‘Zirvedeki Mankurtlar’ kitabının yazarı Ali Kaçar;

“Bugünlere kolay gelmedik”

İlim Hikmet Vakfı’nda düzenlenen söyleşide konuşan ‘Zirvedeki Mankurtlar’ kitabının yazarı Ali Kaçar, resmi ideolojiyi eleştirel bir bakış ile değerlendirdi. Katılımın bir hayli yoğun olduğu söyleşide Kaçar, Türkiye’nin bugünlere kolay gelmediğini söyleyerek; “1839 Tanzimat Fermanı ile başlayan adına batılılaşma denilen bir süreç söz konusudur. Daha sonra Islahat Fermanı ve Abdülhamit’in tahta geçişi. Bu sürece kadar birçok olay gelişir. Özellikle gayri Müslimlere tanınan haklar ve Osmanlı tebaasına mensup olanların gittikçe Müslümanlara denk ve eşit hale getirilmesi, 1876 Meşrutiyetin ilanı ve 2. Abdülhamit’in başa geçmesi… O dönemde meclis kurulur. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu diye bir anayasa oluşturulur. Ancak kısa bir süre sonra Çarlık Rusya ile 93 harbi diye bilinen bir savaş söz konusudur. Bu savaşta Osmanlı imparatorluğu mağlubiyetle karşı karşıya geldiğinden dolayı Abdülhamit Teşkilat-ı Esasiye’yi ve meclisi fesheder. Bu anlamda kendisine muhalif olan kesimin bu tür isteklerini yerine getirmede tek başına ülkeyi idare etmeye başlar” dedi.

Abdülhamit üzerine oynanan oyunlar

Bu süreçte özellikle Avrupa ülkelerinde okuyan ve adına Jön Türkler denilen bir hareketin de yavaş yavaş geliştiğini kaydeden Kaçar, Jön Türkler’in 1800’lü yılların sonunda Abdülhamit’e darbe yapma girişiminde bulunduklarını ve başarısız olduklarını aktardı.

Bu dönemde Siyonistlerin de devreye girdiğini kaydeden Kaçar, sözlerine şöyle devam etti; “Siyonistlerin bir taraftan, Filistin’de toprak almaları ve yerleşme istekleri vardır. Bu amaçla da Abdulhamit’e çok yoğun olarak baskılar yapılır. Abdulhamit, tüm baskılara rağmen ne Osmanlı topraklarında ne de Filistin topraklarında böyle bir şeye izin vermeyeceğini sert bir şekilde dile getirmiştir. Ama hem içeride hem de dışarıda örgütlenen ve Siyonist çevrelerle de ilişkileri olan güçlerin bir araya gelmesiyle 1908’de 1. Meşrutiyet ilan edilir. 1909’da sopalı seçimler olarak tarihe geçen seçimler neticesinde İttihat-ı Terakki’nin ağırlık olarak seçimleri kazandığı görülür. 31 Mart vakası ile Abdülhamit’in hiç alakası olmamasına rağmen, Abdülhamit’in üzerine gidilir ve Abdülhamit o dönemde tahtan indirilir. Abdülhamit’in tahtan indirilmesi ile birlikte Osmanlı toprak ve kan kaybetmeye başlar.

O dönemde Berzenci olarak bilinen Şeyh Said vardır. Şeyh Said, O dönemde Abdülhamit’in tarafını tutan ve dolayısı ile İttihat ve Terakki’ye karşı çıkma suretiyle bunu hayatı ile öder. Yani O dönemde Türkler ve Kürtler arasında herhangi bir problem yoktur. 1909 yılında Abdülhamit’in devrilmesinin ardından Türkleştirme ve Türkçeleştirme adı altında birtakım politikaların izlendiğini görüyoruz.”

“Almanlarla savaşa girmemiz, İngiltere’nin işine gelir”

Bu gelişmelerin akabinde başlayan Trablusgarp ve Balkan savaşları ile Osmanlı’nın toprak ve güç kaybetmeye başladığını belirten Kaçar; “Toprak ve insan kaybedilince Osmanlı halkına dönük olarak ek vergiler konur. Asker ihtiyacının karşılanması içinde insanlar orduya çağrılır. Bu durumların yaşanmasının ardından 1914’te 1. Dünya Savaşı başlar.

            Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İttihat ve Terakki Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimini ele geçirmiştir. Enver, Talat ve Cemal paşalar çeşitli ülkelere başvurarak onlarla savaşa girmeyi ister. Ancak hepimizin bildiği gibi daha sonra Almanya’nın yanında savaşa gireriz. Bu İngiltere’nin işine gelir.

            İngiltere’nin, Hindistan’a gidiş gelişi Osmanlı toprakları üzerinden gitmesi daha kolaydır ve maliyetsizdir. Ayrıca halife olan Osmanlı Padişahının İngiltere aleyhine fetva vermesi, İngiltere’yi olumsuz etkileyecektir. Bu yüzden İngiltere Osmanlı’nın parçalanmasını istemektedir” dedi.

