevap da, üniversiteler nitelik açısından nerededir?

İşlenen sevabın bilime, kültüre, sanata, kalkınmaya, eğitimde nitelik arttırmağa etkisi nedir?

Tanıyorsunuz öğrenciyi ; dört, beş yıl içinde doğru dürüst izlememiş dersinizi, iki saatin

ancak birini zorla dinleme sabrını göstermiş ; bir kitap, makale istememiş. Sıradanlığı

aşamamış ve tanıdıkları araya koyarak kapağı üniversiteye atıp kurtulmak (!) istiyor.

Kurtulan genç…Üniversite de kurtuluyor mu bari ?