Gülümseme Özürlü Toplum
 
Sabah, Fakülte kapısından içeri girmek üzereyken, arkadan 20’li yaşlarda bir kız öğrencinin gelmekte olduğunu gördüm. İçeri geçip,camlı kapıyı yüzüne çarpmaması için tuttum. Öğrenci yüzüme öyle bir baktı ki, korktum (!). Sanki aşağılamışım, kötü bir davranışta bulunmuşum gibi…
………………..
Bindiğim otobüsün sürücüsüne,
Merhaba, kolay gelsin,” diyorum. Yanıt yok.
İnerken ön kapıdan, yine “İyi günler, kolay gelsin,” diyorum. Yanıt yok.
Yolcular da tuhaf tuhaf bakıyorlar: “ Bu sakallı moruk niye böyle diyor ki “ , dercesine.
………………..
Mağazanın vitrinini inceliyorum. Sahibi ya da çalışanı dışarı çıkıp, ciddi bir ifadeyle, zaman zaman gülümseyerek sergilenen ürünlerin markasından, niteliğinden sözediyor, öğüyor. İyi güzel. Ayıp olmasın , içeri giriyorum. Davete icabet lazım…Fakat, vitrinde o denli parlak, güzel görülen eşyayı elinizle yokladığınızda, pek de öyle nitelikli olmadığını anlıyorsunuz. Dükkan sahibi, anlıyor ve çay ikram etmek istiyor. Sunulan eşyanın nitelikli olmadığını söylediğiniz an, buz gibi oluyor içerinin havası.
Çay unutuluyor. Gülümseyerek uğurlama da.
…………………….
Torunum doğmuş. Annesi ıstırap çekiyor. Sevinçle acı içiçe. Gözyaşlarımı tutamıyorum. Bir yandan torunumuzu görmenin o müthiş tadı,  öte  yandan gelinimizin acısı karşısında bir şey yapamamanın verdiği acı, çaresizlik. Tam o sırada bir temizlik görevlisi içeri girip elindeki basit süpürgeyle yerleri süpürmeğe başlıyor. Eşim feryat figan adamı önlemeğe çalışıyor. Toz kalkıyor ve odanın havası tozla doluyor. Bebeğin solunum organı nasıl dayansın? “Tozda T vitamini var anlaşılan,” diyorum. Koridordan geçen bir doktora anlatıyoruz. Adam gözgöze gelmiyor, bakışlarını kaçırıyor. Bir hemşireye anlatmağa çalışıyoruz, aynı tavır. Eşim sinirleniyor: “Sizde hiç sevgi yok mu? Nedir bu asık surat böyle” diyor hırçın bir sesle.
Bıkkın, ezgin, yorgun bir ses hemşireninki : “O kadar çok çocuk doğuyor ki, kime ne sevgi vereceğiz?”
O anda Yeni Zelanda’da, Finlandiya’da, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde, Kanada’da  doğumevlerindeki tebessümü, ak giysiler içindeki tertemiz giyimli melekleri düşünüyorum…
………………………..
Mevsim meyvelerinin en güzeli çilek… Bollaştıkça ucuzluyor da. Pazarda tepeler gibi yığılmış. Bir kilo kadar dolduruyorum torbaya. Tartı arkada, görülmüyor. Satıcıya uzatıyorum. Ne denli yardımsever bu insanlar. Torbanın ağzını bağlayıp uzatıyor. Yüzünde bir tilki kurnazlığı sezer gibi oluyorum. Aklıma takılıyor bu. Biraz yürüyorum. Sanki torbada su var. Düğümü çözüp bakıyorum; benim seçtiğim çilekler değil bunlar. Yenilecek tek bir tane yok. Çürümüş,ezik…Demek, arkada elçabukluğuyla değiştiriverdi yardımsever satıcı.
Yine de sakin olmağa çalışıyorum. “Bunu bana yapmamalıydın, ayıp değil mi!, “diyorum.
Yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış.
“ Bırak tantanayı lan! “ diyor. Yüzünde suçüstü yakalanmış olmanın, nefretin o tanımlanamaz çirkinliği…
Bir kilo çilek yüzünden tartışacak mıyım  kurnaz satıcıyla.
Adamlık bizde kalsın.
Değmez. Önüne atıyorum torbayı, yürüyorum.
…………………..
Zara Lisesi’nde öğretmen iken, kasaba halkının kullandığı bir sözü pek beğenirdim:
Buğday ekmeğin yok ya bana verecek, buğday dilin de mi yok!”
                                                                   ----------------------------------