KUVAYI  MİLLİYE

Y İ Ğ İ T L E M E S İ

Dr  Emrullah Güney

ÖNSÖZ

Dr. Emrullah Güney 'in, yaşamlarını ulusumuz ve ülkemiz için yitiren şehitlerimize adadığı "Kuvaı Milliye Yiğitlemesi" adlı yapıtını oluşturan bölümler gözetildiğinde Ulusal Kurtuluş Savaşı'mızdan laik Cumhuri­yet'imizin açıklanmasına değin geçen kutsal süreçte yeniden doğuşumu­zun nasıl gerçekleştiği çekici bir dille anlatılmaktadır. Büyük ATATÜRK ve arkadaşlarının göğüslediği güçlükler, çekilen yoksunluklar, saptanan ay­kırılıklar, kimi sapkınlıklarla isyanlar ve aymazlıklar birer ibret tablosu bi­çiminde okuyucuların önüne serilmekte, saltanat ve hilafet yanlılarıyla sö­mürgeci dış güçlerin ilginç işbirlikleri olaylarla kanıtlanmaktadır.

Cumhuriyetimizin temeli Türk kahramanlığının unutulmaz örneklerinin destanı yerel kaynakları, kentlerimizin adıyla sıralanmaktadır. Tarihimizin şanlı sayfaları, ulusal dayanışmayı güçlendiren kazanımlar olarak hepi­mizi mutlu kılmalıdır. Yapıtın bu doğrultuda toplumsal bir işlev yüklendiği gerçeği gözardı edilemez. Yazar, Müdafaa-i Hukuk kurumlaşması, Kuva­yı Milliye gücüyle başlayan Ulusal Kurtuluş Savaşımızı kimi cephelerini, Erzurum'u, Sivas'ı, Kahramanmaraş'ı ve güzel yurdumuzun birbirinden değerli yörelerini koçaklamalar, yiğitlemeler, türkülerle bir kez daha sev­dirmektedir.

Eşsiz Türkiye'mizin, laik Cumhuriyet'imizin, varlık nedenimiz ve ya­şam felsefemiz Atatürk ilkelerinin, Büyük Atatürk'ün önderi olduğu Türk Devrimi ile kaynağını oluşturduğu Türkiye aydınlanmasının bu yapıtta kı­vanç duyuran, övünmekte haklılığımızı vurgulayan özelliklerini bulacaksı­nız. Sanatsal bir yaklaşımla ayrı bir tadı yaşayacaksınız. Yazarı kutluyo­rum. Ulusal değerlerimizin nasıl edinildiğini öğrenmek, onları bilinçle koruyup savunmanın koşuludur.

 Hüseyin Güney

 Emekli Öğretmen   

İÇİNDEKİLER

Kuvayı Milliye’nin Kalk Borusu

Ege Efelerinin güzellemesi

Erzurum ve Sivas Kongrelerinin Koçaklaması

Urfa yiğitlemesi

Pontusçu hayınlara Karşı Karadeniz Uşağı

Türk Trakya’da Ölüm Kalım Savaşımı

Doğu Anadolu’da Direnen Türk Gücü

Çukurova’da, Adana’da, Toroslarda Fransız Zulmüne Karşı Duranlar

Dağlarımızda Direnenlerin Türküsü

Kendi Kendini Kurtaran Kahramanların Beldesi: Maraş

Gaziantep : Destan Yaratan Yiğitler Beldesi

İnebolu Kayıkçılarının Türküsü

Türk Ulusu : Kurtuluş Savaşları Öncüsü

Yararlanılan kaynaklar

Millet gövde oldu, Ata baş oldu

Taşlar silah oldu, otlar aş oldu

Misli görülmemiş bir savaş oldu

Kovduk yabancıları yurttan dışarı

                                             BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR

KUVAYI MİLLİYE’NİN KALK BORUSU

Ondokuz mayıs bindokuzyüzondokuz

Bir eski kıyı kenti Samsun.

Bu başlayan bir yeni gün değil, bir çağ.

Duyar milyonlarca yüreğin çarpıntısını

Kocaman yüreğindeki kocaman vuruşta.

Bu vuruş, böyle canlı ya, korku yok gayri.

Bu vuruş böyle canlı ya, ölüm öldü.

“Ferman padişahın , dağlar bizim”  demiş Dadaloğlu.

Bunu diyemeyecek mi bir Mustafa Kemal?

                       Bir giz, bir kocaman yürekte

                       Kocaman dalgalarla halkı bulur.

Saray bitik, hayır yok saraydan,

Vahdettin İngilizin  avucunda, yitik.

Kim demiş Fatih’in torunu bu şaşkın,

Uykulu gözleri kelebek gözlükleri ardında,

Uykulu vicdanı, uykulu yüreği.

Oysa millet yaralı, ama diri.

Çok şey yapılabilir bu halkla.

Yeter ki dilince söylensin her bir şey,

Yeter ki içten söylensin, erkekçe söylensin.

Yeter ki söyleyen Mustafa Kemal olsun.

                            Bir giz kocaman yürekte

                            Kocaman taşkınlarla halkın olur.

        ( Orhan Asena .Kurtuluş Savaşı Destanı’ndan)

Uçurumun ucuna gelmiş, ardarda süren savaşlar sonu yıkılmış, halkı bez­gin ve de umutsuz bir ülke... Koca bir devlet göz göre göre tarihe karış­mış; elde kalan son parçası, Anadolu da tehlikede... Çünkü galip devletler Türkün ya­şam ortamını tümden yok etmek sevdasındalar. Anadolu, tarihinin en karanlık günlerini yaşıyor... Türk anaları Mehmetlerini Galiçya’da, Çanakkale’de, Kafkasya’da, Hicaz’da yitirmiş...Gidenlerin çoğu geri dönmemiş.. Söke söke almışlar bağrından... Güttüğü da­var sürüsünün başından koparmışlar, çift sürerken sabanın kolundan çekip al­mışlar... Doğurgan Anadolu hatunu Mehmetsiz kalmış... Anadolu kadını gidip de gelmeyenlerine ağıtlar yakmakta... Kara bulutlar dolaşıyor gökte... Bir uğursuz­luk çökmüş ki Anadolu üstüne, kendiliğinden çekip gidesi değil...

Nevşehir’in Güvercinlik köyünden Ozan öğretmen İzzet Çetin’ i dinleyelim;  Anadolu’nun durumunu  anlatsın bize …

Dağları dağ,

Yokuşları yokuş,

Kışları kış,

Bir ülke varmış.

Açları aç,

Çıplakları çıplak,

Yoksulları yoksul yaşarmış

Karanlıklarda bir ülke…

Ne güneşler doğmuş batmış üstüne,

Ne esmedik yeller kalmış…

Böyle bir ülke varmış

Daha da bu çağda

Masallarda…

Birinci Büyük Paylaşım Savaşının halk dilindeki adı Cihan Harbi..Ya da seferberlik.. Bu büyük savaşlarda Çanakkale cephesinde, Doğu cephesinde, Filistin cephesinde vuruşan , ordulara komuta eden ve silah bırakışmasında İstanbul’a dönen, ancak, boş durmayıp ülkenin kurtulması için planlar hazırlayan ve Bandırma Vapuru ile 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a ulaşan Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa’ya kulak verelim bir..O namlı askeri dinleyelim de ülkenin içinde bulunduğu durumu, yani manzarai umumiyeyi öğrenelim.

"Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta... İtilaf dev­letleri, Ateşkes Anlaşması hükümlerine uymayı gerekli görmüyorlar. Birer uy­durma nedenle, itilaf donanmaları ve askerleri İstanbul'da. Adana iline Fran­sızlar, Urfa Maraş, Antep'e İngilizler girmişler... Antalya ile Konya'da İtalyan birlikleri, Merzifon'la Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her yanda yabancı devletlerin subay ve memurları ve özel adamları çalışmakta... Daha sonra, sözümüze başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919'da itilaf devletlerinin uygun bulmasıyla Yunan ordusu İzmir'e çıkarılıyor" (Nutuk'tan)..

Balkan Savaşında koparabildiğince toprak kazanan Yunanistan, Birinci Dünya Savaşına girmeyip, eski Bizans’ı diriltme "Megali idea” hayalleriyle Anadolumuza göz dikiyor... Büyük Britanya imparatorluğunun kışkırtması, iz­ni ve desteğiyle sonunda İzmir'de "Büyük ve anlamlı Küçük Asya Askeri Hareka­tı" başlıyor. Fakat, Yunanistan bambaşka şeyler beklemektedir.

Ve İlk kurşun atılıyor İzmir'de. Olayları harekete geçiren ilk kurşun bir kalk borusu anlamındadır...

Hasan Tahsin de ilk kurşunu atan, kalk borusunu ilk çalan yiğit...

Mehmetler Galiçya’da kaldı, Çanakkale’ den dönmedi, Kafkasya’da yitti gitti, Hi­caz çöllerinden geri gelmedi ama, o doğurgan Anadolu, elindekiyle yetinmesi­ni de bilirdi. Bunlar artık yaban topraklarını değil, kendi öz yurtlarını koruya­caklardı. Sürüleri çobansız kalacakmış: ne gam. Ve Mehmetler bıraktılar har­man mevsiminde ekin biçerken tırpanlarını, yurdun savunmasına koştular... Ve Mehmetler bıraktılar örse çekiç vurmayı,Yunanın önüne dikildiler. İşliklerde, evlerde, dükkanlarda yaşlı erkekler, analar, gelinler, bebeler kaldı yalnız... On­lar da evden ayrılan oğullarına yardım edeceklerdi. Yaşam durmayacak, sürüp gide­cekti... Kuvayı Milliye... Güzel Türkçemizle Ulusal Güçler... Hasan Tahsin’ in çektiği tetikle tetiklenmiş, uyanmış, yay gibi gerilmiş , okunu düşmanın bağrına atmağa hazır Anadolu yiğitlerinin örgütü... Bir “ halk yiğitlemesi teşkilatı "...

Kuvayı Milliye direniş, karşı duruş demektir... Haksıza karşı haklının savunulması demektir. Yunan ordusunun ve ardındaki besleyicilerinin kıyıcılığına , zulmüne karşı yiğitçe, koçakça kafa tutmak  demektir Kuvayı Milliye..

Neden devletin orduları karşılamıyordu işgalci, sömürgeci orduları? Ne­den devletin ordusu önlemiyordu bu zulmü, insanlığın yüz karası bu eziyetle­ri? Sanki bir hakmışçasına, Yunan ordusunun içerilere doğru ilerlemesine ne­den göz yumuluyordu?

Ordularımız dağıtılmış, cephane depolarımıza, savaş gemilerimize, tren yollarımıza el ko­nulmuştu. 1912 den beri süren savaşlar koyu bir bezginliğe düşürmüştü hal­kı... Fakat, daha düne değin sınırlarımız içinde yaşayan , binbir olanağı değerlendirip zenginleşen Yunanlar, İzmir'e ordularını çıkarınca bir silkindi ulus, bir açtı gözlerini ve kaptığı gibi nacağını, çiftesini, tabancasını..Çiftçi tırpanıyla, çoban mesesiyle .. Karşı durdu düş­mana... Toplandı, karar aldı, örgüt kurdu, baş seçti... Sonra... Sonrası bir des­tan...

Ulusal Kurtuluş Savaşımız bir güzel yiğitlemedir... Bir güzel Kuvayı Milliye koçaklamasıdır... Bıyığı yeni terlemiş, gıdasızlıktan tam boya erişememiş, fa­kat yüreği çatal çatal, namusunu çiğnetmemeye kararlı insanlara özgü bir ışık­la gözleri aydınlanmış Anadolu yiğitlerinin öyküsüdür Kuvayı Milliye...

Kimler önayak oldu Kuvayı Milliye’ye? Örgütün çekirdeğini kimler attı bu bi­tirgen toprağa da boy verdi? Boy verip de düşmanı yurttan kovdu?

“Küçük Asya” derler onlar

Bizim Halk dilimizde Anadolu.

Baştan başa derdimiz çilemiz

Bir avuç ekp bir avuç biçtiğimiz

Yakıp gecelerini türkü diye söylediğimiz

Kayalarından tuz çekip ekmek yediğimiz

Garip çeşmelerinden su içtiğimiz

Sırrı bir bizlere açık Anadolu !

(Ceyhun Atuf Kansu,Sakarya Meydan Savaşı’ndan)

Yunan ordusunun zulmüne, kıyımına, eziyetlerine dayanılamıyordu. İleri görüşlü ki­şiler, aydın gençler bıçağın kemiğe dayandığını hissetmeye başlamışlardı. Bi­rinci Dünya Savaşına yedeksubay olarak katılıp da, silah bırakışması üzerine köylerine, kentlerine dönen öğretmenler, aydın din adamları, efeler, çeteciler... işte bunlardı Kuvayı Milliyeyi kuranlar...Örgütleyip de bir halk direniş hareke­ti olarak yürütenler...

Çal borazancı başı çal borazanı

Kafkasya’dan Galiçya’dan Yemen’den

Toplansınlar ne yiğitler kalmışsa.

Topla birbirine çat Osman Çavuş

Kurtarılmış yenik, yılgın cephelerden

Kaçırılmış ne tüfekler kalmışsa.

Çağır gelmeye hazır kumandan bey

Gençlikleri toz duman hey, ateş barut

Gelsinler ne zabitler kalmışsa.

Son tüfekleri yurdumun geride yok

Son askerleri yurdumun geride yok

Son zabitleri yurdumun geride yok

Son erkekleri yurdumun geride yok

Bir yol daha akmaya hazır

Son kanı Anadolu’nun geride yok.

(Ceyhun Atuf Kansu, Sakarya Meydan Savaşı’ndan)

İzmir, Yunanlarca ele geçirildiğinde, Ege’nin cümle köyünde, kentinde  önceleri büyük bir şaşkınlık yaşadı halk.. Fakat toparlanma çabuk oldu. İlk onbeş gün içinde örgütler süratle kuruldu. O zamana değin yol kesen, kasaba basan dağ eşkiyası, birbirine düşman gözle bakan efeler, zeybekler bırakıp suçsuz halkımızı soyma­yı, ortak düşmana, Yunan ordusuna direnmeye başladılar. Madem Anadolu’y­du tehlikede olan... Birleşmek gerekiyordu. Tüfekler kırıktı: olsun !... Cephane yetersizdi: olsun ! Düşmanın topu, mitralyözü, kamyonu, uçağı vardı: olsun !Yurdun elden gitmesi tehlikesi ortadayken ... Yokluğun, kıtlığın ne önemi vardı ki.? Çünkü bu, ezene karşı ezilenin, haksıza karşı mazlumun baş kaldırmasıydı... Haklı olanların inancı öbürlerinin silah üstünlüğünü bastırıyordu.

Kuvayı Milliye neydi ? Kuvayı Milliye bir anlamda Mustafa Kemal demekti. İstanbul’daki sultan saraylarının ve Babıali’nin fesine karşı kalpak vardı , Yunan ordusuna karşı çarpışanların başında... Bir di­ğer adları da Kemalci idi Kuvayı Milliye yiğitlerinin...Batılılar için Kemalist, korkulan bir terimdi. Fakat, direndikleri yalnız Yunanistan’ ın sömürgeci or­dusu da değildi Kuvayı Milliye kahramanlarının... İçteki düşman da Yunandan  geri kalmıyordu. Sadrazam Damat Fe­rit Paşa ve Hükümeti, Anadolu’daki Ulusal ayaklanmayı bastırmak istiyordu. Yunanın ekmeğine yağ süreceğini bile bile... Türkü Türke kırdırmaktı amaç­ları... Padişah da onaylıyordu bu kıyımı... Şeyhülislamdan aldıkları bir fetva ile Hilafet Ordusu kurmuşlardı. Bu ordunun paralı askerleri de vardı. Kaydolanla­ra  aylık bağlanıyordu. Halkın bu orduyu desteklemesini isteyen bildiriler İn­giliz , Fransız uçaklarıyla Anadolu’ ya dağıtılıyor, havadan yağdırılıyordu... İstanbul Birinci Divanı Harbi Örfi, uydurma gerekçelerle Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını gıyaben idama mahkum ediyordu...

Erzurum Kongresinde alınmış bir karar vardı... İstanbul Hükümetinin tüm uğraşlarına, tüm karşı koyma çabalarına karşın, Mustafa Kemal Paşa içten, inançlı sesiyle şöyle diyordu:

"KUVAYI MiLLiYEYi AMiL VE iRADEi MiLLiYEYi HAKiM KıLMAK ESASTıR. "

Yani, Ulusal Güçleri etken ve ulusal iradeyi egemen kılmak temel ilkedir. Kuvayı Milliye örgütü kurulduktan sonra önemli çalışmalar yapılmıştır. Si­vas Kongresinden sonra Heyeti Temsiliye, Anadolu’daki kutsal savaşı örgütle­meye, desteklemeye, komutan göndermeye başlamıştır. Öyle ki, artık Anado­lu sahipsiz değildir. Heyeti Temsiliye ta 1920 yılının 23 Nisanına değin, bir Ba­kanlar Kurulu gibi çalışacaktır.

Ulusal Kurtuluş Savaşımızda Kuvayı Milliye’nin başarılarını madde madde sıralarsak, bu halk direniş örgütlerinin geniş çaplı, başarılı çalışmaları daha iyi        anlaşılır.

*    Türk Ulusunun Yunan işgalini kabul etmediğini dünyaya  duyurmak,

*    Yunan ordusunun içerilere doğru ilerlemesini önlemek,                                                                                                        

      Geciktirmek.

