Atın Bu Sıpayı Kamyondan Aşşaa !

Yıl 1947. Sarıhıdır köyü okulunu bitirmişim. Pazarören Köy Enstitüsü’nde bir yıl okumuşum. Ekim ayı. İkinci sınıf öğrencisiyim artık. Kendime güvenim tam. Devebağırtan Yokuşunda , beklediğim kamyon gelmiş, Kayseri’ye gideceğim. Ordan, Enstitü’nün otobüsü bizi alıp götürecek. Kayseri’ye bir varsam, ötesi kolay. İnsanın , kendisini bekleyen bir otobüsün  olduğunu bilmesi, ne güzeldir; bunu yaşayanlar bilir.
 
Kamyonda yakası kürklü deri gocuklu şişman bir adam var. Anladı,kasketimden, şayak ceketimden, bol pantalonumdan, elimdeki tahta bavuldan,  Enstitü öğrencisi olduğumu. Sert sert bakıyor. Çevresindeki gariban takımı, adama saygıyla bakıyor; onu seyrediyorlar. Kamyonun üstü yelli. Ne dediği anlaşılmıyor kalantor adamın. Bir süre aşağılayıcı bakışlarla beni süzdü, sonra, yüzünde bir tiksintiyle sordu:
Pazarviran’da size gominislik öğretiyorlar, deyil mi? “
Öğretmenlerimiz, bize, cahil insanlarla tartışmamayı önerirlerdi.
Fakat, sessiz kalamazdım.
Hayır, biz öğretmen olup, köylere dağılacağız. Sadece öğrencileri değil,halkı da eğiteceğiz.”
Adam sinirlendi:
Eğitecekmiş. Kendinizi bi bok sanıyorsunuz. Sizden eğitim istiyen kim, lan?”
Sustum bu kez.
Fakat, adam giderek sesini yükseltti. Sanki hoparlörden bağırır gibiydi.
Dini, diyaneti unutturdular. Enüsdülerde gız irkek garışık…Ateşinen barıt yan yana durur mu lan? “
Bu aşağılama beni sinirlendirdi.
Şehir liselerinde kız erkek karışık okumuyor mu? Onlara niye söz söylemiyorsunuz? “
Adam, soruma karşılık vermedi. Aklındaki söylemeyi sürdürdü.
Yav, bu enüsdülerden birinden mezun bi delaannı geldi koye. Bi zulum bi zulum.
Koylüyü seferber itti arkadaş. Neymiş;imece..Yirin dibine batsın senin imecen. Gominis işi. Millet işini gucunu bırahdı. Mekdebin inşaatında çalıştı. Mecibur. Elinde kaat. Kim geldi, çalışdı. Kim gelmedi. Tek tek yazılı yav. Gelmiyeni de Vali paşaya, gaymakama şikaat ediyor haa. Ben 65 yaşındayım. Boyle zulum gormedim yav.
Dikkatle dinledim adamın dediklerini. Etkileyici konuşuyordu. Kamyondakilerin hayranlığını kazanmıştı. Fakat, ben kendimi yanıt vermekle yükümlü sayıyordum.
Köye okul yapmanın neresi zulüm? Yarın, ben de öğretmen olduğumda elbet , köyde güzel bir okul yoksa, yenisini yapacağım. Orada köylünün çocukları eğitim alacak. Fena mı, kendi okulunu yapması köylünün? “
Lafa bak, lafa. Eğitimmiş de okulmuş da. Sizi böyle böyle aldatıyorlar.”
Sen kendine bak. Asıl sen aldatılmışsın. Bu kafayla bir yere varamazsın.”
Adam birden sinirlendi. Üzerime geldi. Yalpalaya yalpalaya. Gözleri kanlanmıştı.
Çok yaklaştı bana .
Bağırdı kamyondakilere:
Atın bu eşek sıpasını aşşaaa. Yarin başınıza bela olur valla. Atın da gurtulun! “
Kendisi atamıyor, köylüleri kışkırtıyordu. Suç işleyen kamyondaki yoksullar olacaktı.
Kamyonda Sarıhıdırlı köylüler de vardı. Komşularım, tanıdıklarım…Adama çıkıştılar:
Kimi nerden atıyon ağa. Yavaş ol bakalım…O daha güccük bi oolan. Ne dimek atmak? “
………………….
 
