HAVUZA  DÜŞEN  KOYUN

Siirt’in Şirvan İlçesi’nin İncekaya Köyü…

Pervari’ye giden yolun solunda küçük bir düzlük ile Maden Dağlarının dokanağında yerleşmiş bir köydür. Eski adı Körmas…

Siirt- Pervari yolundan toprak bir keçiyolu ile ulaşılır. Yazın traktör, jeep geçebilir. Kışın ovacık al boyaklı çamura dönüşür; yol diye bir çizgi belirsiz olur.

Köyün okulu vardır. Köyün tek kiremit çatılı yapısında çocukları Karslı öğretmen Hamit yetiştirir. İkinci bir eğitici yoktur. Öğretmen okulda yatar kalkar. Ayrıca bir görevli konutu yoktur. Köyün kız çocukları okula gitmez. Daha 15 olmadan yaşları, ere verilirler.

Köylü neyle geçinir. Ovacıkta tahıl yetiştirilir. Arpa, çavdar, darı…Bıttım ağaçları aşılanmıştır. Siirt fıstığı iyi yetişir bu yörede. Evlerin damlarında arı kovanları olsa da, eskiden kalma; verimi az peteklerden kaç gömeç bal sağılır ki ! Her evin davarı da vardır. Yoğurdu güzel olur; kaymaklı, yağlı…Çökelek yapılır. Her gün pişirilen yufka ile bu gıdayı bulabilen kendini mutlu sayar.

Köyün arkasında dağlar yükselir. Bakır, kurşun, çinko cevherleri vardır. 1915’e değin ocaklardan çıkarılan madenler ergitilmiştir. Bu nedenle de ormanlar tüketilmiştir.

MTA her yıl bu dağları araştırmak için jeolog, jeoloji mühendisi, maden mühendisi gönderir. Her yıl haritalar yeni baştan çizilir.Yerli araştırmanlara güvenilmez ki, Ibitson adlı bir Amerikan madencilik firması da işin içine girmiştir. İskoç, Velş, İtalyan, Yugoslav elemanlar canla başla çalışırlar. Yapılan bu işe prospeksiyon; yapanlara da prospektör deniyor. MTA Siirt Bölge Müdürlüğü çalışmaları belli bir düzen içinde yürütme görevini üstlenmiştir.

1969 yılında Siirt, Bitlis dağlarında yalnız maden araştırmanları değil, eşkıyalar da vardır. Hakimo, Tilki Selim, Hekimo, Hamido ve daha başkaları…Kendi aralarında çatışırlar; köyleri bölüşmüşlerdir, haraç toplarlar ; geçinip giderler.

…………………

Güzel bir ağustos günü içim pır pır ediyor. Kamp yönetmeni Çorumlu Nuri Salta görev dağılımı yapıyor. Sen doğuya, sen kuzeye, sen batıya, sen güneye… Karar vermişim, kamp yeri olarak kullandığımız okuldan çıkınca, hiç boşa zaman tüketmeden dağların doruğuna çıkacağım. Çantamda haritalarım, kemerimde jeolog çekicim, jeolog pusulam, not defterim, kaya örnekleri için küçük kağıt torbalar…

Rehberim Ömer…Ben ona Ömer Ağa dedikçe gülüyor. ‘’ Begim, bana ağa dimeyesin haa! Ağa kim ben kim! Essah ağalar duyarsa beni yaşatmazlar. Eşkiyalar da benden yüksek haraç isderler, ’’ diyor.

Ben 21 yaşındayım. O 42 yaşında. Çekiniyorum yalnızca adını söylemeye…Köyün sevilen bir adamı. Temiz yüzlü…Kendisine gösterdiğim saygı, bana sevgi olarak geri dönüyor. Dağlara çıkarken türkü söylüyor. Sonra oturup bir pınar başında azığımızı yerken, o türkülerin yakımını, öyküsünü anlatıyor…

………………..

Gezdiğimiz yerlerde cevherleşme izleri var mı, haritama işaret ediyorum. Not defterime yazıyorum. Verdiğim kararı gerçekleştiriyorum. O gün İncekaya Dağlarının doruğuna çıkıyorum. Serin bir yel esiyor. Şimdi köy, önündeki ovacık sıcaktan yanıyordur. Mataramdaki son damlayı içiyorum. Nasıl olsa bir pınar bulur, doldururum. Ormanları tüketilmiş bu dağların. Kim bilir bakır külçe elde etmek için tonlarca meşe yakılmış olmalı. Yine de insan baskısından uzak kaldıkça, koyaklarda meşe ışgınları yeniden göveriyor. Bu bana sevinç veriyor. Öğle vakti geçmiş. Ömer ağa taşıdığı azık çantasını açıyor; yemeğimizi yiyoruz. Danimarka’nın MTA’ya armağan ettiği et konservesi, taze soğan, somun ekmek…Acıkmışız…

Taa aşağılarda İncekaya Köyü, birbirine sokulmuş, düz damlı evleriyle…Uçaktan bakar gibiyim. İşte kamp yeri olarak kullandığımız okul. Kamp şefi Nuri Salta’nın konukları hiç eksik olmaz. Eşkıya takibine çıkan jandarma kumandanı, bir bölük er…Onlarla ikram ettiği çayı içerek yarenlik eder. Çorumlu hemşehrileri de çıkar erler arasında. Söyleşi daha bir tadlanır. Kamp elemanlarından Metin, güneş çarpmasından sayrı düşmüştü, nasıl oldu acaba ?