*     Baskınlar yaparak Yunanların moralini bozmak,

*     Babıalinin yardımlarıyla başkaldıran iç hayınları  susturmak,

*    Türk köylerini Rum ve Ermeni çetelerden korumak,

*     Türk Ordusunun yeniden kurulmasına olanak ve zaman    

       kazandırmak,

*     Anadolu ayaklanmasını  bir Ulusal Kurtuluş Savaşı

       olarak tanıtmak,­

*     Cephane kaçırabilmek için İstanbul yolunu Ankara’ya  açmak..

Kuvayı Milliye, Birinci Dünya Savaşının sonunda ordularımızın dağıldığı olağanüstü günlerde, tehlikenin dört bir yanımızı sardığı kritik dönemde kurul­muş ve başarılı işler yapmıştı... Yerel güçler Yunan ordusuna karşı zaman za­man zaferler kazandılar. Baskınlarla Yunan askerlerinin moralleri bozuluyor, silah ve cephane, mühimmat ele geçiriliyordu. Fakat karşımızdaki ordu düzenliydi. Düzen­li, orduya karşı düzenli ordu çarpışabilir ve son zafer böyle kazanılabilirdi. Bu nedenle Türkiye Büyük Millet Meclisi, çete savaşlarıyla kesin zaferin kazanı­lamayacağını anlamıştı... İnönü Savaşlarından önce düzenli Türk ordu birlik­lerinin kurulmasıyla Kuvayı Milliye’nin önemi azalmadı yine de... Çünkü Ordu­muzla kenetlenmiş olarak, yanyana Ulusal Kurtuluş Savaşımızın sonuna de­ğin düşmanla çarpıştı Kuvayı Milliye’nin adsız yiğitleri... Yalnızca batıdan iler­leyen Yunan ordusu değildi çarpıştıklar!... Anadolu güneyinde Antep’te, Maraş’ta, Adana’da, Urfa’da, Fransızlara karşı direndiler, yurt için öldüler, ölümsüzleştiler...

Doğuda Ermenilere ve Gürcülere karşı da dövüştü Kuvayı Milliye yiğitleri... Karadeniz kıyılarında ve dağ­larında Pontusçulara karşı vuruştular... Bir hiyanet yarışı içinde İngiliz ve Yu­nan paralarıyla beslenip silahlanan yerli hayınları da Kuvayı Milliye kahramanları tepeledi, etkisiz kıldı .. Kuvayı Milliye yiğitlerinin binlercesi Anadolu’nun dağında, dü­zünde, yaylasında, denizinde şehitlik rütbesini kazandı... Direnmeleri ve kent­lerimizi savunmalarıyla yüzümüzü ak ettiler. Namusumuzu çiğnetmediler düşmana...

Kuvayı Milliye yaratmış bir ulusa , Türk ulusuna ne mutlu !...

Ey kaniyle toprağı vatanlaştıran erler,

Ey gözlerin ışığı, gönüllerin baharı,

Tende can, tarihte şan; ezelden er oğlu er,

Ölümsüz milletimin ölümsüz çocukları…

Ey istiklal şehidi…Sırrından bize de ver

Ver ki, hep bizim olsun bize verdiğin bu yer.

Binbir yokluk içinde tek büyük varlıksın sen

Tanrının kudretiydi eşsiz ruhunda esen.

Yurt uğruna, istiklal uğruna; bahtiyar şen,

Düğüne gider gibi sen cepheye koşarken.

İçinden ürpererek kollarını açtı yer…

Yurdun aziz şehidi sırrından bize de ver.

Şimdi hatıran yanar toprağında, taşında,

Hatıran annelerin parlayan gözyaşında…

Ak alnında al yaran bayrağındır başında,

‘’ Kara bahtı da yendin ‘’ Kurtuluş Savaşı’nda.

Yurdun aziz şehidi, sırrından bize de ver

Ver ki, hep bizim olsun bize verdiğin bu yer.

                                             Halide Nusret Zorlutuna

EGE EFELERiNİN GÜZELLEMESİ

Eğilmez başın gibi

Gökler bulutlu efem

Dağlar yoldaşın gibi

Sana ne mutlu efem.

Oyna yansın cepkenin

 Yansın güneşten tenin

Gün senin şenlik senin

Bayramın kutlu efem

Ege'nin incisi güzel İzmir 1919'un baharında Yunan eline düştü. Kurtuluşu 1922'nin 9 Eylülü...

İzmir'in kavakları,

Dökülür yaprakları...

Türkçemizin balını binbir çiçekten yapan ozan, yurt güzellemeleri ustası Ömer Bedrettin Uşaklı, Ege efelerine övgüler dizmiş. Efe doğruluğun simgesi­...Efe, haklının yanında olan, saldırgana karşı direnen, toprağını savunan, namusunu çiğnetmeyen demek...Ege efelerinin destanı 1919'un Mayıs'ının 15. günü başlar söylenmeye. O gün bir acılı dönemin başlangıcıdır. Egeli için, Türk ulusu için... Ulusun gönlüne o gün bir acı çokuşur kalır ki, zehir zıkkım bir acı.

Güzel İzmir'in, Ege’nin dilber beldesi İzmir'in işgalini öyle kolayca kabul et­medi Egeliler... Hasan Tahsin’in attığı ilk kurşun dağlarda, ovalarda yankılan­dı, ses verdi. Ayağa kalktı Ege yiğitleri. Toplanıp Yunana karşı gelme gereğini duydular, duyurdular...Direnme başlamıştı. Saldırgan Yunan ordusuna dar edecektik Egeyi... Terimizi damlata damlata yetiştirdiğimiz üzümü, inciri, ha­ram edecektik...Kız saçı tütünümüzü keyifle içmelerine izin vermeyecektik. Ürün, emek verenin hakkıdır. Öyleyse, sömürgene kaptırmayacaktık emeğimizin karşılığı ürünümüzü ve ekmeğimizi..

                                                   .

Ve bir destan yaratılmaya başlandı ki, 15 Mayıs 1919'larda başlayıp 1922’ nin 9 Eylüllerine değin sürüp giden... Ege efelerinin destanı...

Avrupalı dostlarının yardımıyla Osmanlı imparatorluğundan ayrılan Yuna­nistan’ın gözü vardı Anadolu’da. Eski Bizans’ı diriltmek gibi bir ham hayal pe­şindeydi. Buna "Megali idea" diyorlardı ki "Büyük ülkü" demek... Ve Atina’ya en yakın Anadolu beldesi izmir, iştahını kabartıyordu Yunanistan’ın... Öyleyse işgal buradan başlamalıydı. 1919 yılının 12 Nisanında İzmirliler savaş sonra­sında ilk acısını taddılar. Averof adlı bir Yunan savaş gemisi karaya bir Efzun müfrezesi çıkardı. Yerli Rumların taşkınlıkları arttı. Fakat, ey Türk oğlu, kork­mana gerek yok: Çünkü Albay Süleyman Fethi Bey Kolordu Komutanıdır İz­mir’de. Yunan müfrezesine ateş açtıracaktır... Kararı kesin... İzmir’in yurtsever Türk halkını tiksindiren davranışlarıyla Yunan birliği, gerisin geri gemiye dolu­şur. Gönüllerde bayraklaşır kahraman Albay... O gün Türkün gönlündeki acı, yiğit Albayın kararlı tutumuyla dağılır gider...

Yunanların ilk taşkınlığıdır bu... Fakat son değildir. İstanbul Hükümetinin acizliğinden, kararsızlığından yararlanan Yunanlar, İzmir’e asker çıkarmayı, işgali başlatmaya düşünmekteler... Yunan işgalinin yaklaşmakta olduğunu an­layan İzmirli yurtseverler, 14 Mayıs gecesi toplanıp gösteriler, ateşli konuşma­lar yaptılar. İzmir’imizi Yunanoğluna vermeyeceklerine  and içtiler...

Ne çare ki, 15 Mayıs sabahı Yunan işgali başladı... Yunanistan, Anadolu­’ya uygarlığını getiriyordu güya...Adalar Denizi’nin doğusundaki Anadolu halkı onların gözünde "barbar" idi. Uygar­lıklarının ilk gösterisini 35 Türkü öldürerek yaptılar. Demek, Avrupa’nın hayran kaldığı Helen uygarlığı buydu. Katlettikleri silahsız insanlardı: çocuklar ve yaş­lılar... Ve kahraman subaylarımız süngülendi, kurşuna dizildi: "Zito Venizelos" diye bağır­madıkları için...

Yunan ordusunun sancağını taşıyan efzun askeri, Hasan Tahsin’ in attığı kurşunla yere düşerken, fırsat bu fırsattır diyen Yunan askerleri ve yerli Rum­lar, Türkleri öldürmeye başlıyorlardı. ilk kurşunu atan Hasan Tahsin şehit olup sonsuzluğa yürürken yerini yeni direnişçiler alıyordu. Bir Hasan Tahsin ölürken bin, onbin Hasan Tah­sin, Yunan işgalcilerinin karşısına dikiliyordu. Artık savaşılacak düşman belliy­di ve bu durum, Türk ulusunun birleşmesini gerekli kılıyor, Yunana karşı koymaya zorluyordu.

İzmir’in Yunan eline düşmesinden 2 yıl 1 ay sonra, Ege Denizinin batısından, Atina’dan bir kral geliyordu .Küçük Asya Seferi’ni kutsamaktı amacı. Limnos savaş gemisi Kral hazretlerini karaya çıkardı. İzmir’in hristiyanları sevinçten deliye döndüler. Kral, ordusuna moral aşılıyordu : “ Askerler! Vatanın sesi, beni yeniden sizin komutanınız olmaya davet etti. Kralınızdan size yürekten selam..Milletin kurtuluş savaşındaki azimli çarpışmalarınızdan dolayı sizinle gurur duyuyorum. Şampiyonluğunu yaptığınız asil ülküleri unutmuş değilsiniz. Bu kutsal topraklarda dünyanın hayran olageldiği eşsiz uygarlığı işte tam bu noktada yaratmış olan Yunan ülküzü için çarpışmaktasınız. Sizin değerlerniz savaşın başarısını sağlayacaktır. Sizin erdeminiz fedakarlığınızı garanti edecektir ve zaferleriniz yeniden yaratıcılığına layık olduğunuz eşsiz uygarlığı çiçeklendirecektir.”

Yunan ordusu Ege Denizinin doğusuna, Anadolu topraklarına uygarlığı getirmişti. Kralın askerlerinin uygarlık anlayışı neydi? Yaşlı, genç, çocuk, kadın demeden önlerine çıkan Türkleri öldürmek mi? Efeler karşısında gerilerken geçtikleri bağları yağma etmek mi? Evleri yakmak mı? Köy çeşmelerine su veren pınarları zehirlemek mi? Yunan, Anadolu’ya uygarlığı değil; katliamı, barbarlığı, vandalizmi, akıl almaz cinayetleri getirmiş, Türk halkı üzerinde uygulamıştı.

İşgalin ilk günlerinde Türk halkı derlenip toparlanamadı kolayca... Yunanlar ne yazık ki o güzel mayıs günlerinde, kanlı ayaklarıyla çiğnediler Ege top­rağını... Doğuya ve kuzeye doğru ilerlediler... Fakat bu hep böyle süremezdi... Düşmana karşı durmak, örgüt kurmak, halkı bilinçlendirmek gerekiyordu. ilk Kuvayı Milliye örgütü Ödemiş’te kuruldu. Cephanelikteki 1600 tüfek, eli silah tutanlara dağıtıldı. Ödemiş Kuvayı Milliye’sinin asıl gücünü efeler oluşturuyor­du. İzmir Yunan işgal Komutanlığı Ödemiş’i ele geçirmek için buraya birlikler gönderdi. Ödemiş Kuvayı Milliye’si, işgalcileri Hacı İlyas tepelerinde karşıladı. Savaş beş saat sürdü. Yunanlar çok kayıp verdiler; fakat askerleri çoktu. Ve ne yazık, düşman güzel Ödemiş’e girdi. Kuvayı Milliye yiğitleri geri çekilecek, yeniden direnecek, ve düşmanın üstüne yürüyeceklerdi...

Ne acı!.. Ödemiş Yunan eline düştü, fakat Kuvayı Milliye’ye olan güven de arttı. Ku­vayı Milliye demek ki başarı kazanabilecekti. 1919 un Mayısı sona ermeden Alaşehir’de, Aydın’da, Çine’de Kuvayı Milliye örgütü kurulmuştu.

Bir büyük tiyatro eserleri yazarı Dr Orhan Asena’ya soralım Ege efelerini…

Yörük Ali bir fırtınaydı dağlarda

Mekansız.

Adı, kimi yüreklerde umut, kimi yüreklerde korku

Amansız.

Dağcasına bir gönül, dağcasına bir gurur

Ve yüz kızartıcı bir yaşam

Yaşanması imkansız.

Bir kutsal öfkeydi yüreğinde

Onu tüm ötekilerden ayıran

Bir öfke ki: bir gün bir volkan gibi

Patlayıverecek apansız.

Yoksulluk alışılmış bir şey,

Alışılmış şey zorbalık, yolsuzluk,

İnsanlar yaşayamaz olmuş

Yalansız.

Ama o alışamıyordu bir türlü

İnsanın bu denli alçalışına,

Böyle yıkılmasına erdemin bir fiskeyle

Cansız.

Devlet desen tüm gücüyle zorbadan yana

Yoksulun tanrısı o kadar uzakta

O kadar dermansız.

Hak, parayla alınıp satılan mal,

Adalet zenginin lüksü,

Padişah dağlar dağlar arkasında

Kör, sağır ve vicdansız.

Kişi, yaşamak için onuruyla,

Postunu kaptırmadan, ezdirmeden gururunu,

Sırtını vermeli dağlara, duman olmalı,

Baş döndüren, göz karartan uçurumlar üstünde,

Kartalların zor erişebildiği

Bir duman, ellenilmez, dokunulmaz,

Etsiz kemiksiz kansız.

Yürük Ali Efe, Çine’nin Madran Dağlarında eşkiya idi. Daha 22 yaşında iken yanında beş zeybeği ile birlikte dolaşırdı. Yunan işgali başladıktan sonra yurtsever bir yedeksubayla görüştü. Bu görüşme, eşkiyanın yaşamında yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Eşkiyalığı bırakıp, ortak düşman Yunanoğluna karşı koymaya karar verdi. Yenipazar’da Efenin çevresindeki kızan sayısı kır­kı buldu. Artık Yörük Ali Efe bir Kuvayı Milliye’cidir. Buyruğundaki yiğitlerle, Malkoç köprüsü baskınını düzenler ve Yunan birliğini tümüyle yok eder. Bu ba­şarı, Efelerin, Kuvayı Milliye’nin ilk büyük başarısıdır. Yüreklendirici, coşturucu ilk örneğidir. Yörük Ali Efe ve kızanları yurtseverliğin destanını yazarlar. Bu ba­şarıdan sonra sayıları dörtyüzü geçen Kuvayı Milliye’ciler, düşmanın rahatça ilerlemesini durdururlar. Yunan ordusunun silah üstünlüğüne karşılık, efelerin elinde av tüfekleri, kamalar, tabancalar vardır... Fakat, bu eşitsizliğe aldırma­dan, efeler Aydın üzerine yürüdüler. Üç gün ve üç gece sokak savaşlarından sonra Yunanlar kenti boşaltmak zorunda kaldılar. Dağda eşkiyalık yapan di­ğer efeler de Türk halkını soyup yağmalamaktan vazgeçip Kuvayı Milliye saf­larında yer almaya başladılar. Artık, ilk günlerin durgunluğu atılmıştır. Bu sıra­larda Demirci Mehmet Efe de dağdan düze iner. Bu kez, silahını doğrulttuğu düşman Yunan ordusudur. Artık basacağı yer, suçsuz namuslu insanlarımızın köyleri, evleri değil, Yunan ordusunun cephanelikleri ve bizzat müfrezeleridir.

Kuvayı Milliye, Bergama’da da büyük işler başarır. Askeri birliklerimizin de yardımıyla tarihsel kalıntılarca zengin güzel Bergama, Yunan ordusundan ge­ri alındı. Yunan taburu tümüyle yok edilmiş ve makineli tüfekler ele geçirilmişti.

Bu ganimet silahlar Millicileri çok sevindirmiş, kendilerine olan güvenlerini de artırmıştı... İzmir’den gönderilen Yunan yardımları, bu sayede Aliağa’dan daha beriye geçirilmedi.

Kuvayı Milliye Ege örgütünü kuranlar kimlerdi? Yusuf izzet Paşa, Albay Kazım Bey ve Albay Bekir Sami Bey... Kuzeyde de Yarbay Ali Bey örgüt çalış­malarına hız vermişti. Ayvalık dolaylarında Yunan işgali bu nedenle gerçekleş­miyordu. Çünkü Ali Beyin askerleri kolay kolay izin vermiyorlardı Yunan asker­lerinin geçişine... 28 Mayısta Ayvalığı işgal etmek isteyen Yunanlar, karşıla­rında 172. Alayı buldular. Ayrıca 150 kişiden oluşan bir Kuvayı Milliye de yar­dım etmişti. Böylece Balıkesir dolaylarında da direniş başlıyordu... Denizli yö­resinin yurtseverleri de boş durmuyorlardı. Denizli Kuvayı Milliye’sinin kurucuları arasında köylüler, Albay Tevfik Bey, Mutasarrıf Faik Bey vardı... Halk, bü­yük ölçüde destekliyordu. Çünkü, Denizli yöresinde önlem alınmazsa bu gü­zel diyar da tehlikeye düşebilirdi...