Ürgüp Lisesinin öğretmen odasında Osman Aydoğan , Pazarören Köy Enstitüsü’ne giderken, yolda,  başına gelen olayı anlatıyordu. Islak gözlerini parmaklarıyla kuruladı. “ 1950’den başlayarak, beni kamyondan atarak kurtulmak isteyenler , seçtikleri adamları TBMM’ne göndererek, Köy Enstitülerini kapattırdılar. Peki, Enstitüleri kapatarak ülkeyi, halkı kurtarabildiler mi bari ? Halkın bilinçsizliğine bakın. Çocuğu Köy Enstitüsü’nde okuyan ana babalar da gidip Demokrat Parti’ye oy verdiler. Birden olmadı elbet bunlar. Yavaş yavaş. Daha 46’larda vaat ettiler bu okulları kapatacaklarını. Ben, o yakası kürklü gocuk giymiş adamın kanlı gözlerini hiç unutmadım. Gözümün önünden hiç gitmedi o gözlerdeki nefret. Düşünüyorum da, Sarıhıdır köyü okulunu bitirdikten sonra Enstitü’de okuyup öğretmen olmasaydım, yitik binlerce  çocuktan biri  olarak kalacaktım. Kızılırmak kıyısında ekergemiz vardı; bağımız, bahçemiz vardı. Amma aç kalıyorduk. Yetiştirdiğimizi iyi ederle satamıyorduk. Aldığımız pahalıydı hep. Köyde topraksız aileler de vardı. Onlar tümden bitikti. Atatürk kurtardı bizi. 1934’te Sarıhıdır’a ilkokul açılmış. Tek öğretmen. Olsun. Ulusun eğitimle kurtulacağını  Atatürk  biliyordu. Hasan Ali Yücel, Saffet Arıkan, İsmail Hakkı Tonguç kurtardı bizi yitip gitmekten. Amma, 54’te sona erdi bu Cumhuriyet atılımı. Biz buna “Yarım kalmış mucize” diyoruz. “
 
1975. Ürgüp
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
ÜRGÜP’E  BAĞLILIK
 
 
60-70 yıl önce, halk doğduğu yerlerde daha kolay doyabiliyormuş.
Tüketim az; fantezi işlere ilgi hemen hemen yok.
Kapalı ekonomi: Beziryağından yemek de yapılıyor; aydınlanma için de kullanılıyor.
Cehri boyası ile boyanmış ipten kumaş dokunuyor. Tezgahlarda halı dokunuyor.
Üzümün getirisi çok. Dirmit üzümü sofralık olarak değerli; Kayseri pazarlarında yeğleniyor. Kurusu pek aranıyor. Pekmezi, tarhanası yapılıyor. Hristiyan halk bu üzümden şarap da yapıyor. Bağlarda zerdali,kayısı var. Taze olarak tüketildiği gibi, kurutuluyor. Halkın beslenmesinde bunların önemli yeri var. Ürgüp akçası bir armut türü. Erkence, daha temmuz içinde ogunlaşıyor. Gökçeyken çil çil sararıyor; bal tadı alıyor. Damsa koyağında elma iyi yetişiyor. Elma taze olarak tüketiliyor. Hak da yapılıyor. Elmadan da, armuttan da, erikten de.
Avla Dağında, Tekke,Topuz Dağında yaylım alanları var. Hayvancılık da yapılıyor. Başköy’ün öyle yoğurdu, kaymağı geliyor ki, Ürgüp pazarına; helkiyi ters çevir; dökülmez. Katkı bilmiyor köylü; süt saf,temiz. Margarin bilinmiyor. Zeytinyağı tüketimi de az. Kasabanın birkaç aşevi var; garibanın  yemek yediği. Oralarda ucuzundan zeytinyağı kullanılıyor. Fazla değil.Hanlara inen gezgin esnaf, çerçi, denetmenler kasabaya az da olsa bir canlılık kazandırıyorlar. Amma, asıl devinim Kızılırmak kıyılarından , Sarıhıdır’dan taa Ağcaören’e dek değişik yükseltilerde konuşlanmış köylerin insanından geliyor. Öyle bir coğrafya ki, Irmak boyunda üzümler bal gibi tadlanmışken, yüksek yerlerdeki bağlarda alaca yeni düşmüştür. Engin yerlerde bitirgen, şekerpare, zerdali yenirken, yükseklerdeki ağaçların kayısıları daha çağladır; insana kaş göz attırır; dişini kamaştırır.
 