“Osmanlı topraklarında İngiliz ve Fransız oyunları”

O dönemlerde Şerif Hüseyin’in de Osmanlı İmparatorluğu’nu arkadan vurmak ve Arapları bira araya getirerek bir Arap Krallığı kurma isteği bulunduğunu hatırlatan Kaçar; “Abdülhamit bu hainliği bilir. Bu yüzden Şerif Hüseyin’i oğulları ile birlikte İstanbul’da tutar ve maaş bağlar. Bu şekilde Şerif Hüseyin’in Mekke ve Medine’ye gitmesine engel olur. Ancak İttihat ve Terakki başa gelince Hüseyin’i serbest bırakır ve Hüseyin bu tip ayak işlerine başlar.

            İngiltere ve Fransa arasında 1916 Nisan ayında yapılan Sykes-Picot anlaşması ile Ortadoğu bugünkü şeklini alacak şekilde paylaşılır. O dönemde Lübnan, Suriye, Irak, Ürdün ve Siyonist İsrail yoktur. Bu toprakların tamamı Bilad-ı Şam olarak bilinir. Buranın bir kısmını Fransa’ya bırakırlar. Filistin ve Irak’ın bulunduğu yer ise İngiltere’ye bırakılır. Aynı zaman da Çarlık Rusya’sı ve İtalya’ya da haber verilir. Kars, Ardahan ve Batum gibi yerlerde Çarlık Rusya’sına verilir.

            Aslında bu topraklar için Şerif Hüseyin’e söz verilmişti. Sadece Sykes-Picot anlaşması ile yetinmezler. Suudi Arabistan’ın kurucusu olan Abdülaziz İbn-i Suud ile de görüşürler. Bununla da yetinmezler bir de Berzenci’ye Süleymaniye ve civarına Kürt Krallığı kurma noktasında ona da söz verirler. Bolşevik İhtilali gerçekleştiğinde Rusya’da yeni gelen yönetim Fransa ve İngiltere’nin yaptığı tüm anlaşmaları açıklar. Şerif Hüseyin bu anlaşmaları duyunca çok şaşırır” şeklinde konuştu.

“Başörtüsünü, balkonda bile yasakladılar”

Bu durumun 1918 yıllına kadar böyle devam ettiğini kaydeden Kaçar; “1918 yılında yapılan Mondros Mütarekesi ile Osmanlı İmparatorluğu parçalanır. 1919’da Cemiyet-i Akvam (Birleşmiş Milletler ’in bugünkü ismi) kurulur. Bunların kuruluşun tek amacı vardır. O dönemde emperyalist ülkelerin işgal etmiş oldukları topraklara yasal bir statü kazandırmaktır. Bu cemiyet hiçbir zaman geri kalmış mazlum ülkelerin haklarını koruma noktasında hiçbir gayret göstermemiştir.

            1919’da Cemiyet’i Akvam ve mandaterlik uygulamasını getirir. Yapılan konferansların ardından Suriye ve Irak Kurulur. Çeşitli ülkelere bağımsızlık verilir ve Ortadoğu’nun bugünkü hali şekillenir. Önce bu ülkelere Valiler atıyorlar. Bakıyorlar ki valilere karşı halka ayaklanıyor, bunların yerine bu sefer kendi yetiştirdikleri insanları getiriyorlar. Mesela Tunus’un başına o dönem Habib Burgiba geldi. Habib Burgiba’nın tarihi geçmişine baktığımızda 1930’lu yıllardan itibaren Fransa’da yetişen bir ailenin yanında eğitimini alan ve tamamen Fransızların yetiştirdiği bir elemandır. 1950’li yıllarda Tunusluların başına getirilen Burgiba, daha sonra başörtüsünü balkonda bile yasakladı. Orucu yasakladı. El Ezher ile birlikte çok önemli bir eğitim merkezi olan Zeytune İslam Üniversitesi’nde laik devlet ülkelerinde uygulanan ders programını uygulayarak, istenilen üniversite olmaktan çok uzak bir noktaya getirildi” ifadelerini kullandı.

“Anadolu uyanışı için başka bir isim tespit edilir”

Mustafa Kemal’in 1919’da Samsun’a çıkmasıyla ilgili olarak da resmi tarihlerde çok şey söylendiğini belirten Kaçar, bunların tamamen doğru olmadığını söyledi. Şahbaba v.b. kitaplarda bunun çok açık olarak görüldüğünü ifade eden Kaçar, şunları anlattı; “Mustafa Kemal, Filistin Cephesi’nden, Osmaniye’ye döndüğü zaman, Vahdettin’e kendisinin Harbiye Nazırı olması noktasında isteklerini içeren bir telgraf çeker. Daha sonra İstanbul’a geldiğinde Şişli’de kendisinin kiraladığı bir yerde kalır. O dönem de de ilişkileri çok ilginçtir. Bir taraftan İtalyanlarla görüşerek onlardan görev ister. Diğer taraftan İngiltere ile görüşür. Ama netice itibariyle Anadolu’da uyanışın tetiklenmesi için başka bir isim tespit edilir. Ancak başkaları devreye girerek Mustafa Kemal’in gitmesini sağlarlar. Mustafa Kemal önce gitmek istemez. Ancak Vahdet’inin yaptığı görüşmeler sonucunda ikna olur.