Yunan ordusuna karşı daha başarılı olabilmek için Balıkesir’de ve Alaşehir­’de kongreler planlandı. Konuşuldu, tartışıldı, kararlar alındı.

Ege efeleri, Kuvayı Milliye örgütü içinde değerli bir varlık olarak Yunan or­dusuna karşı çarpıştılar. Yurt savunmasında, Anadolu erleri ile birlikte açlıkla ve soğukla ve sıcakla da savaşarak Yunan ordusunun ilerlemesini önlemeye uğraştılar. Ulusal ordunun kurulması için Türkiye Büyük Millet Meclisine za­man kazandırdılar. Savaştıkları yalnız Yunan askerleri de değildi. İstanbul Hü­kümetinin, kardeşi kardeşe kırdırtmak için düzenlediği hilafet ordusuna karşı da savaştılar. Öldüler, vatan oldular. Ege’nin dağları, ırmakları, bataklıkları, bu­ğu buğu tüten ovaları hala onların ağıtlarıyla, destanlarıyla inler. Düzenli ordu­lar kurulduktan sonra bazı efeler bunu kabul edemediler, ayrıldılar. Bıraktılar çarpışmayı. Hatta Türkiye Büyük Millet Meclisine karşı baş kaldırma sayılabi­lecek eylemlere giriştiler. Fakat efelerin çoğu Mustafa Kemalin buyruğunu dinlediler. İnönülerde, Sakaryalarda, Kocatepelerde Mehmetcik oldular, boz giy­sili Anadolu erleri olarak düşmana direndiler... 9 Eylül de İzmir'e girildiğinde, efeler, yıllardır evlerinden, sevdiklerinden, üzümlü bağlarından, sevgili dağlarından uzaktaydı­lar. Barış geri geldiğinde efeler, çalışkan, üretken Ege insanı olarak ülke kal­kınmasında yerlerini aldılar... Sözümüzü Yörük Ali Efeye yakılmış bir türkü ile bağlayalım...

Karşıki dağı oydular

İçine de çete koydular

 Yörük Alinin de adını 

Hazreti Ali koydular

De gidinin efesi

Aydın’dan gelir sesi

Malkoç çayında durdum

 Otuz Yunanı vurdum

 Üçyüz tane çeteyinen

Aydın’ı Yunandan aldım

 De gidinin efesi

Aydından gelir sesi

ERZURUM ve SiVAS KONGRELERiNiN KOÇAKLAMASı

    

Yürüdük Erzurum’a doğru

Birkaç tüfek beraber

Kartallar dolaştı al doruklardan

Kondu çama.

90’lık ihtiyarlar vardı,

19 yaşa değer.

Kolları rüzgar gibiydi vallah,

Bakışları benzerdi ummana.

Palandökencek ışıldardı,

Paslanmış bir hançer

Çıktı bir hançer, dadaş tarihten

Alana.

Ana vatan duyulurdu sonsuz,

Havada yapı havada mermer ;

Aziziye tabyasından

Anoz, ana.

Kimi bebesinden geçmiş

Kimi gayri ot yer.

Kiminin kopmuş ayağı 1328’de

Adımını verir sana.

                                                        Fazıl Hüsnü Dağlarca

Egenin efesi zeybek oynar; Erzurum dadaşı da bar oynar. Palandö­ken Dağında kavalımın sesi yankılanır. Dadaş yiğit demek... Korkana da­daş denilmez. Dövüşte teke tek, hemi de silah eşitliğinde vuruşacaksın. Öldürmek yok dadaşın yasasında. Korkmak bir, öldürmek iki... En büyük ayıp... Bir Erzurum dadaşı, na Kemalettin Kamu’ya kulak verelim.

Dediler: Davranma düştün kapana

Ya çek bıçağını, ya gel amana

 Dedim ki:  Dadaşı doğuran ana

 Taşır mı karnında eğilecek baş?

Erzurum... Son 100 yıl içinde nice acı günler görmüş yayla Erzurum... Acılar yanında yiğitliğin erkekçe türküsünü söylemiş doğunun serhat ken­ti...

Saldırganlara karşı ana, bacı, kardaş, emmi, hep birlikte saldırıp da Gazilik ünvanı almış, acılardan alnının akıyla çıkmış yiğit Erzurum...

Birinci Dünya Savaşı sonunda yine yıkık, yine acılıdır Erzurum. Bir za­manların 100.000 i aşkın nüfuslu kenti sanki yok olmuş, yıkıntılarla kaplı perişan, küçük bir kalıntı ortada kalmıştır. Ama bu yıkıntılar içinde dadaşlar yi­ne yiğit, yine umutludur. Çünkü 1919 yılının Temmuzunda Erzurum, Ana­dolu’ nun en çok konuşulan kenti olmuştur. Gözler Erzurum'a çevrilmiştir. Hastaya ilaçtır, dermandır Erzurum. Kötümserliklerin uçup gideceği, iyim­serliklerin gönüllere yerleşeceği kenttir Erzurum... Çünkü Mustafa Kemal Erzurum’dadır. Düğünde baş çeken Erzurum Dadaşı, bu yurt düğününde de Mustafa Kemal'i bağrına basmıştır. Gözler Erzurum'a dikilmiştir. Hem Türk ulusunun dostça bakan gözleri, hem çıkarına dokunulacağı korkusu içinde olanların kem gözleri... Mustafa Kemal ne yapacak? Ne gibi karar­lar alacak? Dokuzuncu Ordu Müfettişi Mustafa Kemal, Padişah yaveri Mustafa Kemal, İstanbul’ca geri çağrıldığı halde neden dönmedi? Bildiği bir şey mi var? Kafalar soru işaretleriyle yüklü... İngilizler İstanbul’da padi­şaha ve hükümete durmadan baskı yapıyorlar. Ne yapıp edip Mustafa Ke­mali İstanbul’a getirip tutuklayacaklar, güya zararsız hale getirecekler... Harbiye Nazırı da ısrar ediyor. İstanbul’u Erzurum’a bağlayan telgraf telle­ri buyruk tıkırtılarıyla çalışır gece gündüz... Ve yaşamında önemli bir ka­rar verir Mustafa Kemal: Resmi görev ve yetkilerinden ayrılmış olarak, yalnız ulusun sevgisine, cömertliğine ve yiğitliğine güvenerek ve onun bitmez ­uyarıcı ve yaratıcı kaynağından aydınlanıp güçlenerek vicdanının göster­diği yolda görevini yapmaya devam edecektir. Artık O, bir Osmanlı Ordu­su paşası değil, Türk Ulusundan bir bireydir. Rütbesi yoktur; her biri bir zaferin şanlı armağanı olan madalyalarından arınmıştır ve sivil giysiler içindedir.

Erzurum yaylasına güneş vuruyor

Palandöken dağında bir bölük kar

Yunmuş yıkanmış yüreğinde bir halkın

Selam duruyor...

Mustafa Kemal, Erzurum hemşehrisi

Bir Ferdi Millet, halktan biri

Samsuna ayak bastığı günden beri

Soyunup nişanlarmdan, bir bir urbalarından

Ateş gömleğini giyindi halkın

De ki, Oltu kırlarının boz urbasmı,

De ki, Erzurum dokumasını giydi,

Soyunup Anafartalar yadigarı üniformalarından

 Elleriyle yaktı yapma bezekler köprüsünü,

Vurdu bir dağ yoluna,halkın geçtiği

Paramparça ayaklarla, telgraf tellerinde sesi,

 Geliyorum dedi, geldi

Gözleriyle tutuşturmaya örtük ateşini halkın.

Cumhuriyet ozanı Kansu böyle diyordu. 8 Temmuzu dokuza bağlayan, serin yaz gecesinde Anadolu başkaldırısı önderini buluyordu. Artık O Ana­dolu’dan başka hiçbir yere gitmeyecekti. General değilse de yine baştı o... Kurtuluş Savaşı ustasıydı. Telgraf telleri iniler durur yine. Merkezi Erzu­rum’da bulunan 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa’ya buyruklar verilir İstanbul’dan. "Mustafa Kemal’in hiç zaman geçirilmeden tutuklanıp İstanbul’a gönderilmesi" istenmektedir. Ama Kazım Karabekir Paşa , Padişaha asi gelmeyi göze almıştır. İstanbul’dan gelen sese değil, Anadolu diye çar­pan kalbinin sesine kulak verir. "Emrinizdeyim Paşam !. Ben subaylarım, erlerim, Kolordum, hepimiz emrinizdeyiz!." Bu, Türk tarihinin dönüm noktasıdır.  Bir milat gibi..

Ve 23 Temmuzda toplanır Erzurum Kongresi. Ellidört delegeyle... Öğrenciler, komutanlar, gazeteciler, hukukçu­lar, mühendisler, din adamları, eski mebuslar gelmişlerdir kongreye. Yurdun yok olması tehlikesine karşı heyecan dolu ondört gün yaşanır. Önemli kararlar alınır. Mustafa Kemaldir kongre başkanı. Yurdun kurtarıl­ması için neler yapılması gerektiğini anlatır bir bir. İstanbul’dan tel yazılar gönderilir Erzurum’a. Kurtuluşu İngiliz ya da Amerikan boyunduruğu altına girmekte görenler etkin olmak istemektedirler. Ama o gösterişsiz okul sa­lonunda toplanan kongre üyeleri boyunduruğu sevimli, hoş gösterme ça­balarına karşı durup, önemli kararlar alırlar.

* Ulusal sınırlar içinde bulunan yurt parçaları bir bütündür, ayrılmaz.

* Ne türlü olursa olsun, yabancıların topraklarımıza girmesine ve işle­rimize karışmasına karşı ve Osmanlı Hükümetinin dağılması halinde ulus, birlikte direnecek ve savunacaktır.

* Yurdun ve bağımsızlığın korunmasına ve güvenliğin sağlanmasına İstanbul Hükümetinin gücü yetmezse, amacı gerçekleştirmek için geçici bir hükümet kurulacaktır.

* Ulusal gücü etken ve ulusal iradeyi egemen kılmak temel ilkedir.

* Hristiyan azınlıklara siyasal üstünlük ve toplumsal dengemizi bozabi­lecek ayrıcalıklar tanınamaz.

* Yabancı devletlerin koruyuculuğu ve boyunduruğu kabul olunamaz.

* Millet meclisinin hemen toplanması ve hükümet işlerinin Meclis denetiminde yürütülmesini sağlamak için çalışacaktır.

"Ya bağımsızlık, ya ölüm!" diye bağlandı Erzurum Kongresi... Anadolu doğusunda soğukların bastırmağa başladığı günlerde Sivas’a gelir Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları. O’nun, artık Temsil Kurulu Başkanıdır ünvanı. Yi­ğidin harman olduğu yerdir Sivas. Halk bülbülü ozanların yatağı... Sivas yiğitleri de sevgiyle karşılar genç paşayı. İstanbul hükümeti kimi valileri kendi yanına çekmiştir. Hiyanet yarışında birbirini geçmeye çalışanların tüm çabalarına karşın 1919 un 4 Eylülünde toplanır Sivas Kongresi... Bu, da­ha geniş bir bölgenin delegelerinin toplantısıdır. Çünkü tüm Anadolu’ dan gelmişlerdir. Sivas Lisesi binasında Anadolu’ nun yurtseverleri toplanmış, önemli kararlar alacak kişilere özgü bir heyecan içinde çalıştılar, tartıştı­lar... Gizli oyla yapılan seçimi yine Mustafa Kemal Paşa kazanmıştı. Kimi İstanbul efendileri de Kongrenin kararlarını etkilemek için çabalayıp duru­yorlar, Amerikan koruyuculuğu altına girme gerekliliğinden ısrarla söz edi­yorlardı. Tartışmalar kızışıyordu. Ne yazık; kimi delegeler de yabancı bir devletin egemenliği altına girmenin kötü bir şey olmadığını kabul ettirme­ye çalışıyorlardı. Öte yandan İngilizlerle ortaklaşa çalışan işbirlikçi İstan­bul Hükümeti de kongreyi dağıtma çabasındaydı. Delegeleri etkisiz yap­maya uğraşan kimi devlet adamları, eski subaylar da vardı... .

Sivas Kongresinde yurdun bütününün savunulması ve saldırganlara karşı korunması gerektiği belirtilmiş, çeşitli dernekler "Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyeti" adı altında birleştirilmişti. Alınan kararlar şunlardı:

. Türk toprakları bölünmez bir bütünü oluşturur.

. Ulusal güçleri etken ve ulusal iradeyi egemen kılmak temel ilkedir.

. Rumluk ve Ermenilik gibi çalışmalara karşı birlik olarak    savunulacaktır.

. Azınlıklara toplumsal dengemizi bozacak ayrıcalıklar tanınamaz.

. İstanbul Hükümeti bir dış baskı karşısında yurdun bir bölümünü

  bırakırsa gerekli önlemler alınacak ve kararlar verilebilecektir.

Kongre Eylülün 11'inde tamamladı çalışmalarını; 16 kişilik bir Temsil Kurulu çalışmalara başladı. Sivas Kongresinden sonradır ki Kuvayı Milliye vurucu bir güç olarak hem güneyde, hem batıda önem kazandı.

Anadolu’da yeni Türkiye Devletinin temelleri bu kongreyle atılmıştı. Selçuklunun güzel anıtlarıyla bezenmiş Sivas’ta, Atatürk anıtında şöyle yazılıdır:

"Cumhuriyetin temelini burada attık."

                                                  …………………

Gök ağardı mavi dağlardan

Teker teker söndü yıldızlar

Yollarda telaş, yollarda kalabalık

Bir cihad uğruna yapılan hazırlık.

Kahraman Anadolu insanları,

Uykusuz per-perişan

Yalnız bir şey var gözlerinde:

Mukaddes vatan.

Başında kıvırcık tüylü siyah kalpağı,

Toz içinde çizmeleri

En önde Mustafa Kemal

Gök mavisi gözleri.

Dudağında bir milletin kaderi :

‘’ Ordular, ilk hedefiniz Akdenizdir…’’

Nehirler uykusundan habersiz

Ovalar vahşi rüzgarlarla gerindi.

Sırtını milletine dayamış

Bir sarışın yeleli, Arslan kükredi.

Dağlar yandı gece yarılarına kadar,

Karanlıktan mavi bir yıldırım indi

Kanat çırptı gökte bir kartal

Bu, genç Türkiye’ydi,

Bu, Mustafa Kemal’di.

URFA YİĞİTLEMESİ

Urfa... Peygamberler kenti... Her olayın, her yapıtın, otların, ağaçların, suların efsane efsane öyküleştiği kent... Gökbitimi geniş bozkırlarda, bir uç­tan öte uca yel gibi, eser gibi koşturan ceylanlar diyarı.. Öpülesi gözlü, soy­lu atların, ceylan gözlü dilberlerin salınıp gezdiği diyar.. Güzele meftun olan­ların, vurgunların toprağı...

Urfalıyam  ezelden

Gönlüm geçmez güzelden...

Nice peygamberlerin yaşadığı, gölünde kutsal balıkların yüzdüğü Urfa'da Mondros Silah bırakışması sonrasında acı günler gördü, şehitler verdi. 1919 un 24 Martında İngilizler el koydular Urfa’ya. Ama, İngiliz işgallerinin amacı Fransızlara yer hazırlamak, halkı alıştırmaktı. Bunun için de ele geçirdikleri yerde uzun süre kalmamışlar, yerlerini Fransızlara bırakmışlardı. Çünkü İn­gilizlerle Fransızlar Irak ve Musul üzerinde anlaşmışlardı. Suriye Fransızla­rın, Irak da İngilizlerin sömürgesi olacaktı...

İngilizlerin ele geçirdiğinde Urfa, hiçbir ile bağlı olmayan bağımsız bir sancaktı. Silah bırakışmasında Urfa’nın İngilizlere verileceği hakkında bir madde de yoktu. Zaten anlaşmalara da aykırıydı bu durum. Ama bunu bir "oldu bitti" ye getirdiler. Türk Süvari Alay Komutanının karşı koymasına kar­şın Urfa’ya el koydular. İşgalci güçler ikiyüz erlik iki piyade alayı, bir zırhlı ve üç binek olmak Üzere on otomobil ile elli yük arabasından oluşuyordu. Ve ay­nı Maraş’ta, Antep’te olduğunca Urfa’da da yerli Ermeniler yol gösterici olarak işgalcilerin önüne düşmüşlerdi. İngiliz askeri giysileri içindeydiler. Yüzyıllar­dır yanyana yaşadıkları Türk komşularına karşı birden bire kanlı-bıçaklı düş­man oluvermiştiler. Ermenilerin İngilizlere rehberlik yapması Urfalıları derin üzüntülere boğdu. Türk gururu yaralanmıştı. Osmanlı Devletinin zayıf duru­mundan yararlanıp kışkırtmalarla kargaşalık çıkarmak isteyişleri halkın tep­kisini doğurdu. Oysa bölgede yüzyıllardır düzen içinde bir yaşam sürüp gel­mişti.