O zamandan kalma bir söz : “ Ürgüp küçülse, küçülse, kalbur kadar kalsa, ben içinde nohut gibi döner dururum da ayrılmam buradan.
 
Günümüzde Kayseri’ye, Mersin’e, İzmir’e, İstanbul’a göç var. Nüfus artmıyor.
Çünkü , artık, doğduğun yer değil, doyduğun yer memleketindir.
 
 
1999.Ürgüp
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
BEYLERİN  ÖYKÜSÜ
 
 
“ Çift çubuk gıyamet bu Sarı Garaman beylerinde. Hepden Abdal beyi. Gınamak değil bu. Abdallık da suç değil; günah değil. Emme bunların beyliği çift çubukdan. Ya değilse asaletli değiller. İbiram Paşa zemanında zapdetmişler buraları. Tarlanın, tapanın ne hökmü var ki ? Hem de bomboş bu gördüğün yazılar. Ekergelerin yüzüne bakan yok. Dağlar tümden meşelik. İbiram Paşa kırdırıyor ormanları ki, yerine dut ağaçları diktiriyor. Güya ipekböcekçiliği yapacak halk. Olmuyor. Netmeli, neylemeli öyleyse. Üzümcülüğü denemeli. İşte bu oluyor bak. Neyse, laf nirdeen nireye geldi. Sözü dağıttık. Zararı yok; gendimizi dağıtmıyalım da. Hah hah ha.
 
Bu varlığı hadsiz hisapsız Sarı Garaman beylerinden biri var Nivşeerde yaşıyan. Mal mülk gani didik ya. Bi de avradı var ki bu beyin; gaymak tabağı. Gün görmemiş bi afeti devran. Güne çıksa güneş kıskanır; ayın zaten hiç hükmü yok. Ay tümden aklını çıvdırır. Bey gocamış gayri; yaşlı. Tetiği galdırıp da düşürmekden aciz. Beyin malını, davarını , malını maşatını güden bir çoban varmış.  Bey garısı onunla binip inmeğe başlıyor. Dirkenee, Sarı Garaman beyi zaten yaşlı, dudağı morarıyor, yüzü sararıyor,kirlice. Ölüp gidiyor. Ne gam… Beyin dul avradı için değişen ne ki? Zaten yaşlı gocasından beklediği bir şey yoktu. Tetiği galdırıp da düşürmeyi beceremiyen herifinen ne alıp veremiyeceği vardı ki taze avradın ? Neyse çobanınan gine inip biniyor. Dirkene gebe galıyor çobandan. Netmeli, neylemeli ? Oyuncu gadınmış bey garısı. Siyaseti ireliymiş. Hemen bi şayia: Yani gadın yaydırıyor. Didirtiyor ki : “ Bey bu dünyadan göçüp gitti amma, nur içinde yatsın; dünyadaki iyiliği yanında ermişliğe varıyor. Beni boş bırakmıyor. Yaşarkene çocuğumuz olmadı. Öldükden sonra bi emanet bırakayım dedi. Geceleri beni ziyarete geliyor.” Şayia bu. Yayılıyor her yere. Erdaş Dağı yaylasından Irmak boyuna dek.
 
Geceleri de çobana kefen giydirip, mezarlıktan ağrı konağa yürütürmüş. Oyuna bak. Hem de çekinmeden. Gören de “ Ermiş efendimiz, beyimiz avradına gidiyor,” diye hem inanırlar, hem de korkarlarmış.
 
O devirler öyle devirlermiş yavrıım.
İnsanlar korkarlarmış böyle şayialardan…Ermişlik masallarına inanırlarmış.”
 
