CİNGAN ÇADIRININ  İPİ

Güzel bir eylül günü.

Güz kendini gösterse de, yazın etkileri sürüyor. Hava güzel.

Haber birden yayıldı Göre’de.

Zaten görülüyordu.

Oylu Dağı’nın köye bakan , az eğimli, düzce yamacında perperişan çadırlar kurulmuştu.

Demek, akşamdan gelmişler de bizim haberimiz olmamış.

Ancak, sabah gün ışıyınca ayırdına varmışız.

Bazıları açıkta gecelemiş.

             Çadırlar kurulmayı bekliyor.

                           Döküm saçım.

Açtım ansiklopediyi, kökenlerini okudum:

“ Hindistan’ın kuzeyinde yaşayan Dravit adlı bir etnik öbeğe bağlıdırlar.”

Düşünüyorum, nasıl olmuş da tüm dünyaya yayılmışlar.

Her gittikleri yerin dilini, dinini benimsemişler.

Türkiye’de Türkçe ve İslam , Macaristan’da Katolik ve Macarca konuşuyorlar ,Rusya’da Ortodoks ve Rusca konuşuyorlar.…

Taa Yeni Dünya’ya da gitmişler 1492 sonrasında İspanyollarla, Portekizlilerle.

Neden,  bunca dağılmışlar dünyanın her yerine?

 Neden yerlerinden yurtlarından kalkıp göç etmişler?

Bir salgın hastalık mı kırıp geçirdi bu topluluğu,  

bir sahip, bir sultan , bir emir bunlara baskı mı uyguladı,

zulüm mü etti, ağır vergiler mi bindirdi?

Komşu halkların saldırısına uğrayan kılıç artıkları olarak mı  dünyaya dağılanlar?

………………………….

 Arkadaşlar, karar verdik.

Öğlene doğru,  çayı geçtik, yokuşu tırmandık, çadırların önüne vardık. Çekingen çekingen…

 Esmer yüzleri ışıldayan, gelinlik çağında kızlar çaydan testilerine su doldurmuşlar, çadırlarına, ailelerine götürüyorlar.

Onlar alışkın, biz  tuhaf tuhaf bakıyoruz.

Bazı kızlar Nevşehir Büyük Sinema’da

seyrettiğimiz filmlerdeki

                     artistler kadar güzel.

Alımlı, çalımlı.

Yürüyüşleri hoş salınımlı.

Gelişkin göğüslerini sergilemekten çekinmiyorlar.

Çadırların yanına oturduk çepeçevre.

Gözlerimizi diktik, izliyoruz.

Bize hiç aldırmıyorlar.

 Sigaralarını tüttürüyorlar.

Hayretle bakıyoruz.

Kadınlar da tütün sarıp öksüre öksüre , içiyor.

Erkekler alışkın tavırlarla yüzük yapıyorlar.

Elek, gözer,kalbur örüyorlar.

Yığın yığın kasnak var önlerinde.

Kızıl, sarı saçlı, çilli çocuklar…

Sevimli hareketlerle çevrede oynuyorlar.

Bir radyodan –belki kasetçalar,ses  kayıt aygıtı-

ağır bir müzik yayılıyor.

Anlıyoruz ki, bu topluluk müziksiz duramaz.

 O zaman arabeski bildiğimiz yok daha.

 Çadırların önünde ocaklar kurulmuş.

Ağır bir koku yayılıyor çevreye.

İnce, uzun gövdeli kadınlar yemek hazırlıyor.

Duman kaçan gözlerini kirli bezlerle siliyorlar.

 Sonra aynı bezle çocuklarının yüzlerini kuruluyorlar.

Sonra öpüyorlar gülerek, şapur şupur .

          Anlıyoruz ki, çocuklarını pek seviyorlar.

 Tencereyi karıştırdı kadın.

 Tadına baktı yemeğin.

Sonra bakır bir sahana koydu, çadırın önünde yüzük yapan kocasının önüne koydu.

 Adam bize baktı. Gözleri kanlı. Biz izliyoruz.

Gelin lan sıpalar. Hadi, yimek yiyah.! “ dedi.

Biz birbirimize baktık. Böyle bir çağrı beklemiyorduk.

Aliosman Çivilikaya, yüzünde bir tiksintiyle,

 adama yanıt verdi.

“ Biz cinganın yimaani yimek.”

Adam sinirlendi

Yanındaki maşayı kaptığı gibi bize doğru yekindi,

üzerimize geldi.

O şaşkınlıkla, peremper olduk.

                      Her birimiz bir yana kaçıştık.

Aliosman kaçarken, ağzı çadırın ipine takılmış.

Adam, yakalamışken, maşayı sırtına, omzuna vurmuş.

Aşağıya doğru apıladık.

Çayın söğütleri dibine varıp, bekledik.

Biraz sonra Aliosman geldi.

                   Ağzı kanıyor.Dudakları yarılmış.

                   Ağlamaklı.

                                  Göstermek de istemiyor.

Yardım ettik, akan sudan avuç avuç alıp yıkadık ağzını, yüzünü.

“ Abama söylemen e mi lan ! “ dedi.

Dimek, cinganın yimaani yimen ha,! “ diyerek,

şakadan sırtına vurarak yürüdük.

Dağıldık evlerimize.

……………………………………………………….