            Mustafa Kemal’in o dönemde İngiltere’ye rağmen ve kırık dökük bir gemiyle Samsun’a gittiği söylense de bu da çok doğru değil. Özellikle o dönem incelendiğinde kimlerin nereye gideceği İngiltere’nin izniyle ortaya çıkıyor. O dönemde Falih Rıfkı Atay’ın, Çankaya isimli kitabına bakılırsa orada da görülür.

            Milli Mücadele Mustafa Kemal Samsun’a çıktığında başlanır denilir. Bunlar da doğru olan şeyler değildir. Özellikle biz o dönemlerde Urfa, Gaziantep ve Adana civarlarına ve diğer Anadolu illerine baktığımızda din adamlarının öncülüğünde bir mücadelenin başladığını biliyoruz”

“Mustafa Kemal halife olmak ister”

Lozan’ın birinci aşamasında, Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey gibi birçok milletvekilinin çok yoğun eleştiriler yaptığını dile getiren Kaçar; “Milletvekilleri, Türkiye’nin satıldığını, bir takım tavizler verildiğini ve bunların kabul edilmesinin mümkün olmadığını belirtirler. Bu yüzden birinci meclis feshedilir ve ikinci meclis kurulur. İkinci meclis kurulduğunda henüz İkinci Lozan görüşmeleri başlamamıştır. İzmir’de İktisat Kongresi yapılması söz konusudur. Oraya gitmek üzere illeri dolaşır. Balıkesir’deki meşhur hutbe o dönemde verilir. Kazım Karabekir ve ismet İnönü’nün ifadelerine göre Mustafa kemal halife olmak ister. Hatta o kıyafetleri giyer, resim çektirir ve altına ‘Mefkure’ der. Yani kendisini gelecekteki halife olarak lanse ettirir. Kazım Karabekir ve ismet İnönü’nün anlattığına göre bu konuda zorla ikna edilmeye çalışılır.

            Özellikle İngiltere’nin hilafeti mutlaka kaldıracaksınız, yoksa savaşırız tehdidi yerini bulur. Çünkü o dönemde Haim Nahum adında bir Haham başı vardır. Bunun amacı İnönü’yü, İngiltere lehine ikna etmektir. Bu görevi de çok iyi yerine getirmiştir. Bunu duyar duymaz Türkiye’ye gelir. İktisat Kongresi’nin bulunduğu İzmir’e gider. Mustafa Kemal o zamana kadar hilafetin lehine konuşur. Ancak İngiltere’nin hilafeti kabul etmeyeceğini anladığı zaman o günden itibaren hilafetin aleyhine konuşmaya başlar” şeklinde konuştu.

“Önce İdamına sonra sanıkların dinlenmesine”

3 Mart 1924’te de hilafetin ilginç bir şekilde kaldırıldığını da belirten Kaçar, hilafetin kaldırılması ve sonrası bazı ilginç anekdotları şöyle aktardı. Bazı milletvekillerinin ‘Osmanlı hanedanının soyundan olanların sadece dışarı çıkarılmasını değil, ölmüş olanların kemiklerinin bile dışarı atılması gerekir’ tarzında önergeler verdiler.

            Muhalefete dönük olarak ülkenin çeşitli yerlerinde darağaçları kurulur. Bu darağaçlarında insanlar sorgusuz, sualsiz asılır. İstiklal Mahkemeleri’nin meşhur bir sözü vardır; “Önce İdamına sonra sanıkların dinlenmesine” diye tarihe geçen bir söz vardır. Gerçekten de öyle olmuştur. Mustafa Kemal’in iki dudağı arasında çıkan her şey kanun hükmündedir.

            Şapka kanunun ilanında, kanunun aleyhine yönelik olarak bir takım gösteriler yapılır. Halk karakola gider; “Biz şapka giymek istemiyoruz” derler. Burada bir çavuş vardır; ‘Ben de giymek istemiyorum’ der. Hatta şapkasını yere vurur ve üstüne çıkıp tepeler. Ama daha sonra orada darağacı kurulduktan sonra da o asker tarafından verilen isimler tek tek idam edilir. İdam edilenler deniz kenarına kumluklara gömülürler ve bu gömülenlerin başına da asker dikilir.”

Haber/Fotoğraf: Bünyamin Gültekin