Anlatan: Mustafa Kır. 1974
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
GÖKTE DÜĞÜN
 
 
insanı çalgıya çengiye düşkündür.
Refik Başaran gibi bir usta aşığı bu toprak yetiştirmiştir.
Kapı gıcırtısı duysa parmaklarını şıkırdatmağa başlarmış Ürgüplü kadınlar.
Ürgüp’e atanmış bir hükümet memuru, bir oda kiralamış Ağalar mahallesindeki bir konaktan. Bu arada bakışırken, gidip gelirken evin kızına vurulmuş. Kaç-göç devri. Öyle flört falan ne mümkün. Fakat, kız fettan. Delikanlı bir deneyeyim şunu demiş. İzlendiğini biliyor ya: Kendi kendine söylenir gibi : “Gökte düğün var ! “ demiş.
Kapı arkasında, kız karşılık vermiş: “Ayakcak nerde ?”
Delikanlı memur düşünmüş ki, ben böyle fingirdek, oyuna,eğlenceye,şamataya düşkün kızla geçinemem. Yürümez evliliğimiz. En iyisi, kendime yeni bir ev bulayım.”
Ve, ayrılmış evden de, evin kızından da.
 
Kemal Ünlü. 1975
Ürgüp
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
ANA TOPRAKTAN AYRILIŞ
 
 
1923 Temmuz 24. Lozan Barış Antlaşması imzalanıyor. Anadolu’daki Ortodoks halk ile Yunanistan’daki Türk topluluğu karşılıklı olarak mübadeleye tabi tutuluyor.
 
1924 yılında işlemler süratleniyor.
Suvermez Köyünün oldukça varlıklı Ortodoks halkı görkemli bir kilise yaptırmışlar. Evleri konak gibi. Melegübü bozkırında insan emeğinin neler yapabileceğinin örneği bu yapılar.
Fakat, Mübadele her şeyi altüst ediyor.
Köyün Ortodoks halkı Niğde üzerinden Mersin’e gidecek; oradan da Yunanistan’a.
Suvermez’in islamı da hristiyanı da derin bir üzüntü içinde.
Gerçi, Yunanistan’ın Küçük Asya Askeri Harekatı sırasında , 6 yıl önce, gençlerden bazıları taşkınlık yapmış; içip içip nara atarak Türk komşularına yakışıksız sözler söylemişlerdi, ama, bunlar fazla büyütülmemişti. 1900’lerde Yunanistan anakarasından, Adalardan gelen bazı rahipler, bazı öğretmenler inceden inceden işlemişlerdi. “ Siz Ortodoks Yunansınız; Türk değilsiniz ! “ diyerek. Oysa bu halk Yunanca bilmiyordu. Sadece İncil’i, kilisede, törenlerde, Peder efendiden Yunanca dinliyorlardı. Anlamasalar da. Yazıyı da Karamanlıca olarak kullanıyorlardı.
Düğünlerde, bayramlarda hep bir arada idi iki halk.
Sakarya Savaşı günlerinde Kızılcin taraflarında iki Türk gencini Rumlar öldürmüştü.
Bu olay, iki toplum arasında düşmanlığı arttırdı.
Fakat, yine de Suvermez hristiyanlarına karşı bir kin, öfke yoktu İslam komşularında.
Mübadeleye tabi Rumlar köyden gözyaşlarıyla ayrıldılar.
Türk komşularıyla kucaklaşıp öpüştüler.
Birbirlerine haklarını helal ettiler.
Bazı  Rum kadınlar ayrılmak istemiyordu evinden.
Eviiim, evim. Daha dooru dürüs iraatca yaşamadık bile içinde. Eviiiim, evim…
Bizi niye götürüyorsunuuuuuz ? Nereye gideceğiz biiiiz ?
Fakat, emir demiri keser. Hristiyanlar ayrılacak köyden. Zamanı gelmiştir.
 Topluca hareketle yola düşerler. Niğde’ye doğru bir kafile…Daha yolun başında yorgun, bitkin, döküntü…
Sonra , Suvermez’in  iyi göründüğü bir tepeye çıkarlar.
Köyün halkı da, tümüyle onları uğurlamağa çıkmıştır. Herkesin gözü yaşlıdır.
Rumlar, son kez köylerini bütünüyle görmek isterler tepeden. Hüngür hüngür ağlarlar.
Kara taşlar içinde Suvermez, ak evleriyle, kilisesiyle gözlerinin önünde uzanıp yatmaktadır.
Toparlanırlar biraz. Bağırırlar;
Yusuf ağaaaa, Memmed ağaaaaaa eglizamıza (*) iyi bakın haaaa! Yıkılmasın haaaa! ”
Ve yeniden yollara düşerler.
Suvermez köyü birden sessizleşmiştir. Boyağını yitirmiş, sevinci unutmuştur.
Çünkü, köyün Rum cemaati kalmamıştır. Artık ne düğünlerde akordeon sesi, ne bayramlarda şarap içip neşelenen gençlerin oyunları…Köy sanki birden yorgun düşmüş, kocamış gibidir.
Şükrü Güney.1971. Göre
(*) Egliza kilise demektir.
 