Pervari yolundan kamyonlar geçiyor. Tozu dumana katarak. Öyle pek fazla değil. Şirvan yöresinin son ormanlarının kalıntılarını , köklenmiş ağaçlarını, ince dallarını taşıyan kamyonlar…Tek tük traktörler, asker taşıyan cemseler (GMC), jeepler…

Ömer Ağa yorgun, uzandı, uyuyor. Bu diyarda yaşın kırkı geçti mi ‘’yaşlı’’ sayılırsın… Uyandırmağa kıyamıyorum. Horultusunu yel alıp uzaklara taşıyor.

Bir kamyonet Pervari yolundan saptı; köye doğru geliyor. MTA Bölge Müdürlüğü’ne gelen mektupları haftada bir gün bir motorlu araç getirip bırakıyor Kamp’a. Acaba sıladan bana da mektup var mı ?

…………………..

Ömer Ağa’yı gönderdim. Pek istekli değildi. Başıma bir hal gelir diye endişeli. Eşkıya ile mi karşılaşırım. Kamp’a dönünce Nuri Bey sorguya mı çeker?

Dağa çıktığımız yoldan değil, değişik ‘’güzergah’’tan inişe geçtim. Yer yer pınarlar var. YSE bunların sularını derleyip toparlıyor, toplama havuzlarında biriktiriyor, çevredeki köylere borularla dağıtıyor. Fakat pirinç düzenekleri birçoğunun, kırılmış. Kim yapar bu işi! Devlet, o denli ağır masraflara giriyor, sonra kimileri bunu önlemeğe, köyleri susuz bırakmağa çalışıyor.

Bir sırtı aşıyorum. Karşıma gökçe göğertili bir alan çıkıyor. Çölde bir vaha. Çıplak yamaçlarda gözlere şölen. Dağların dik eğimi burada azalmış. Pınarlar, gözeler de var. Uzak görüşlü bir köylü burayı değerlendirmiş. Bahçe çeperleri dikenli çalılardan. Fakat çok yeri açılmış. İlk anda bir su şırıltısı kulaklarıma geliyor. Mataramı doldurmam gerek.

Bahçede birçok meyve ağacı var . Narlar çatlamış…Ayva, elma, armut…Olgunlaşıyorlar. Kirazın vakti geçmiş.

Suları biriktirip, bahçeyi sulamak için bir havuz yapılmış. Pınarın suyu matarama giriyor. Havuzda bir yün yığını…Yıkanması için suya bırakılmış olmalı. Fakat o ne? Bu yığın hareket ediyor. Dikkatle bakınca görüyorum. Suya düşmüş bir koyun bu. Debeleniyor. Anlaşıldı; su içmek için geldi, yamaçtan kaydı, düştü. Bir daha da çıkamadı. Yünleri ıslandıkça ağırlığı arttı, çabalıyor çıkmak için, gücü yetmiyor. Kaba yünlerinden tutup çekiyorum. Ağır. Gücüm yetmiyor. Burada bırakmamalıyım koyunu. Yorulunca bırakır kendini, boğulur. Uğraşıyorum. Son gücümü harcıyorum. Yamaçlar ıslak, kaygan. Ben de havuza düşebilirim. Son bir gayretle yünlerinden yakaladığım koyunu havuz kıyısına çıkarıyorum.

Yalnız insanlara mı özgüdür minnettarlığın ifadesi! Koyun sağ salim kıyıya çıkınca, boğulmaktan kurtulunca silkiniyor, sularından arınıyor. Sonra ellerimi yalıyor. Gözlerinde, bana sanki teşekkür eder gibi bir duygu…Başını okşuyorum. Gözlerinde pırıltı…Benim gözlerim de ıslak… Bacaklarıma dolanıyor, ellerimi öpmek ister gibi.

O anda karşı yamaçtan bir çocuk, elindeki değneği sallayarak bağırıyor.

’ Emmiii, bi goyun gayıp. Sen gördün müüü ! ‘’

Yorgun düşmüşüm. Ayağa kalkıp karşılık veriyorum çoban çocuğa.

‘’ Korkma, korkma…Burda…Gel !’’

Geliyor çocuk. Bakıyor, ıslak. Anlatıyorum. Ağlıyor.

’ Gaybolsaydı ben ne dirdim anama, atama.! ‘’

Ellerimi öpmeğe çalışıyor.

’ Sağol emmi, Allah ne muradın varsa virsin.’’

Alıp götürüyor koyunu, sürüye katmak için.

………………….

Herkes akşam, yemek sonrası, o gün neler yapmış; anlatıyor. Havuza düşmüş koyundan söz etmiyorum. Doruğa nasıl çıktığımı, oradan Şirvan, Pervari yönlerine doğru neler gördüğümü söylüyorum. Çaylar geliyor.

O sırada rehberim Ömer Ağa sesleniyor:

‘’ Emrullah Begim, bir ziyaretçin var. Bir çağa seni görmek istiyor.’’

Tanıdım. Çoban çocuk. Elinde bir bohça. Merak ediyorum, kamp sakinleri de dikkatle izliyorlar.

Çocuk tane tane konuşuyor :

‘’ Begim, bu çorabı anam sana göndermiştir.’’

Sonra koşarak okul avlusundan çıkıp, gidiyor.

Bohçayı açıyorum. Tüm gözler oraya bakıyor .

Bir çift yün çorap…Çorap olmaktan öte, bir minyatür sanat eseri. Kilim desenli. Birden, bir İrem Bağı açılıyor gözlerimizin önünde. Gözlerim yaşarıyor. Belki bir gelinlik kızın çeyizinde yer alması gereken bu el örgüsünü hakedecek ne yaptım ki ben !..

Bu bir çift çorabı 1969 yılından beri saklarım. Giyip eskitmeğe kıyılamayacak denli güzel, değerli, anısı var, unutulmaz… Konuklarıma da anlatırım, öyküsünü… Gözlerim ıslak…

……………………

20. 02. 2020. Diyarbakır