İngilizler en küçük bir Türk askeri birliğinin bile bulunmasını istemiyorlar­dı Urfa’da. Birinci Alay Komutanlığının çekilmesini istediler. Binbaşı Hüseyin Bey reddetti istekleri... Ama sonunda 25 Mart 1919 da Siverek’e çekilmek zo­runda kaldı Alay. İngilizler artık babalarının toprağıymış gibi rahatça yerleşe­bilirlerdi Urfa’ya... Fakat, paylaşmada son kararlar verilmemişti daha. İngilizler çekildi; ardından Fransızlar geldiler. Devraldılar Urfa’yı . 1919 yılının 30 Ekimiydi Fransızın Urfa’ya girdiği tarih. Yine Ermeniler ev sahibi pozunda ve Fransız askerine yol göstericiydiler... Fransız giysileri içinde otomobiller tozu dumana katıp Urfa’ya girerken söyledikleri şarkılar, türküler Türkçeydi. Ama gönüllerinde Türk sevgisine yer yoktu artık. Umutlarını Fransı­za bağlamışlardı. İşgalcilere kurtarıcı gözüyle bakıyorlardı çünkü.

Fransızlar ilk iş olarak Türk komutanları, kaymakamları tutuklayıp Ada­na’ya sürdüler. Ama maşa gibi kullanabilecekleri, kendi isteklerini, buyrukları­nı yapabilecek satılmışları da salıverdiler cezaevlerinden. Böylece hiçbir et­ki altında kalmadan karar vermesi gereken Türk adliyesine el attılar, bu kurumu yarala­dılar. Urfa halkı bus bus bunalıyordu. Günlük yaşayışı allak bullak oldu hal­kın... Kadın hamamlarına girdi Fransız askeri. Bıçak kemiğe dayandı. Bu böyle sürüp gidemezdi. Bir son vermek gerekiyordu işgalcilerin saldırganlık­larına...

Temsil Kurulu Başkanı Mustafa Kemal 25 Ocak 1920 de bütün Kolordu­lara Sivas’ta yönerge veriyordu. İşgalci güçlere karşı nasıl savaşılacağını be­lirtiyordu bir bir... "Fransızlara karşı ayaklanma hareketinin şekli, Fransız güçlerini ayrı ayrı, birdenbire, bulundukları yerde sarmak ve ufak garnizon­lardan başlayarak tutsak almak ve yoketmektir. Bu gidişin demiryolu tünelle­rini atmak, yolları otomobil işlemiyecek duruma getirmek ve Fransız güçleri­nin birbiriyle olan bağlantısını kesmek yoluyla geliştirilecektir. Ayaklanma peyderpey başlayacaktır. Birinci devre Urfa ayaklanmasıdır. Buna hemen başlanacaktır. Diyarbakırda bulunan 13. Kolordu cephesinin görevi Fırat ırmağının doğusundan düşmanı çıkarıp temizlemektir. Bunun için, her Fransız müfrezesinin bulunduğu binalara ve çadırlata her gece bas­kın yapılacaktır. Eğer iyi düzenlenirse herbiri aşağı yukarı on kişilik yirmi müf­reze ile Fıratın doğusunda bulunan bütün Fransızları kuşatmak olanağı var­dır. Kesin saldırılar Urfadan değil Fransızların en güçsüz olduğu yerden baş­layacaktır. Aşiretlerin de ayaklanmaya katılmaları için uyarılmaları gerekir. Aşiret Fransızlarla tutuştuktan sonra sürer gider çarpışmalar..."

Urfa’da Kuvayı Milli’yenin kurulması bir büyük gereksinimdi artık. Çareler, olanaklar aranmaya başlandı. Yüzbaşı Ali Saip Beyin Urfa’ya atanması mut­lu bir olay sayıldı. Topraklarının düşman eline geçmesinden büyük üzüntü duyan yurtsever Urfalılar toplanıp görüşmelere başladılar. Örgüt kurmanın gerekliliği anlatıldı bu toplantılarda. Aşiret başkanlarıyla bağlantılar kuruldu. Haberleşildi. Kuvayı Milliye örgütü resmen kurulmuş oluyordu böylece... Ör­gütte yalnız gençler değil, ileri yaşlı saygın kişiler de vardı. Aşiret başkanla­rı da Fransız sömürgecilerine karşı ellerinden geleni yapacaklarını bildiriyor­lardı. Yüzbaşı Ali Saip, halkı Fransızlara karşı ayaklandırabilmek için bildir­geler dağıtıyor, çevreyle haberleşiyor, olayları günü gününe Ankara’ya, Tem­sil Kurulu Başkanı Mustafa Kemal Paşa’ya  iletiyordu.

Aynı günlerde Ermeni taşkınlıkları alabildiğine artmıştı. Hiç bir Urfalı ya­şamını güven içinde göremiyordu. Fransızlar Ermeni zulmüne göz yumuyor­lardı...

Öte yandan, Yüzbaşı Ali Saip’le ilişki kuranlardan biri de Kılıç Ali’ydi. Yapılan görüş­meler sonucu Fransızlara karşı ayaklanmanın 18 Ocak 1920 de yapılması kararlaştırıldı. Ama ortalıkta Ermeni çaşıtları boş durmuyorlardı. Ali Saip Be­y’in bir ayaklanma başlatacağı Fransızlara duyuruldu. Kuvayı Milliye’nin ba­şarısızlığa uğramaması için genç yüzbaşı Urfa’dan ayrılmak zorunda kaldı.Bu ayrılma Urfa’nın kurtuluşunu bir süre geciktirecekti. Ama bir yararı da ol­du bunun: Çevre aşiretlerle daha iyi bir işbirliğine gidilebilecekti böylece...

Şubatın yedisini sekizine bağlayan gece Urfa’nın beş kilometre kuzeyinde toplandı Kuvayı Milliye’nin 3 bin yiğidi. Şehirde bıçak kemiğe dayanmıştı. Halk "yeter gayrik" diyecek durumdaydı. Fransız zulmü, Ermeni cinayetleri kesil­me bilmeden sürüp gidiyordu. Kuvayı Milliye Fransızlara saldırı için bütün hazırlıklarını bitirmişti. Ama yine de barışçılığın bir özelliği olarak Fransız ko­mutanına ültimatom verildi. "Buradaki konukluğunuz artık sona ermiştir. Zu­lüm ve cinayetleriniz halkımızın dayanma sınırını aşmıştır. Silah bırakışma­sına aykırı olarak ele geçirdiğiniz Urfa’yı 24 saat içinde boşaltınız. Bunun ter­sini yaparsanız dökülecek kanların sorumluluğu sizindir. Urfa’yı boşaltıp sını­rımızın dışına değin serbestçe çekilmenizi ve güvenliğinizi sağlayacağız." Fransız Komutanından gelen yanıt hiç de kesin anlamlı değildi. Durum açık­lığa kavuşmadı. Fransız siyasi hakimi kentin ileri gelenleriyle görüşerek Ku­vayı Milliye’nin Urfaya saldırılarının durdurulmasını istedi. Ancak olayları dur­durmak bir iki kişinin elinde değildi artık. Ok yaydan çıkmıştı. 8 Şubat gece­si Urfa’ya girdi Milliciler. Fransızlar karşı komadılar. Milliciler sabaha değin yerleştiler, dayangalar hazırladılar. 9 Şubat sabahında Urfa’nın yarısı Kuvayı Milliye’nin denetimine girmiş oluyordu. Ermeniler düş kırıklığına uğramışlar­dı... Küskün, kendi mahallelerine çekildiler.

Ertesi gün 18 kişilik Urfa Müdafayı Hukuk Kurulu göreve başladı. Hükü­met ve Belediye işleri düzenle yürütecekti. Urfa halkı olağan yaşam düzeyi­ne getirilecekti. Öte yandan Fransızlar da boş durmuyorlardı. Tetikteydiler. Bir binbaşı komutasında 5 yüz er, 12 kendiişler tüfek ve bir takım süvari birli­ği hazır bekliyordu. Ayrıca 3 yüz kadar Ermeniyi de silahlandırmışlardı. Bunlar gönüllüydü... Ayaklanma için kararlaştırılan tarih 9 Şubattı. Fransız kurşunu­na göğüs gerebilecek Milliye’ci sayısı azdı. Yetmezdi bu kadarı. Ne yapma­lıydı öyleyse? Tutukluları serbest bırakmalı, eli silah tutanları Kuvayı Milliye­’ye katmalıydı. Öyle de yapıldı. Ama, bir habersiz jandarma, tutukluların kaç­tığını sanarak havaya bir el ateş etti. Bu çarpışmaların başlaması için bir işa­ret oldu. Kuvayı Milliye’nin baskınına uğradığını sanan Fransızlar gelişi güzel ateş etmeye başladılar. Kendiişler tüfekleri ölüm yağdırdı her yana. EI bom­baları dehşet saçtı Urfa’ya. Akşama değin sürdü çarpışmalar. Kuvayı Milliye boş durmadı elbet. Her yandan saldırıya geçildi. Ermenilerden Türke karşı silah kullananlara baskınlar yapıldı, tutsaklar alındı. Gece Fransız siyasi ha­kiminin karargahına giren Urfa yiğitleri direkteki Fransız bayrağını indirerek Türk bayrağını çektiler...

Baskınlar karşısında tutunamayacaklarını anlayan Fransızlar, kentin çev­resindeki savunmaya elverişli yerlere çekilerek direnmeye başladılar. Kuva­yı Milliye’nin saldırıları, düşmanın iyi savunması yüzünden kesin sonuçlu 01­muyordu. Hele yiğit gençlerin düzenli askerlik bilgileri de olmadığından veri­len şehit sayısı artıyordu. Düşmanın kendiişler tüfekleri ölüm yağdırıyordu. Oysa Urfa millicilerinin elinde çakmaklı tüfekler vardı. Eşit değildi silahlar. Dövüş aynı koşullar içinde yapılmıyordu. Türküler yaktı Urfa halkı ölen yiğit­lerine.

Fransızın başında kırmızı fesler

Atılıyor bombalar, gelmiyor sesler

 Şişkoyun damından atlayıp geldim

Cephane döküldü topladım geldim

Beş on Fransızı pakladım geldim.

Di yürü yürü kumandanlar yürü

Çetelerin gidiyor, dönmüyor geri...

Tılfındı  hastane karşıma karşı

Kafir Fransızın bomba atışı

Di yürü yürü kumandanlar yürü

Çetelerin gidiyor, dönmüyor geri...

Kolumu salladım toplar oynadı

Kara taş içinde çete kaynadı

Yaşasın Urfalılar teslim olmadı

Di yürü yürü kumandanlar yürü

Çetelerin gidiyor, dönmüyor geri...

 Maraş’ın kurtarıldığı gün, Urfa yiğitleri 70,80 mermisiyle birlik­te bir dağ topuna kavuştular. Artık Fransız kurşununa daha güvenle karşı ko­yabileceklerdi. Anadolu’nun çeşitli yerlerinden subay ve erler de Urfa’nın yar­dımına gönderiliyordu. Ankara’da Temsil Heyeti Başkanı Mustafa Kemal de Ur­fa’nın Fransızdan temizlenmesini ve Antep’in yardımına koşulmasını buyuru­yordu. O yıl yani 1920'nin kışı pek zorlu geçiyordu. Yollar kapanmıştı kardan. Ulaşım, haberleşme güçlükle yapılıyordu. Fransızlar direniyordu inatla. Erme­niler yalnız asker vermekle kalmamışlar, Fransız işgal ordusuna yiyecek yardımı da yapı­yorlardı. Son kez 1500 ermeni gönüllüsü yardımlarına koşmuştu. Fransız giysileri içindeydiler. Ancak Urfa millicileri silah deposu haline getirilmiş evle­re baskınlar yapıyorlardı. Kuvayı Milliye’nin savaş araçları, gereçleri yeterli hale gelmişti artık. Uzun süredir yardım alamayan Fransızlar ruhsal bir çö­küntü içindeydiler. Çırpındıkça battıklarını anlamışlardı.

5 Mart... 6 Mart... Bu iki gün Urfa savaşlarının en kanlı günleri oldu. Fran­sızların sığındığı büyük evlere, konaklara baskınlar düzenleyen milliciler ba­şarı kazanıyordu. Ancak, kentte egemen bir tepenin de Fransızlar elinde bu­lunuşu savaşların uzamasının ve kesin sonuç alınmasını önlüyordu. Tepeler­den ölüm yağdırıyordu düşman. Urfa yiğitleri de minarelerden, selvi ağaçla­rından düşmana ateş ediyorlardı...

Çarpışmalar sürdü gitti. Nisan ayı geldi. Ermeni evlerinde dinamit, bom­ba yapılıyor, Fransızlara aktarılıyordu. Türk dayangalarına karşı şiddetli bir saldırıya geçen Fransızların püskürtülmesi Kuvayı Milliye’nin ve Urfalıların güven duygularını artırdı... Bezginlik başlamıştı düşmanda. Yabancı bir top­rağı elde tutmanın, sömürmeye kalkışmanın zorluğunu anlamışlardı. Kaldı ki burası Arap toprağı da değildi... Fransızlar Anadolu’ nun Suriye’ den bambaş­ka bir ülke olduğunu çok geç anladılar. Anlayınca da Türklerle anlaşma ge­reğini duydular.

Görüşmeler yapıldı. Nisanın onbirinde, geceyarısından sonra Fransızlar Urfa’yı bo­şaltmaya başladılar. Yollara döküldüler. Çekilirken Ermenileri de ardlarınca sürüklediler Suriye’ye doğru...

Gökbitimi sonsuz Harran bozkırlarında, altın başaklar salınırken dalga dalga ve denizce, ceylan sürülerinin su başlarına indiği, soylu atların yel gi­bi uçtuğu saatlerde Urfa yiğitleri hoyrat söyleyebilirdi artık, türküsünü çağıra­bilirdi özgürce... Kurtuluş mücadelesini şerefle sona erdiren Urfa, artık "Şan­lı" ünvanını almayı haketmişti...

PONTUSÇU HAYINLARA KARŞI

 KARADENiZ UŞAĞı

Dalga davranır davranır

Sular devrinir devrinir

Yelken kıvranır kıvranır

Benim halim de böyledir.

Artık ne kıyı ne fener

Denizler ağını gerer

Gönlümü okur enginler

Benim gönlüm de böyledir.

Bir Anadolu ozanı; güzellemeler, koçaklamalar ustası Ahmet Kutsi Tecer, Karadeniz’e böyle türkü yakmış. Karadeniz dalgaları kıyıları döven, insanları kemençe sesini duyanda horona duran Karadeniz. Suyunda balığı, dağların­da fındığı, çayı, tütünü bol diyar. Ya insanları? Karadeniz’in dalgalarınca hare­ketli, sırasında sinirli, kavgacı... Sırasında dostuna canını veren... Konuşma­. yı oynak türkü söylemek kadar seven... Dostu için, sevdiği uğruna bıçağa sa­rılıveren... Düşman bildiğine yaşam hakkı tanımayan...

Dağ eteklerinde tırnağı ile kazıya kazıya iki üç mısır ekimlik toprak için çır­pınan, toprağı için ölesiye vuruşkan, çoluk çocuğunun rızkı için denizle cebel­leşen, dalgaların ejderha misali ağzından ekmeğini kapan Karadeniz uşağı kaptıracak mıydı toprağını Postusçu hayınlara?

Neresidir Pontus? Kimdir Pontusçu?

Türk hükümdarı Fatih Sultan Mehmet ortadan kaldırmıştı Pontus Rum imparatorluğu'nu. Aynı İstanbul gibi, Trabzon da birçok imparatorun düşlerine girmişti. Sonunda onu almak Fatih’ e nasip oldu. Hind ellerinden, Acem diyarından gelen kervan yollarının Karadeniz’de sona erdiği yerde kurulmuştu ol dilber belde. Burada bekleyen gemiler, yükledikleri gibi kıymetli mallarını, Karadeniz’in azgın dalga­larıyla boğuşarak Avrupa  limanlarına yol alırlardı. Bu yüzden canlı idi Trabzon şehri..

Trabzon ve çevresi Türkler elinde Türkleşti, Türk göçmenler akın akın ge­lip yerleşti. Hristiyan Rumlarla barış içinde yaşadı Halk. Türk hoşgörüsünden yararlanan Rumlar varsıllaştılar; çocuklarını Avrupalarda, Amerikalarda oku­tanlar çıktı. Fakat, yıllar geçtikçe, Osmanlı Devletinden ayrılıp bağımsız bir Rum Pontus devleti kurma çabalarına giriştiler. Demek ki Pontus düşüncesi sinsi sinsi gelişmişti Fatih Sultan Mehmed'in imparatorluklarını yıkmasından sonra... Etniki Eterya adlı örgüt gerekli yardımları yapmaya başladı Pontusçu­lara. Süratle silahlandılar. İstanbul'da gazete yayınlamaya başladılar. Patris adlı bu gazete ile kamuoyu oluşturacaklar, davalarını içerde, dışarda savuna­caklardı. Sınırları bile belliydi "muhayyel" devletlerinin.. Batıda İnebolu'dan Doğuda Batum'a, içerde Kastamonu'dan Sivas'a değin uzanan Anadolu'nun kuzey kesimi... Fakat, kendi. kendilerine gelin-güvey olduklarının farkında de­ğildiler. İnebolu kayıkçılarına sormamıştılar ki. Sivas yiğitlerinin düşüncesini almamıştılar ki... Kurdukları devlet kağıt üzerinde kalmaya mahkumdu. Ne var ki, barışı ortadan kaldırıp yüzlerce yıldır iyi komşuluk ilişkileri içinde yaşayan insanları birbirlerine düşman eylediler. Irkları, dinleri ayrı olsa da, aynı toprak­ta yaşayan, aynı doğa koşullarına karşı ekmek kavgası veren, kemençe ça­landa, omuz omuza horona duran, yerleri titreterek oyun oynayan, başı karlı Kaçkarlarda, Ziganalarda sesleri yankılanan gençleri birbirine kırdırdılar...