 
 
 
 
 
 
 
ALAADDİN’İN ÖYKÜSÜ
 
 
Nevşehir Lisesi… Öğlen tatilindeyiz. Derslerin başlamasına yarım saat var.
Kızılcin köyünden Alaaddin, dersliğin güneş giren yerinde bir sıraya oturmuş düşünüyor.
Belli ki, öğleyin bir şey yememiş. Peki, sabah kahvaltı yapıp da mı gelmiş okula? Hayır.
Fakat, yine de yüzünde bir gülümseme…Neden? Çünkü Tuncer ile Doğan güreşe tutuşmuşlar. Yıkışıyorlar. Hem de ciddi ciddi bir güç gösterisi. Güreş ilerledikçe Alaaddin, kahkahayla gülmeğe başlıyor. Hiç ummadığımız bir anda Fizik öğretmeni Hasan Sarıkuzu giriyor içeri. Aynı zamanda Müdür Yardımcısı. Demek, o gün nöbetçi ki, derslikleri geziyor; gezenekleri denetliyor. Güreşenler görmüyorlar içeri giren Öğretmeni. . Gürültü, patırtı, sıralar yerinden oynuyor, gıcırdıyor. Fakat, Sarıkuzu da  sanki orada yıkışan yokmuş gibi, Alaaddin’in üzerine gidiyor. Yüzü apal, bağırıyor:
Sen, niye gülüyorsun be, karı gibi? “
Alaaddin’de yanıt yok. Gülüş yüzünde donup kalıyor.
Sarıkuzu, Alaaddin’in yüzüne iki tokat vuruyor.
Yine, güreşenleri görmezlikten gelerek  derslikten çıkıp gidiyor.
Biz Alaaddin’in başına toplanıyoruz.
Önce kızaran yüzü giderek ağarıyor. Sonra titremeğe başlıyor.
Yine de gülümsemeğe çalışarak, ellerini iki yana açıp konuşuyor:
Yav, dağda inek dolaşır; boku bana bulaşır. “
 
Emrullah Güney. 1962
Nevşehir
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
                                                       KAMİL’İN İTİRAZI
 
 
Kamil Kimya dersinden beklediği notu alamadı.
Macide Kaptanoğlu’na Savcının hanımı derdik.
Masada oturur, ancak bir formül yazacağı zaman,isteksiz isteksiz ayağa kalkardı.
Bütün bir ders yılı boyunca tek bir kez bile laboratuara inip deney yapmadık.
Kimya formüllerini ezberliyorduk hep.
 
Kamil itiraz etti aldığı nota.
Macide Hanım, ertesi gün yazılı kağıdını getirdi.
Çantasından çıkarıp bize gösterdi.Kamil’in yazısı güzeldi. İnci gibi döşenmişti yanıtları.
İtiraz etmekte kararlı mısın? “ diye sordu.
Kamil’in kendine güveni tamdı.
Helbet hocam, ben 9 bekliyordum; siz 5 vermişsiniz,” dedi.
Öğretmen okumağa başladı.
Bu kimyasal madde fabrikalarda işlenir. Hammadde olarak girer, aşağıdaki fotoğrafta görüldüğü gibi birçok safhadan geçer ve mamul madde olarak istifadeye arzedilir.”
Bu yazıyı okuyunca sınıfta bir kahkaha dalgası yükseldi.
Yine sordu Macide Hanım,
İtirazında ısrarcı mısın Kamil Bey? “
Kamil’de yanıt yok artık.
 
Emrullah Güney
1962. Nevşehir