1919 Mayısında, Bandırma vapurundan Samsun'da karaya çıkan Musta­fa Kemal Paşa gördü ki, olaylar artık durdurulamayacak ölçüde hızlanmıştır.O, Dokuzuncu Ordu Müfettişidir. Verdiği raporlardan parçalar aktaralım : "Mü­tarekeden sonra Yunanlılık emeli güden bütün Rumlar her yerde şımardılar.Samsun dolaylarında da Pontus hükümetini kurmak uğrunda siyasi bir şekil aldı. Son zamanlarda Samsun havalisindeki Rum nüfusunu artırmak için Rusya'da ne kadar Rum varsa buraya gönderilmesine çalışılmıştır."

Pontusçuların amaçları belirgindir. Nüfus dengesini bozmak... Türkleri azınlıkta bırakmak... Bölgede Rum sayısını ne denli çoğaltabilirlerse Avrupa’­da seslerini daha güçlü duyurabileceklerdir. Böylece de Avrupa’nın, Amerika­nın merhametini kazanıp Pontus Devletini kurabilecekler... Oysa, azınlıktılar... Ama, "yavuz hırsız ev sahibini bastırır" örneği, bu topraklara sahip çıkmak is­tediler. Yalnızca Amasya'da  21 azgın Rum çetesi zulüm ve cinayetlerine başla­mıştı. Amaçları yılgınlık yaratmak, Türk halkını göçe zorlamak, direnenleri öl­dürmekti. Niksar'da 5 Rum çetesi, saldırmaktaydı Türklere . Samsun dolaylarında 40 Rum çetesi insanlık adına utanç veren işkence, zulüm yapı­yordu. Fakat, onlar yaptıklarıyla övünüyorlardı. Evleri ateşe vermek, kadınla­rı, çocukları diri diri yakmak Grek uygarlığının özelliklerindendi sanki. Bunları yurtseverlik adına yapıyorlardı. Ortam elverişliydi. Silah bırakışmasıyla Türk ordusu etkisiz durumdaydı. İngilizler büyük ölçüde silah yardımı yapıyordu Rumlara. Amerikalı görevliler de Rumları şımartmaktan, Türklere karşı kışkırt­maktan geri kalmıyorlardı. Birinci Dünya Savaşı sırasında dışardan getirilen silahlarla Samsun, Bafra, Çarşamba, Erbaa, Rum köyleri birer silah deposu durumundaydı. Artık Pontus Devleti kurulabilirdi. Madem ki, bazı Avrupa dev­letleri de Karadeniz'de Yunanistan'ın uzantısı anlamına gelecek böyle bir dev­letin kurulmasına razı idi, her türlü yardımı yapmaya söz vermiştiler; bu iş ger­çekleşebilecekti. Ayaklanmaya katılan çetecilerin toplam sayısı 25-30 bin ka­dar vardı. Bunların düzenli bir örgüt, etkili, vurucu bir güç olarak savaşabilme­leri için bir albay, kalabalık bir ekiple Yunanistan'dan gelmişti. Kongreler top­lanıyor, Türklere karşı toplu kıyım, kırım planları yapıldıktan sonra, saldırı seferleri düzenleniyordu.

Rumların yurtseverliği öylesine coşkulu idi ki, Türk köylerine ne denli şid­detli saldırılar düzenler iseler, amaçlarına öylesine çabuk ulaşacaklarını sanıyorlardı. Öte yandan, Karadeniz Ermenileri, Birinci Dünya Savaşı yıllarında is­lamlığı benimseyerek nüfusa kayıtlarını yaptırmışlardı. Silah bırakışmasından sonra Ermeniler de "fırsat bu fırsattır" diyerek "yağmadan pay almak" umuduy­la komşuları Türklere karşı düşmanlıklara başladılar. İngilizlerin aracılığıyla is­lam adlarını bırakıp eski Ermeni adlarını yeniden takındılar. Giysi değiştirirce­sine kolay olmuştu bu iş. Bunlar da bir yarış havası içinde Rum çetelerinden geri kalmamaya, onlar gibi can kıyıcı, kan içici olmaya başladılar.

Rum ve Ermenilerin kanlı saldırıları sürüp gidecek miydi? Buna Karadeni­z’in Türk insanı göz mü yumacaktı? Bu böyle sürüp gidemezdi, gitmemeliydi. Rum zulüm ve işkencelerine ilk tepki Samsun'da oldu. Rumların insanlık dışı davranışları 15. Fırka Makinalı Tüfek Birliği komutanı Teğmen Hamdi Bey'i çi­leden çıkarmıştı. Hamdi Bey, bıçak kemiğe dayanınca, birliğindeki gönüllüler­le dağa çıktı. Artık Canik Dağlarında Pontusçulara karşı Türk Çeteleri de vardı. Merzifon’da 10. Alay Komutanı başkanlığında toplantılar yapılıyordu. Burada yurtseverler, örgütlenerek Rum saldırılarına karşı koymanın Karadeniz'in Türklüğü açısından gerekli olduğu anlatılıyor. Etkili korunma çareleri aranıyordu.

Merzifon’da yapılan bir toplantıdan sonra Rum eşkiyanın İngiliz Kararga­hı ile her türlü haberleşmeleri, bağlantıları kesildi. Karadeniz Kuvayı Milliyesi kurulmuş ve ilk zaferini kazanmıştı.  İngilizlerden destek gördükçe şımarıyordu Rumlar. Öyleyse,  haberleşme sistemleri tahrip edilirse, çe­teler felç olacaktı. Geceleri Rum çetelerine karşı baskınlar düzenlenmeye baş­landı. Artık bu toprakların Türk sahipleri, asıl sahipleri ses veriyordu. Karade­niz Dağlarında barışın kanını akıtanlardan, yeşile kan düşürenlerden, denizin verdiği nimete hıyanet edenlerden hesap soruluyordu. Örgütlenerek birleşip dayanışmayla Rum çetelerine karşı koymanın mümkün olduğunu anlamıştı Karadeniz uşağı. Enosis adlı büyük bir Yunan ticaret gemisinin Karadeniz’de bizim elimize düşmesinde de önemli yardımları olmuştu uşakların. Karadeniz’in suyunda ve toprağında bir destan yazılıyordu coşkulu, öfkeli bir yiğitlikle... Ek­meğini denizden yiyen, kemençe sesini duyanda horona kalkıp, yerlerini titre­te titrete oyunlar oynayan Karadeniz uşağı, hiyanet yarışında birbirini geçmeye çalışan Rum, Ermeni çetecilerine haddini bildirmeyi başarmıştı.

Batıda Yunan Ordusu ilerliyordu. Amaçları Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni basmak, Ankara'yı ele geçirmek, Ulusal Kurtuluş Savaşı ateşini söndürmekti. Karadeniz kıyılarında da Pontusçularla çarpışmalar sürüp gidiyordu. Ancak, kesin darbe vurulamıyordu Rum çetelerine. Çünkü Türk güçleri dağınıktı. Ka­radeniz Kuvayı Milliyesi binbir zorluk içinde çarpışmaları sürdürüyordu. Karadeniz’e barışı getirmek kolay olmayacaktı. 1921 yılının ilk aylarında Yunan Or­dusu Ege Bölgesi ile iç Anadolu arasındaki iç Batı Anadolu platolarına ege­men olmuştu. Çok kritik günler yaşanıyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi bugünlerde çok önemli bir karar aldı: Merkezi Sivas'ta bulunan 3. Kolordu, Pontus Çetelerini yok etmekle görevlendirildi. Ayrıca, Merkezi Erzurum'da bulunan15. Kolordu da Pontusçuları tepelemek üzere Karadeniz Dağlarına hareket et­ti.

1921 yılı Ulusal Kurtuluş Savaşımızın tarihinde, kader değiştiren bir dö­nüm noktası oldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi Ordularının Sakarya Irmağı kı­yılarında, Polatlı-Haymana kırlarında kazandığı büyük zaferden sonra Pon­tusçuların da düşleri tuz-buz oldu, dağıldı. 3. Kolordunun ve 15. Kolordunun yiğit erleri, Karadeniz uşakları ile yanyana, Pontusçu çeteleri tepeledi. 439 Türk köyünü yakan, binlerce Türkü öldüren Pontusçulardan temizlendi Karadeniz kıyıları ve dağları. Onbir aylık yorucu, kanlı çarpışmalardan sonra Türk ordusu 117 sığınak ele geçirmişti. Rum çeteleri yok edilmişti. Ermeni çetecile­ri de artık,aldatıldıklarını anlamışlardı. İhanetlerinin bedelini ağır ödediler... Karade­niz artık bunları barındırmak istemiyordu. Daha sonraları kalanlar da Türkiye sınırları dışına çıkartıldılar. Karadeniz’in suyuna, toprağına yeniden barış gel­mişti. Uşaklar, balığa çıkacaklar, dağlardan fındık toplayacaklar, mısır biçe­ceklerdi...

Kemençe çalmanın, horona durmanın zamanı gelmişti. Canikler, Zigana­lar, Kaçkarlar ses vermeliydi artık.

TÜRK TRAKYA’DA  ÖLÜM KALlM SAVAŞIMI

Bir yerde görürsen ki,

Ağır ve edalı akar,

Dal dal söğütleri öperek,

Samur üç belik gibi,

Müjdeler olsun efendim:

Edirne’desin..

Akıncıoğlu Niyazi Bey bir Edirne ozanı..Şehrini, üç ırmak beldesini böyle dillendiriyor şiirinde..

Oğuzlu Türk halkı, Hun akınları sırasında Asya ortalarından Avrupa’ya at sürmüş yayılmış, Balkanlardan Macar illerine dağılmış, yurt tutmuştu. Tarihsel süreç içinde çeşitli kavimlerin etkisiyle Türk boyları hristiyanlaşmışlar, fakat Türklüklerini unutmamışlardı. Peçenekler ve Gagavuzlar daha Anadolu Türk­leşmeden çok önceleri Balkanlara yerleşmiş bulunuyorlardı. Bizans’ın buyru­ğunda yaşarken, bu Türk boyları, Selçuklu Türklerinin üzerine gönderilen or­duda yer almışlar, ne var ki, kardaşlarına ok atmamak, kılıç çalmamak için 1071 Ağustosunda Malazgirt savaşı sırasında Alpaslan’ın ordusuna katılmış­lardı.

Osmanlı Devleti Anadolu Türk birliğini kurmaya çalışırken Balkanlarda da fetihler tüm hızıyla sürüp gidiyordu. 1354 yılından sonra Gelibolu’da Çimbi, Bolayır, Malkara, Tekfurdağı birer birer Türklerin eline geçti. Tekfur zulmünden bıkıp usanmış halk, Türkleri bir kurtarıcı gibi karşıladı; papazların kara cübbe­si yerine, kalelerin önünde Türkün ak libasını görmeyi yeğledi. Türk egemen­liğine giren kentlere Anadolu’dan Türk aileler getirilip yerleştirildiler. Böylece Trakya Türkleşmeye başladı. Trakya kırlarında artık türkülerimiz yankılanıyor­du. Rumeli’nin dağında, ovasında, yaylasında bir barış iklimi egemen kılındı; Türk hoşgörüsü sayesinde hristiyan, islam yanyana yaşıyorlardı. Türk ailelerin yerleşmesiyle yalnızca kentler Türkleşmiş olmadı; dağlar, ovalar, ır­maklar, göller de Türkçe adlar alarak Türkleştiler. Meriç, Tunca, Arda, Kızan­lık... Geniş ovalarda ekinci, yüksek yaylalarda davarcı halk, daima birbirlerini tamamlayarak, ekonomik destekle, mutlu yaşadılar... Sinan gibi koca ustalar Trakya’da Türklüğün sonsuzluğa dek simgesi olarak yaşayacak yapıtlarını yükselttiler; görkemli ve yüce... Irmaklar üstüne köprüler kondurdular ki, gü­venle geçilesi... Dağlarda buz gibi sular getirip çeşmelerden akıttılar ki, Trakya sıcağında kana kana içilesi... Ticaret yolları üstüne sağlam kervansaraylar kurdular ki, geceleri korkusuzca kalınası. Bulutlara ulaşmak dilercesine mina­releriyle camiler kondurdular. Hemi de mektepler, medreseler yaptılar ki, in­sanlık, görgü, bilgi öğrenilesi... Ve de suları her daim akan hamamlar kurdu­lar ki, temizlik imandan gelir deyu tertemiz yunulup, yıkanılası...

Gün geldi, Rumeli topraklarında durdu ilerleme... Topraklarını vere vere küçülüyordu o görkemli Osmanlı Devleti. Uluslar bilinçleniyorlardı; bağımsızlık istiyorlardı. Rumeli’ne ilk yerleşen Anadolu göçmenlerinin çocuk­ları "Evladı Fatihan" gerisin geri ata topraklarına göç etmek için yerlerini, yurt­larını bıraktılar; Göç yolları tıkadı. Olgunlaşmış meyveleri deremeden, tadına bile bakamadan, kehribar başaklı buğdayları harman yerinde bırakarak, bin­bir emekle büyütüp süt sağdıkları davarlarını, sığırlarını sürü sürü kırlarda ter­kederek, kovanlardan bal çekmeden, doğuya doğru can havliyle müthiş bir göç başladı. Yaya, atlı, arabalı... Köyler, kasabalar boşalıyordu. Bir zamanlar kardaşça yaşanılan, ayrı dinden oldukları halde, bayramlarda birbirlerini ziya­ret eden toplumların yaşadığı Rumeli kentlerinde, kırlarında artık düşmanlığın ağır havası vardı. Ocaklar tütmez oldu, gülmez oldu insanların yüzleri... Göç kafilelerinin arkasında bırakılan köyler yanıyordu...

1912 de başlayan Balkan savaşında, kötü yönetim sonucu Türk ordusu büyük bir yenilgiye uğramıştı. Mehmetçik, bütün özverisiyle, yiğitliğiyle Rume­li’ni korumak için savaşmış, fakat subaylar arasındaki siyasal düşünce ayrılık­ları yüzünden ordumuz yenilmiş, çökmüş geri çekilmişti. Birer birer düştü..Trakya kentleri. Görülmedik, işitilmedik zulüm yapıldı Türklere. Trakya topra­ğına kan düştü. Irmaklar taşıyamaz oldu insan ölülerini. Kentler, can havliyle kaçan yorgun ve aç, hasta göçmenlerle, bozguna uğrayıp kaçan askerlerle doldu. Bezginlik, umutsuzluk çöreklendi insanların gönlüne. Ticaret de, sanat da söndü. Fırınlar ekmek çıkarmaz oldu. Devlete payitahtlık  yapmış, Türk mührünün en güzeli Selimiye ile bezenmiş Edirne, artık bir sınır kenti du­rumuna düşmüştü. Nice yangınlardan daha azgın, daha zarar verici Rus iş­gallerinden geçip gelmişti Gazi Edirne. 1829 da, 1878 de aylarca Rusların elinde kalmıştı. O felaketli günler demek son değilmiş; 1913 yılında Şükrü Pa­şanın tüm yiğitliğiyle Mehmetçikle omuz omuza kenti savunmasına karşın, korkudan ve yılgınlıktan değil, açlıktan teslim oldu sevgili , üç ırmak beldesi dilber Edirnemiz... Anadolu Türkleri Gazi Edirne’nin Bulgar eline düşmesiyle içi kan ağladı. Yabanıl görünüş­lü, gözlerini kan bürümüş düşman askerlerini, Selimiye içinde kanlı, çamurlu postallarıyla gezerken, mihrabını, minberini çiğnerken içine onulmaz acılar doldu Türk Edirne’nin... Yalnız Edirne mi? Kırklareli de Balkan savaşının tüm dehşetini, Haçlı ordula­rının acımasızlığıyla saldıran yıkan, yakan, yok eden, cana kıyan düşmanın bütün kötülüğünü gördü. Üç ırmak kenti Edirne’nin köprüsü, güzel Ergene, düşmanlığı, insanlıktan çıkmış insanları gördü. Yalnız Türkler için değil, tüm insanlar için yapılmış eserlerin yok edildiğini gördü...

Edirne’nin düşman eline geçmesi derin üzüntülere saldı Türk toplumunu. Osmanlı Meclisi Mebusanı toplandı. Ve karar verildi: Ordumuz Edirne üstüne yürüye­cek... Avrupa, karşı koyacağını, buna razı olmayacağını bildirdi. Aldırış etme­dik. Enver Paşa komutasındaki Türk ordusu 1913 yılının 22 Temmuzunda Edirne’ye giriyordu. Nice acı olaylar yaşamış güzel Edirne acılarını, açlığın  , yıkıntılarını unutup Mehmetçiği bağrına bastı. 1913 temmuzunda doğan tüm erkek çocuklarına Şükrü ve Enver adları konuldu.

Bulgar işgaline sesini çıkarmayan İngiltere’ye ne oluyordu? Büyük devlet olarak, bir Türk kenti, tekrar Türklerin eline geçince kıyameti koparıyordu. Baskı ve tehditlerine, yıldırma ve korkutma çabalarına karşın Edirne, Türk kal­dı.

Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Trakya yine acı günler yaşamaya başladı. Kurulduğundan beri hep toprak kazanan, hep Avrupa devletlerince korunup şımartılan, Dömeke’de ağır bir Türk tokadı yemesine karşın saldır­ganlığı artan Yunanistan, bu kez de gözlerini Doğu Trakya’ya dikmişti. iştahı­nı kabartıyordu Türk Trakya. Böyle böyle İstanbul’u da ele geçirip Megali İdea düşlerini gerçekleştirebilecek, Bizans’ı diriltebilecekti. Ege Denizinde, Anadolu karasına en yakın adalar bile Yunanistan’ın mülkü olmuştu. Mustafa Kemal'in doğduğu kent Selanik çoktan Yunanistan’ın eline düşmüştü. Fakat, Yunanistan doy­mak nedir, bilmiyordu...

Türklerin hakkını korumak, düşman zulmüne karşı savunmak, düşman ilerlemesine karşı durabilmek için Trakya yurtseverleri 1918 yılının 15 Aralı­ğında Trakya-Paşaeli Müdafai Heyeti Osmaniyesi adlı bir örgüt kurdular. Mondros Silah Bırakışması gereğince galip devletler Trakya’ya da el koyabilir­lerdi. Örgütün ileri gelen kişileri bağımsız bir Trakya Cumhuriyeti kurarak düşman işgalinden kurtulmak düşüncesinde idiler...

Fakat ne yazık ki, coğrafi konumunun elverişli olmaması nedeniyle Trak­ya, Anadolu’da başlayan ulusal direnme ve bağımsızlık hareketine tam olarak katılamıyor, bir dayanışma sağlayamıyordu. Çanakkale ve İstanbul Boğazları, Marmara’nın kıyıları, Trakya’nın Karadeniz kıyıları işgalci güçlerin elindeydi.

Anadolu ile kurulabilecek bağlantıları kesmek için İngilizler, Fransızlar var güçleri ile çalışıyorlardı. Trakya’da işgaller de başlamıştı. Fransızlar İstanbul - ­Uzunköprü demiryoluna el koymuşlar, koruma görevini de Yunan taburlarına vermişlerdi. Gitgide bütün Trakya, Yunan ve Fransız denetimi altına girdi.

Demiryollarımıza Fransızların el koymasını, Trakya-Paşaeli Müdafaa Hu­kuku Osmaniye Cemiyeti sert bir bildiriyle protesto etti. Bildiride bu felaketli günlerde birleşilmesi gerektiğinden de söz ediliyordu. Trakya Anadolu’dan ay­rılamazdı. Nüfusun yüzde yetmişbeşten fazlası Türktü.

Öte yandan Yunanistan, Batı Trakya’ya tam olarak el koymuştu. Doğu Trakya’ya da göz koyuyordu. Adı işgal olmasa da Yunan taburları, Fransızla­rın yardımıyla kasaba ve kentlerde yerlerini almışlardı. Yerli Rumlar gitgide şı­marıyorlar, Türkleri yılgınlığa, bezginliğe düşürmek için planlı hareket ediyor­lardı. Silah Bırakışması gereğince Trakya’da yalnızca 1200 Türk askeri bulun­maktaydı. Ve Rumlar boş durmuyorlardı, karşılarında belirgin bir Türk Ordusu gücü olmadığı için      "Trakya Komitesi", "Yunan Komitesi" adı altında iki örgüt kurmuşlardı. Türk halka ellerinden geldiğince zarar vermeye çalışıyorlardı ve başarılı da oluyorlardı.

20 Haziran 1919 günü Amasya’da, Mustafa Kemal Paşa bir bildiri yayınlı­yordu. Dünyaya sesimizi duyurabilmemiz için Trakya’nın ve Anadolu’nun ulusal örgütlerinin birleştirilmesi gereğinden söz ediliyordu bildiride. Trakya aydınla­rı ve ileri gelen yurtseverleri için Mustafa Kemal Paşa, yalnız Anadolu’nun de­ğil Trakya’nın da kurtarıcısı idi. Daha sonra Sivas Kongresinde tüm örgütler birleştirilerek adı "Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti’ ne çevriliyor­du...

1920 yılının 16 Martında İstanbul, galip devletlerce işgal edildi. Bunun üzerine Trakya’da da sıkıyönetim ve seferberlik ilan edilmişti. İstanbul ile bü­tün ilişkiler kesildi. Asker sayısı yetersiz de olsa bir Türk Kolordusu aynı yıl, Trakya’da göreve başlıyordu. 20 Temmuz da Yunanlar Tekirdağ’a ve Marma­ra Ereğlisi’ne asker çıkararak Trakya’yı işgale başladılar. Marmara’daki Yunan donanması da çıkarmayı destekliyordu. Süratle ilerleyen düşman güçlerine karşı Şükrü Naili Paşa komutasındaki Türk askerleri kahramanca karşı koydu­lar. Edirne yakınlarında sert çarpışmalar oldu. Ne yazık ki, Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa, birlikleriyle bağlantı kuramadan, Havsa yakınlarında Yu­nanlara tutsak düştü. Trakya’nın talihsizliği, ileri görüşlü, korkusuz bir öndere sahip olmayışından ileri geliyordu. Başsız kalan, yönetilmeyen ordumuz Yu­nanlara karşı başarılı savaşlar veremedi. Askerler dağılmaya başladı. Trakya kentleri. kasabaları birer birer Yunanların eline düştü. Batı Trakya gibi Doğu Trakya’nın da bir Yunan ili durumuna getirilmesine İngilizler ve Fransızlar yar­dımcı oluyorlardı. Zaten 10 Ağustos 1920 günü İstanbul Hükümeti Delegeleri­nin de imzaladığı Sevr Antlaşmasına göre bütün Doğu Trakya, ta İstanbul ya­kınlarına kadar Yunanistan’a verilmekteydi. Rus, Bulgar işgallerinden sonra, bu kez de Yunan işgali Trakya’ya kan ağlattı. Yunan ordusu 1921 yılı ortaları­na doğru Afyonkarahisar - Eskişehir hattından sonra doğuya doğru ilerledikçe şımaran, azgınlaşan yerli Rumlar, Yunan askerlerinden aldıkları cesaretle kor­kunç kırım, yağma, yıkım yaptılar. Yine de Avrupa ve Amerika Rumları ve Yu­nanları mazlum ulus olarak biliyor ve koruyordu... 9 Eylül 1922 günü İzmir’e Türk ordusu girdi. 15 Ekimde Mudanya Barış görüşmeleri yapıldı. Edirne 25 Kasımda Türk ordusuna teslim edildi... TBMM, Trakya’yı bir tek kurşun atma­dan ana yurda kazandırmıştı. 1923 yılının  24 Temmuzunda İsviçre’nin Lozan kentinde yapılan Konferansta  Meriç ırmağı sı­nır kabul edildi... Trakya’nın Türklüğü bu Antlaşma ile dünyaya kabul ettiriliyor­du.

ANADOLU’NUN DOĞUSUNDA DiRENEN

 TÜRK GÜCÜ

Andolumuzun doğusu... Başında buzuldan takkesi, doruğu bulutlarla sarılmış yüce dağlar, yaylalar, derin vadiler, yüksek ovalar diyarı... Dört mevsim konukluğu süren karın dağlar üzerindeki bitmez saltanatı yanında Akdeniz iklimine özgü sıcak bölge ürünlerini yetiştiren bitek topraklı koyakların , ovaların di­yarı... Adına efsaneler yakıştırılmış çifte Ağrılardan, yataklarından köpük köpük akan Muratlar, Karasular, Araslara kadar bir geniş diyar... Soğuğun kol gezdiği yaylalar, yaz sıcağında karca ak pamuğa kesen ovalar diyarı... Çağlayanlar, durgun masmavi göller, gür ormanlar, ota özlem duyan kıraç yazılar diyarı... Doğaya, soğuğa karşın yaşam uğraşısında zor savaşlar ve­ren yiğit insanların diyarı... Karlı, boranlı dağlarda hayvancılık yapan, ot bi­çen, buğday, tütün, pamuk eken, düğünde ve bayramda kolkola bar oyna­yan, cirit atan, türkülerin en hasını, en yanığını söyleyen insanların diyarı...

Fırtınaların ıslıkla ölüm çığlığı attığı bir vadiyi öbürüne bağlayan, dağla­rın biraraya gelip bağdaş kurduğu, oturakaldığı bölge burası... Denizle ara­ya sıra sıra duvarlar gibi kat kat gerilmiş, aşılması zor yüce dağlar bölgesi...

Höyüklerin dile gelip tarihi gözler önüne serdiği yerdir burası. İskitler’in, Urartular’ın, İskender’in, Bizans’ın, Selçuklu’nun, Osmanlı Türkünün ardardı­na eserler bıraktığı, uygarlık kalıntılarıyla dolu bölgedir burası. Her beylik, her devlet kendine özgü uygarlık eserleriyle halkın mutluluğu için çalıştı. Saldırganların, eşkiyanın da baskınlarına uğradı bölge. Düşman istilala­rından acı gördü. Buğday ekilen, davar yetiştirilen ovalar, yaylalar boşaldı. Halk göç etti. Bayındır kentler, insanların mutlu yaşadığı köyler, obalar yı­kıldı, yakıldı. Soğuğun kol gezdiği yaylalarda göçler yolları tıkadı. Sürü sü­rü davarlar bir yayladan öbürüne sürüldü. Göçler kırdı geçirdi hayvanları da insanları da. Düşman yolları  kesti. Öyle anlar oldu ki; bıçağın kemiğe da­yandığını gören halk orakla, kazmayla, nacakla, av tüfeğiyle direndi yiğitçe. Öldü, öldürdü. insanlar mutlu bir yaşama ulaşma isteğiyle çoluğu çocuğuy­la mutlu bir gelecek için canını tehlikeye attı. Ölümü göze aldı...

Urartular tarımcıydı. Yaz yağmurları yetmiyordu, boşa akıp giden sula­rın önüne bent yapıp kanallarla ekeneklere akıttılar. İyi ürün aldılar; Tarih, Urartuları çiftçi bir ulus diye belletti...

Selçuklular da bir özgürlük iklimi getirdiler bu topraklara. Türkmen’in, Oğuzlu Türk halkının yüce töresini, hoş görüsünü getirdiler. Anadolu’nun do­ğusunda başladı Oğuzlu boylarının insancıl barış türküsü çağrılmaya. Köy­lüler, göçebeler Selçuklunun iyi yönetiminde ayırımsız yaşamaya başladı­lar. Göçebeler, kentlere yerleşmiş sanatla ticareti e uğraşanlar, buğday ekip davarlardan süt sağanlar Anadolu’nun doğusunda bir güzel, yaşanılası bir düzen kurdular. Camiler, kervansaraylar, medreseler, çeşmeler yaptırdı beyler ve sultanlar. Taşa türkü söyletti Selçuklunun yapıcı elleri...

On üçüncü yüzyıldaki korkunç Moğol istilasından sonra iç ayaklanmalar­la çalkalandı durdu bölge. Ondokuzuncu yüzyılda, sıcak denizlere inme he­veslisi Rus Çarlığı 1800 yılından sonra Kafkasları aşıp kuzeydoğudan Ana­dolu’ ya girmeye uğraşıyordu. Rus saldırıları aralıklı olarak 1917 yılına değin sürdü. Bu savaşlarda Erzurum halkı çocuğuyla, yaşlısıyla destanlar yarattı.

Rus ordusu çekildikten sonra Doğu Anadolu’ nun çilesi bitmiş olmuyordu. Çünkü askerler bölgeden ayrılırken, tüm silah ve cephanelerini Ermenilere bırakmışlardı. İngilizlerin de Ermeni çetelerine büyük yardımları olmuştu. Doğu Anadolu Bölgemizde bir Ermenistan devletinin kurulması Büyük Bri­tanya imparatorluğuna Kafkasya’ da sadık bir bağlaşık yaratacaktı. Bunun içindir ki, tüm güçleriyle çalıştılar. Türkler için Ermeni zulmü dayanılmaz de­receye ulaşmıştı. Kanlı katil çeteciler bölgede bir tek Türk bırakmamak ni­yetindeydiler. Böylece, Amerika Birleşik Devletlerine ve İngiltere’ ye "işte, gö­rüyorsunuz, nüfus sayımı yapalım; burada bir tek Türk yok; burası Ermeni yurdudur" diyeceklerdi. Kars Türklerinin tamamı öldürülmüştü. Yalnız üç ki­şi kaçmış ve korkunç kıyımı Türk komutanına bildirmişti...

Doğu Anadolu Bölgemizdeki Türk illerine göz dikenler yalnızca Ermeni­ler de değildi; Gürcüler de Büyük Gürcistan kurmak amacıyla silaha sarıl­mışlar, Türk köylerini basmaya başlamışlardı. Fırsattan yararlanıp Ardahan ve Posof’a el koymuşlardı.

Doğu Anadolu Türktü, Türk kalacaktı. Rusların boşalttığı bölgeyi Erme­nilere teslim etmemek için bağımsız Türk Şura Cumhuriyetleri kurulmaya baş­landı. Bu küçük devletlerin Meclisleri, Bakanları, Başkanları vardı. Fakat, Ermeni çetelerine karşı koyacak insan güçleri zayıftı; silah ve cephaneleri yoktu. Öyleyse bir çare bulmak gerekiyordu. Bölgenin bir Ermeni yurdu ol­madığını dost düşman herkese duyurmanın bir yolu olmalıydı.

Mustafa Kemal Paşa Erzurum’a gelip de çalışmaya başladıktan sonra Ermenilerin de Gürcülerin de rahatı kaçtı. Erzurum’dan doğuya, kuzeydoğu­ya artık Türklüğün ışıkları dağılıyordu. 15. Kolordu Komutanı Kazım Kara­bekir Paşanın da yardımlarıyla küçük Türk Şura devletleri korunuyor, güçlendiri­liyordu. Bölge halkı artık umutsuz değildi; biliyordu ki, Erzurum’da iki büyük komutan onların Ermeni, Gürcü eline düşmesine izin vermeyecek...

Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizden delegeler çağrıldı. Kurtu­luş için kurulacak ilk ulusal meclis denemesi Erzurum’da yapıldı. Kurtuluşun önderini, Mustafa Kemal'i bağrına basan Erzurum dadaşı. Onu hemşehrisi bildi. Doğu illerinden gelen delegelerle küçük bir "Meclis" çalıştı Erzurum’da. "Ya bağımsızlık ya ölüm" denmişti. Ve yine Mustafa Kemal, geleceğini söy­lemişti tüm ezilmiş, sömürülen ulusların. inancın o güzelim içtenliği, içtenli­ğin o güzelim özgünlüğü vardı sesinde, "Bugün doğan güneşi nasıl görü­yorsam, yarın Asya ve Afrika’daki tüm tutsak ve ezilen ulusların da özgürlük ve bağımsızlıklarına kavuşacaklarını da öyle görüyorum."

Ve kongre çalışmaları sırasında bir komutan da dikkati çekiyordu: 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa... Artık bir Osmanlı ordusu Gene­rali olmayan Mustafa Kemali yine baş sayan, yine üst sayandı o... "Buyru­ğunuzdayım paşam. Ben, subaylarım, erlerim, Kolordum, hepimiz buyruğu­nuzdayız." diyecek kadar, İstanbul hükümetine asi gelecek kadar korkusuz, yurtsever bir insandı o...

Mustafa Kemale bağlı kalarak ulusal kurtuluş ve bağımsızlık savaşları­mızın doğu cephesini zaferler kazanarak kapatmak şerefi de Kazım Kara­bekir Paşaya aittir. Gerçekten de o kanlı ölüm-kalım günlerinde Yunanlar batıdan, Fransızlar güneyden saldırırken Ermeniler Kilikyada, Pontusçular Karade­niz bölgesinde ihanet yarışındayken ve İstanbul Hükümetinin beslediği asi­ler de iç ayaklanmalarla TBMM'ni ortadan kaldırma amacını güderken Do­ğu cephesi komutanı Kazım Karabekir Paşa bölgeyi Ermeni ve Gürcüler­den kurtarmış, böylece TBMM ordularının batıda Yunanlara karşı daha et­kin, vurucu güçle çarpışmasını sağlamıştı...

1920 yılının 9 Haziranında doğu illeri için seferberlik ilan edildi. Artık, kangren olmaya yüz tutmuş Ermeni sorunu kökünden kesilip temizlenecek­ti. Seferberlikten 10 gün sonra Ermeni ordusu Türk kasaba ve köylerine sal­dırmaya başlamış, silahsız insanları öldürmeye koyulmuştu. Zenginor ve Oltu Türkleri saldırılardan zarar görüyordu. TBMM Hükümeti durumu şid­detle kınadı. Ama Ermeni saldırıları durmadığı gibi daha da arttı. Aynı yılın 24 Eylülünde Kötek ve Bardiz bölgelerinde saldırılarını yenileyen Ermenis­tan’a karşı resmen savaş ilan edildi. Doğu cephesi ordusu yürüdü üstüne üstüne hayın düşmanın. Dağlar dayanamadı önünde Mehmetçiğin. Ermeni bozgunu başlamıştı. Soğukların bastırdığı Eylülün 30'unda Sarıkamış kur­tarıldı. Bir ay sonra Kars Türklerinin çilesi bitiyordu. Ermenilerden kurtarılan Kars, Mehmetçiği bağrına bastı. Ancak koskoca serhat kenti Kars bir yıkın­tıydı artık. Hemen hiç insan kalmamıştı kıyımlarla, kırımlarla, salgın hasta­lıklarla... Durmadan geriledi düşman. Mehmetçiği kimse durduramazdı ar­tık. Sanki dağlar canlanmış, yürüyordu. Tutunacak dalı kalmamıştı artık Er­menilerin. Kafkas demiryolları üzerinde önemli bir durak olan Gümrü Kalesi de elimizdeydi. Kasımın altısında silah bıraktıklarını bildirdiler. Oysa Sevr anlaş­masına göre Karadeniz kıyısında Trabzon, Batum’a, Güneyde Van Gölünü içine alacak Aras, Karasu, Murat ırmaklarının kaynak bölgelerini kapsayan geniş bir bölgede bağımsız Ermenistan kurulması öngörülüyordu. 20 Ağus­tos 1920 de bu aşağılık anlaşmayı İstanbul Hükümeti yurt hayınlığının en acı örneğini vererek imzaladığından doğuda Ermenistan düşleri tuz buz oluyordu. Kağıt üzerindeki anlaşmayı Türk süngüleri parçalıyordu. Doğu harekatı sonunda Gümrü anlaşması imzalandı. Iğdır, Tuzluca Kulp, Arpaçay artık Türkiye toprakları içine alınmıştı. Daha sonraki Kars Anlaşmasıyla da Doğu Anadolu’da artık Ermeni, Gürcü sorunu kalmıyordu. Mehmetçik, Türk onu­runa, insanlık gururuna leke sürecek Sevr anlaşmasını kabul etmeyeceğini dünyaya duyurmuş oluyordu.

Yeni sınırlarımız süngü ile çizilmişti.

    Batıdan Yunanoğlu ilerliyordu içerilere doğru.. Doğu cephesi kapanınca Mehmetçik batı­ ya, Yunana karşı durmak için koştu. Toplar, tüfekler taşındı aylar süren yo­rucu çalışmalar sonunda.

Çok zaman geçmeden batıda da zorlu savaşlar sonucu düşman yenile­cek ve Anadolumuzun Ege sınırları da Mehmetçiğin süngüsü ile güven al­tına alınacaktı.

ÇUKUROVA’DA , ADANA’DA  TOROSLARDA

TÜRK DİRENMELERİ

Ben seni tanırım Fransız !

Özgürlüğe yaktığın ilk türküden,

İlk başkaldıran haksızlığa,

Eşitsizliğe, zorbalığa.

Ne ararsın benim yoksul dağlarımda peki?

Göz diktiğin ne? Avucumdaki kuru ekmeğim, acı soğanım,

Ve özgürlüğüm, o gök mavisi.

Yedirmem karabulutlara…

Bir türküm var ki, tarihle yaşıt,

Söylerim namluna baka baka…

Vur beni, öyle bir saçılayım ki

Dağ dağ tohum tohum,

Umudum ve öfkem fışkırsın

Pıtrak gibi dört bir yandan.

Ve erler, benden güçlü, benden inançlı

Zakkum kızılında, zakkum acısında.

Bin yıldır boy salmışım bu toprağa.

Bir en derinlere, bir en yücelere…

Köküm öyle derinlerde ki

Söküp atamaz hiçbir bombardıman.

Bir köknar yetişir Bolkar’ın doruğunda,

O benim dağaşırı kolumdur.

Bir yel eser bu dağdan o dağa,

O benim soluğum. Biçemez makineli tüfeklerin umudumu

O ki: her yaprakta her yeşilde, her kımıltıda.

Dövemez topların gururumu

O ki şaha kalkmış Toroslarca…

Gemilerin tedirgin eder de denizlerimi,

Teslim alamaz tek dalgasını bile.

Ne ararsın Fransız Çukurovamda,

Antebimde, Maraşımda, Urfamda ?

Nice kıyarsın bağımsızlığıma ?

O bağımsızlık ki, özgürlüğümün anası,

O özgürlük ki, sen yapmışsın kavgasını ilk.

  (Orhan Asena,Kurtuluş Savaşı Destanı,)

Dorukları karlı, başları duman!ı Toroslarla nazlı Akdeniz'in arasında dün­yanın en verimli toprakları uzanır. Seyhan ve Ceyhan ırmaklarının ortaklaşa çalışıp milyonlarca yıl içinde yarattıkları, günümüzde de her yıl yeniledikleri bu topraklara biz Çukurova deriz. Batılıların dilinde buranın adı Kilikya düzlükleridir...

Bu bitek topraklar sömürgenin iştahını kabartıyordu. Bu yüzden de acı olaylarla karşılaştı bu toprağın insanı. Acı çektiler, zulüm, eziyet gördüler. Dost bildiklerinden düşmanlık gördüler. Ermeniler, bağımsız bir devlet kurma uğruna insanlık adına yüz kızartıcı suçlar işlediler. Bugüne değin unutulmadı acılar...

Bütün Anadolu için olduğu gibi, Kilikya için de acı günler birinci büyük Dünya savaşı sonunda imzalanan Mondros Silah bırakışmasıyla başladı. Fransızlar ilk olarak İskenderun'a el koydular. Dörtyol'da Kurtuluş Savaşımı­zın ilk ateşi açıldı düşmana karşı. Olayların birbirini izlemesi üzerine kolaylık­la kuruldu Kuvayı Milliye. Süratle örgütünü tamamladı. Fransız'a ve onun si­lahlandırdığı Ermeni birliklerinin zulüm ve işkencelerine karşı koyabilmek için, hiçbir yerden buyruk alınmadan kurulan ilk ulusal güç buydu. 1918 yılı bitme­mişti olaylar başladığında. Silah Bırakışması gereğince Türk Ordusu terhis edildiğinden düzenli bir karşı koyma hareketi görülmüyordu. Bu nedenle Fransız'lar 17 Aralıkta Mersin'e asker çıkarıp, o güzel yalı şehrine el koydu­lar. 26 Aralık 1918'e değin bütün Kilikya Toroslara, Pozantı’ya değin yıldırım hızıyla ele geçirildi. Ellerinde son sistem kendiişler ateşli silahları, tankları, uçakları, binek otomobilleri vardı. Fransız işgali öylesine hızlıydı ki, Türk di­renme örgütleri İskenderun ve Dörtyol dışında düşmana karşı koyamadılar...

Fransızlar verimli Çukurova topraklarını aşıp da Toroslara dayandıkların­da. 1916 dan beri Suriye illerinde yaşamakta olan Kilikya'nın Ermeni ahalisi de arkadan gelip fırsattan yararlanarak yerleşmelere başladılar. Nüfus denge­sini bozmak, Ermenileri çoğunluk göstermek istiyorlardı. Öfkeyle, intikam hın­cıyla çalışmaya başladılar. Haçın, Feke, Kadirli, Kozan dolaylarında o güne değin duyulmadık zulüm yaptılar. Hesabı sorulmayan cinayetler işlediler. Türkleri toplu olarak öldürmeye başladılar. Yerli Ermeniler ayaklandırılmıştı. Fransız askeri giysileri içinde Ermeni gençleri Türk'leri göçe zorladılar. Türk köylerine baskınlar yapıldı, silah bulunan Türk gençleri tutuklanarak işkence­ler edildi. Fransız'lar Adana Polis Müdürlüğüne bir Ermeniyi getirdiler. Çiftlik evlerine, camilere doldurulan Türkler yakılıyordu. Artık Çukurova toprağına kan düşmüştü. Buğdayın, pamuğun, pirincin en hasının yetiştiği Çukurova'yı böyle böyle tamamen Ermenileri n yaşadığı bir diyar haline getirecekler ve Ki­likya Ermeni Devletini kurabileceklerdi. Umutları buydu. Bu devleti kurmada Fransızlar yardımcı olacaktı. Türk'ler koruyucusuz av, Ermeniler av köpeği, Fransızlar da avcı durumundaydı.

21 Ocak 1919 da. Mersin, Tarsus, Adana bölgesinden Fransız ve Ermenileri çıkarmak amacıyla, Türk halkını korumak amacıyla Kilikya Ulusal Direnme cephesi kuruldu. Artık ok yaydan çıkmıştı. Fransız ve Ermeni ortaklığının karşısında korkusuz Çukurova yiğitlerinden, Toros gençlerinden oluşmuş bir örgüt vardı. Ulusal güçler Fransız müfrezelerine baskınlar yaparak yıldırma savaşlarına başladı. Haruniye savaşlarında Kuvayı Milliye büyük başarılar kazandı. Yüzbaşı Abdullah Bey şehit düştü ama, Haruniye de kurtarıldı. Düşmandan önemli sayıda silah, cephane de alınmıştı. Tren yol­larını yıktı, köprüleri uçurdu milis güçlerimiz. Kilikya Kuvayı Milliye’sinde yalnız erkekler değil, kadınlar da vardı. Türk kadını İnebolu Ankara arasında olduğu gibi, kağnılarla, sırtında cephane taşımakla kalmıyor, kaptığı gibi silahını, düşmana karşı da duruyordu. Rahime 25 yaşında genç bir kadındı. Toprağını Fransız ele geçirdiğinde, oturup da ağlamadı. "Kader bu !" demedi. Kaptığı gibi tüfeğini düşmanı ateşle karşıladı. Baskınlara katıldı. Coşkuyla, türkü çağırır gibi üstüne üstüne yürüdü hayın düşmanın. Yararlık gösterdi. Onbaşı rütbesi­ni kazandı alınının akıyla. Toz, duman, barut kokuları arasında köylü Rahime'nin rütbe düşünecek hali yoktu. Ağustos'un beşinde Osmaniye Savaşında şehit düştü;adı ölümsüzleşti.

Mercin’de, Kovancıbaşı’nda, Kanlı Geçit’te Fransızlar bozguna uğratıldı. Yurt  topraklarını Fransıza ve de Ermeniye kaptırmayacaktık. Andımız vardı.

Adana daha 1918 yılının 21 Aralığında işgal edilmişti Fransızlarca. ikindi üzeri kente giren Fransızları coşkun sevgi gösterileriyle karşıladı Ermeni halk. Adana'da bayram vardı. Kiliselerin çanları bu bayram şenliğinde yeri göğü inletti. Ermeni evleri Fransız ve Ermeni bayraklarıyla süslendi. Hiç masraftan kaçınmadı Ermeniler, geceleyin fener alayları düzenlediler. Türklere saldırılar da hemen başladı. Bu toprakların asıl sahipleri Türkler, evlerine kapanmışlar, ışıklarını bile yakmadan, yaşamlarının en karanlık saatlerini geçirdiler.

İşgal bütün acılığıyla Adana'nın üstüne korkunç bir kabus gibi indi. Türk aileler yok ediliyordu. Aylar süren kıyım, zulüm, soygun yağma sonucu canından başka verecek birşeyi kalmayan Çukurova Türkü korkunç Temmuz sıcağında Toroslara doğru tozduman içinde, perişan, aç susuz, yenik, bitkin, umudu kalmamış ,yıkkın göç etti. Çukurova ve Toroslar böylesine korkunç bir göç görmemişti. Buna “kaç kaç” adı verildi. Fransıza ve Ermeniye kalmıştı Kilikya... Sevinçten bayram ettiler. Türk halkı da düşman elinde inim inim inleyen Adana'ya ağıtlar yaktı. Torosların kuzeyindeki Niğde’den, Nevşehir’den , Ürgüp’ten, Develi’den, Yahyalı’dan geliyordu ses..

Gelmez oldu fabrikanın pamuğu

Doğruyumuş Adananın yandığı

Kitli kaldı gelinlerin sandığı

Sandıkarı kitli kalan Adana

Taksimden ayrılır evlerin suyu

 Kasımın dükkanı makamın önü

Elektrikler yanar, selviler boyu

Dükkanları kitli kalan Adana

Halepten Antepten kervanın gelir

Satar matahını pamuğun alır

Korkarım Adana düşmana kalır

Düşmanları elinde kalan Adana

Adana düşman eline geçtiğinde daha Erzurum ve Sivas Kongreleri yapılmamıştı. Sivas Kongresinden sonradır ki, güneyde Fransızlara karşı Kuvayı Milliye’yi etkin kılmak için çalışmalara başlandı. Sivas'ta bir kuman­danlar toplantısı yapıldı. Ermeni intikam alayları adıyla örgütlenmiş bulunan düşmanın Türk halkına zarar vermemesi için, Türk halkının korunması için birtakım önlemler alındı. Temsil Kurulu Başkanı Mustafa Kemal Paşa gerekli yönergeleri veriyordu. Kilikya Cepheleri Kuvayı Milliye Komutanlığı Ali Fuat Paşaya verildi. Daha sonra bölümlere ayrıldı cepheler. Adana Kuvayı Milliye Komutanlığına da Salahattin Adil Bey atanmıştı.

Toroslar, eli silah tutan binlerce genç barındırıyordu artık. Ormanların içinde coşkuyla silah eğitimi yapılıyordu. Yetişen çatalyürek delikanlılar Çukurova’ya sel gibi akacakları günü bekliyorlardı. Fransızın da Ermeninin de yaptığı yanına kar bırakılmayacaktı. Bilenmiş bıçak gibiydi gençler. Gülek Boğazı’nın, Çakıt Koyağı’nın kuzey ağızları silah sesleriyle inliyor, sesler karanlık ormanlarda yankılıyordu.

Tufan Bey, Özdemir Bey, Kılıç Ali Bey, Saim Bey, Sinan Tekeli Bey, Güney Anadolu’nun kurtarılmasında ayrı ayrı onur payı olan yiğit komutanlardı.

Pozantı yöresinde ilk savaşlar Nisan ayında bütün şiddetiyle başladı. Dağların karı eridiğinde, Çukurova bayramlığını giyip, kış yelini üzerinden kovarken, korkusuz yiğitler de düşmanı kovmak için eller tetikte bekliyorlardı. Belemedikte, Hacıkırı’nda, Durak’ta büyük çarpışmalar oldu. Kuvayı Milliye Toroslarda ilk başarısını gösteriyordu. Fransız askerleri kovalandı. Karakolları, müfrezeleriyle birlikte bir bir yok edildi. Çiftehan’da bulunan Fransız birliğine de bir baskın düzenlendi. Kilikya’yı çepeçevre kuşatan Toroslar, bağrında yüzbaşı Saffet gibi binlerce yiğit saklıyordu. Hepsi adsız birer kahramandı. Aşiretler de yurdun kurtarılması uğruna bütün güçleriyle Kuvayı Milliye’ye destek oluyorlardı. Yalnız Aydınlı Aşireti 5 bin yiğitini Kuvayı Milliye buyruğuna vermişti.

Yapılan baskınlar sonucu Tarsus yakınlarına değin sürüldü Fransızlar. Yalnız Gülek Boğazındaki Pozantı'da Fransızlar büyük yığınak yapmışlar, direniyorlardı. Fransızlarca kahraman olarak ünlü bir binbaşı vardı burada. Adı Mesnil'di. Kuvayı Milliye çetecileri Gülek Boğazının girişini, çıkışını tutun­ca Fransızlar kapana kısılıp kaldılar. Güneydeki Fransız ordularıyla tüm bağlantıları kesilmişti. Güçlü silahlarla donatılmış 3 bin kişilik bir Fransız ordusu güneyden saldırıya geçti. Amaç, Binbaşı Mesnil'i, ailesini, askerlerini kurtarmaktı. İki kez Kavaklı Hanlarda ağır yenilgilere uğradıklarından geri çekildiler. Toroslar gittikçe tehlikeli oluyordu Fransızlar için. Bu, üzeri yer yer karanlık ormanlarla kaplı yalçın dağlar korkutuyordu onları. Boğazlarda, koy­aklarda" Allah, Allah !" sesleriyle saldıran Türkler korkutuyordu onları. Tekin değilmiş Toroslar... Anladılar ki binbaşılarını kurtaramayacaklar; havadan yiyecek attı uçakları. Türklere teslim ol çağrıları yaptılar. Adana'daki Fransız Genel Komutanlığının buyruğuydu bu. Binbaşı Mesnil'in çaresi yoktu artık. Torosları sarp yerlerden aşıp, birliğiyle Akdeniz kıyısına inmeyi düşünüyordu. Toros köylüleri yurtseverdi. Yurtseverlikleri gereği kurnazdılar da. Bir köylü rehber oldu. Çeteciler Panzin Çukurunda kuşattılar Fransız birliğini. Kapana kıstırılmıştılar. Sağa, sola saldırdılar, ama, kurtuluş olmadığını sonunda anladılar. 530 kişiydiler. Yörükler gizli dağ geçitlerinden haber ilettiler Kuvayı Milliye komutanlığına. Çoban çocuklar tipi gibi koşturdular. Fransız komutan, maiyetiyle artık tutsaktı. Belemedik’te Fransız yaralılarına hastabakıcılık yapan Binbaşının karısı da tutsak edildi. Kadına el kaldırmayan Türk, düşman da olsa, saygıda kusur etmedi ona...

Pozantı’da olanlar çok sarstı Fransızları. Binbaşı Mesnil, Verdön kahra­manıydı. Askerleri de en seçkin genç insanlardı. Kendilerini tutsak eden Türk çete­cileri ise düzenli bir askerlik eğitiminden  geçmiş değillerdi. Silahı keklik,kurt avında kullanıyorlardı. Bütün Kilikya’da işgal ordularında yılgınlık, bezginlik başlamıştı. Ankara ile anlaşma yolları aramaya başladılar. Bir silah bırakışması, ateşkes imzalandı; ancak bu, 20 gün sürdü. Fransızların Zonguldak’a asker çıkarmaları üzerine yine başladı ve sürdü gitti çarpışmalar...

1920 yılının 5 Ağustosunda Pozantı tarihi bir gün yaşadı. Çünkü o gün Türk Kurtuluş Savaşının iki önderi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa ile  Milli Müdafaa Vekili  Fevzi Paşa Pozantı’ya gelmişlerdi.

Kuvayı Milliyeciler, göçer-konar halk, Yörük köylüler, dağ köylerinin halkı sevgi gösterileriyle karşıladılar iki büyük önderi. Burada da bir kongre toplanacaktı. Kayseri'den, Niğde'den, Bor'dan delegeler çağrılmıştı. Ayrıca güney cephesinden de temsilciler geldi. Mustafa Kemal Paşa Toros insanlarına seslendi. Geleceğe güvenle baktıklarını belirt­ti. Düşmanların er-geç Anadolu'dan atılacağını anlattı. Dost ulusların yardımlarından söz etti. İnanmış insanlara özgü sıcaklık vardı sesinde. İçten­liğin sevimliliği vardı.. "Gerçek gücünü Tanrının yardımından alan, bağımsızlık ve saygınlığı korumak uğrundaki sonsuz, özverili duygularını şanlı ve şerefli atalarımızdan miras alan ulusumuzun yakın bir zamanda her türlü anlamıyla dinsel ve ulusal tarihine şanlı sayfalar ekleyeceğine kuşku duy­muyoruz. "

Mersin dolaylarında savaşlar sürüyordu. Fransızlar yenildikçe, Akdeniz kıyılarındaki Türk köylerini topa tutuyordu. Yüzlerce suçsuz, günahsız insan ölüyordu. Uygar Fransa suçsuz insanların yok edilmesine karşı sessiz kalıyordu. Aynı anda Ermeniler de Haçın’da, Feke’de, Kozan’da, Kadirli’de Türkleri ortadan kaldırma yarışındaydılar. Ancak Ermeni komitacılarının yaptıkları yanlarına bırakılmadı. Yalnız dışardan gelen düşman değil, içimizdeki düşman da yok edilmeliydi. Kuvayı Milliyeciler güzel günler için acı çektiler, özgürce yaşanılacak günler uğruna vuruştular, şehit düştüler , gazi oldular.

1921 yılının ilk aylarından başlayarak, Fransız saldırıları yavaş yavaş kesildi. Ermeniler de,  kendileri açısından durumun parlak olmadığını anlamışlardı. Artık Fransızlara güvenleri  kalmamıştı. Kilikya Ermeni devleti düşleri tuz- buz oluyordu. Anladılar ki Türk toprakları üstünde bir yabancı bayrağı dalgalanamaz...

Türkiye Büyük Millet Meclisi de batıda Yunan ordularına karşı kesin bir sonuç alabilmek için güney cephesinin kapanmasını istiyordu. Sakarya Savaşında Yunan ordusunu büyük bir yenilgiye uğratan Türkiye Büyük Millet Meclisi yönetiminin  önemi artmıştı, Avrupa’da daha düne değin bize düşman olanlar anlaşma yolları ara­maya başladılar. ilk önce Fransa, Ankara ile anlaşmak istedi. Bu çabaların sonucu olarak 20 Ekim 1921 de Ankara anlaşması imzalandı...

Türklerle birarada yaşama olanağı kalmayan, Çukurova toprağına, Toroslarda, Seyhan’a ve Ceyhan’a ihanet eden Ermeniler de kaçmaya başladılar. Köyleri, kasabaları boşaltıyorlardı. Trenle, vapurla, yayan... Kaçan kaçanaydı. Ermeni intikam alayları geride kanlı topraklar, kan düşmüş dağlar, yanmış- yıkılmış köyler, kömürleşmiş ölüler ve acılar bıraktılar. Haçın kasabasından kaçıp giderken bir tek Türk kalmamıştı geride. Kadın, yaşlı, çocuk demeden korkunç bir vahşilikle yok etmişlerdi. Ancak Binbaşı Kemal Doğan Bey ve yedek Üsteğmen Saim Bey Ermenileri izlediler; arkalarını bırakmadılar. Yollarda, bellerde Kuvayı Milliye çetecileri ile baskınlar yapıp , yok ettikleri Türklerin hesabını sordular Ermenilerden...

Fransızlar askerleri de çekilmeye başlamıştı. Suriye ellerindeydi. Sığınacakları bir Şam, Halep vardı. Adana 1921 yılının 20 Aralığında Türk Kuvayı Milliyecileri bağrına bastı. Halk, askerleri çiçek yağmuruyla karşıladı. Coşkun sevgi gösterileri içinde Çukurova insanı bayram yaptı günler ve gün­ler boyu.

Ceyhan 23 Aralıkta. Osmaniye 24 Aralıkta, Tarsus 27 Aralıkta ve Mersin 1922 yılının 4 Ocağında Türk askerinin eline geçiyordu.

Kalemlerin tam yazamadığı, dillerin tam söyleyemediği bu destanı, Toroslar ve Akdeniz ve Seyhan ve Ceyhan dile gelse de anlatsa... Ağıtını söylese, türküsünü çağırsa.. Dile gelse de söylese Toros’un çamları, Akçasaz’ın kamışları...

Köylülerden paşaların çıktığı, çarıklı ve dolaklı ve kuşaklı Kara Halil Paşaları, kadın savaşcı Rahimeleri, General Pozantıları, yiğit Şehit Saim Beyi bir de onlardan dinleyebilsek.

Haruniye, Mercin, Kovanbaşı, Kanlıgeçit, Pozantı, Gülek Boğazı, Çakıt Geçidi, Kavaklı Han, Hacin, Mağara, Feke... Dağlarıyla, ovalarıyla, çam­larıyla, çağlak sularıyla, kayalarıyla, otlarıyla söylese bir bir bu diyarın adsız yiğitlerinin öyküsünü..

Bölümü, Dr Orhan Asena’nın şiiriyle sonlayalım.

Güneyden halktı başlatan savaşı,

Sonra desteklemişti Mustafa Kemal,

En gözde subaylarını göndererek.

Bir Kılıç Ali Bey, kuvayı milliye komutanı

Güneydeki dağınık milislerin.

Bir Ali Saip Bey Urfa’da,

Fransızı yerden yere çalan.

Bir Şahin Bey, Elmalı köprüsü şehidi.

Bir Saim Bey Mamure önlerinde kalan.

Yiğittiler, öldüler, sancak oldular…

Bir Tufan Bey, Kozan’da, Kadirli’de

Bir Doğan Bey, Bir Aslan Bey Bir Sinan Bey,

Nerde bir fırtına varsa orda.

Ve sayısız adsız kahramanlar…

Kaçyüz kilometreyi tutmuş bir cephe…

Ve silah seslerine karışan türkü sesleri,

Ve kaç yüz kilometre boyunca bir destan.

Fransız anlıyordu yavaş yavaş

Kol kapmak isterken kaptırdığını başı.

Çırpınırken dar boğazında Kilikya’nın

Artıyordu can telaşı.

Görüyrdu insanın tükendiği yerde

Başkaldırıyordu yurdun dağı taşı.

Kusmaya başlamıştı yuttuklarını

İlkin Urfa’yı, sonra Maraş’ı.

Anlıyordu tüm olanaklarıyla

Bir uçtan bir uca bütün güney,

Pamuğu Çukurova’nın, buğdayı Harran’ın

Fransız emperyalizmine karşı.

Farkındaydı kaybettiğini yavaş yavaş

Tarihindeki bu en çirkin savaşı.

( Orhan Asena. Kurtuluş Savaşı Destanı. )

DAĞLARIMIZDA DiRENENLERiN

TÜRKÜSÜ

Başına bir hal gelirse

Dağlara gel, dağlara gel

Seni saklar vermez ele

Dağlara gel, dağlara gel.

Rakibe miktarın bildir.

 Yanına civanlar uydur

Zamane dostundan yeğdir

 Dağlara gel, dağlara gel.

Dağlar... Bizim dağlarımız... Güzel Türkiyemizi kuzeyden, güneyden kuşatan, batıya doğuya sıra sıra uzanan, enginli, yüksekli, dorukları karlı, başları dumanlı, koyakları çayırlı, çimenli dağlarımız... Kiminde kekik biter, keklik öter; kiminde gür, gümrah çamlar göklere baş kaldırır...

Dağlarımız güzellemelerin, koçaklamaların da kaynağıdır... Güzelliğe, güzele vurgun Karacoğlan , Toroslar olmasaydı böylesine bir güzellemeler ustası olabilir miydi acep?

Şubat ayı kış yelini kovarken

Çukurova bayramlığın giyerken

Çıplaklığın üzerinden soyarken

Cennet demek sana yakışır dağlar.

Karacaoğlan size bakar sevinir

Sevinirken kalbi yanar göyünür

Kımıldanır hep dertlerim devinir

Yas ile sevincim yıkışır dağlar.

Ya , Bolu Dağları olmasaydı nicolurdu hali Köroğlu Ruşen Alinin? Bir bilin­medik Ali olarak kalır, fakat Köroğlu olamazdı... Yiğitlemeler ustası olarak ün salabilir miydi  o zaman Köroğlu ? Haksızlığa başkaldıran, zulme erkekçe direnen, ezene karşı ezileni koruyan bu koçak yiğit tahtını dağlara kurmuş, o dağların doruklarında bayrak açmıştı.

Hemen Mevla ile sana dayandım

Arkam sensin, kal'am sensin dağlar hey

Yoktur senden gayri kolum kanadım

Arkam sensin, kal'am sensin dağlar hey

Yüce yüce tepesinden yol aşan

Gitmez oldu gönlümüzden endişen

Mürüvvetsiz beyden yeğdir köşen

Arkam sensin, kal'am sensin dağlar hey.

Dağlara ad verip, belleri tutadursun Köroğlu, yıllar sonra, Toroslarda, bir elinde sazı, bir elinde tüfeğiyle Afşar boyunun yiğit sözcüsü Dadaloğlu yaşadı.

Toroslar gümbür gümbür ses verdi onunla. Afşar’ın yiğit haykırışı yankılandı geçitlerde, bellerde. Osmanlı yönetimi, Dadal’ın oymağını zorla bir yere bağlamak istiyordu. Afşarlı direndi. Toroslarda, Çukurova’da görülmedik çarpışmalar oldu. Kardaş kardaşı kırdı kıyasıya... Oysa Afşar göçerdi... Kışın dulda, ılıkça Çukurova’da, yazın soğuk sulu, serin- sağlam havalı, çiçek ve reçine kokusunun yaşama coşku kattığı Toros yaylalarında, güzelce koyak­larında yaylardı... Osmanlıyla başa çıkmak kolay değildi. Afşarın türküsünü Dadaloğlu çaldı, söyledi:

Kalktı göç eyledi Afşar elleri

Ağır ağır giden eller bizimdir

Arap atlar yakın eyler ırağı

Yüce dağdan aşan yollar bizimdir.

Belimizde kılıcımız kirmani

Taşı deler mızrağımın temreni

Hakkımızda devlet etmiş fermanı

Ferman padişahın, dağlar bizimdir

Dadaloğlum yarın kavga kurulur

Öter tüfek davlumbazlar vurulur .

Nice koç yiğitler yere serilir

Ölen ölür ,kalan sağlar bizimdir .

Yiğitliğin simgesi olmuş Köroğlu, gönüllere taht kurmuş dağlar yanında. İstanbul saraylarına sırtını dayayıp halkı soyan Bolu Beyine karşı dağları yurt tutmuş, belleri beklemiş, baç almış...

Tan yeri atanda şafak sökende

Düşmanın üstüne hörelenmeli

Düşman kalkan alıp kılıç çekende

Yiğit onbeş yerden yaralanmalı...

Birinci Dünya Savaşından sonra yurdumuz düşman işgaline uğrarken ilk direnmeler dağlarda başladı. Özgürlüğü dağlar besliyordu... Dağların o dulda koyakları korkusuz yiğitlere mekan oldu. Bizim dağlarımız yiğitlere yuva oldu. Düşman üstüne atılan yiğitler hep, dağlarda hazırlandılar, oralardan hız aldılar. Dağlar güvenleri besliyordu. Bir ana sevgisiyle dağlar, yiğitçe başkaldıranı koruyordu. Güneyde, İngilize, Fransıza karşı ilk direnmeler Amanos Dağlarında başladı. Dağlarda yuvalanan çeteciler Fransız birliklerine baskınlar yaptılar. Korkusuz yiğitlerimiz köprüleri havaya uçurdular ki düşman askerleri ilerleyemesin ve de tankları geçemesin.

Ozan Attila İlhan’ın koçaklamasından öğrenelim Amanosların yiğit direnişçilerini..

Yılların yücesinden şöyle bir seyran edelim:

Bir avuç toprağıma çöreklenmek için

Yürümüş selamsız sabahsız

Destursuz girmiş memleketime

Yedi çeşit Frenk askeri.

Uğursuz bir hava çökmüş

Üstüne memleketimin!

Uğursuz ve karanlık

Çocuklar gülmemiş artık

Sessiz sessiz ağlamış analar,

Oduna giderken vurulmuş

Ve yahut harman yerinde,

Avuçları buğday kokan delikanlılar.

Yalvarmış ihtiyarlar Allaha.

  • Rivayet şöyledir kim-

Dumanlı bir güz akşamı

Şu mor dağlar efendim

Destur demiş de yürümüş

Silkinip kalkmış ayağa.

Toroslar da düşmana hiç tekin görünmüyordu. Çukurova’yı süratle ellerine geçirince pek sevinmiştiler. Sandılar ki, yine öyle süratle  aşacaklar bu ormanlı yüce dağları.. Aşacaklar da, Niğde’ye, Aksaray’a, Ereğli’ye varıp oralara kendi bayraklarını dikecekler. Gökbitimi sonsuz Orta Anadolu düzlüklerine egemen olacaklar. Oysa bilmiyor­lardı ki dağ, ovaya benzemez... Hele Toroslar, binbir gizemiyle, koyağı, karanlık ormanlarıyla, çağlar sularıyla büyülü dağlardır. Ulusal güçleri bağrında sakla­maktadır. Herbir Millici, dağca güçlü, yanardağca öfkeli... Pozantı’da, Belemedik’te, Çiftehan’da birden çıkıp kayaların ardından, bozguna uğrattılar düşmanı. Düşmanın haksız işgaline karşı dağlarda direnenlerin kutsal hakkı vardı. Haklı olanın inancı da haksız olanınkine baskın çıkıyordu. Düşmanın tankına karşı kağnı, son sistem kendiişler silahlarına karşı çakmaklı tüfeğin dehşetli çarpışmasını gördü yüce dağlar, ulu koyaklar.. Toros Toros olalı beri böyle kavga kurul­mamıştı belenlerde, geçitlerde. Çarıklı, kuşaklı köylüler askerlik eğitiminden geçmemiştiler ama, toprağını, yaylasını çiğneyen düşmanın üstün savaş gücüne karşı yiğitçe direndiler. Özgürlüğün türküsünü söyleyerek yürüdüler üstüne sömürgenin, hayının... Ve tepelediler onları; Torosların namusunu kurtardılar.

Ege Dağlarında da efeler, zeybekler, düşmanı ilerletmemek izin tüfeğe sarılıp yaylım ateş açtılar... Bozguna uğrattılar düşmanı. Kentlerde Yunan zulmü almış yürütmüştü. Efeler toplanıp baskınlar yaptılar, birçok kenti kasabayı kurtardılar. Özgürlük bir türküydü dudaklarda. Yunan askeri, babasının malıymış gibi Eğe toprağında ilerlerken söylenmezdi türkü... Efeler türkü söyleyebilmek için yurdun özgür olması gerektiğini biliyordular. Düşmanın üstüne yürüdüler, bırakıp kendi aralarındaki çatışmaları... Yiğitliğin, korkusuzluğun simgesi oldular. Yalnız dış düşmana değil, içteki işbirlikçi hayınlara da doğrulttular silahlarını... Bazı kasabalarda Yunanlarla işbirliği yapan eşraf, mütegallibe vardı. Onlar susturulmalıydı... Halkın direnme gücünü zayıflatıyorlardı... Ve susturuldular; cezaları verildi usulünce...

Ege efeleri, Kuvayı Milliye yiğitleri, düşmana baskın yapadursun, Türkiye Büyük Millet Meclisinin düzenli orduları da kurulmaya başlanıyordu. Fakat, dağlardaki halk direnmeleri sürdü gitti. Aydın Dağları, Demirci Dağları, Simav Dağları, Murat Dağı bağrında barındırdı yiğitleri... Korudu, sakladı... Bu dağlar gazi dağlardır... 26 Ağustos günü başlayan Büyük Taarruzla Yunan Ordusu çözülmüş, çökmüş, bozgun başlamıştı... Karmakarışık, panik içinde, batıya doğru kaçıyordu Yunan askerleri... Emir, komuta kalmamıştı gayri... Yollar, beller can havliyle,canını kurtarma telaşı içinde yüzlerce düşman askeriyle doluydu. Bir Yunan birliği de Dumlupınar’da bozulmuştu; askerler korku içinde kaçıyordu. Bahadır köyünden Murat Ağa adında bir köylümüze yol sordular... Murat Ağa rehber oldu. Gizlice de haber iletti yakınlarındaki Türk birliğine... Sarp yamaçlarda binbir zorlukla geçirterek Murat Dağının, kuytuluk bir koyağına ulaştırdı Yunanları rehber Murat ağa... Yunan komutanı Türk köylüsünün niyetini anlamıştı... Fakat, artık iş işten geçmişti. Bir Türk birliği çevre tepeleri tutmuştu... Düşman kıskıvrak kapana kıstırıldı. Yunan Komutanı silahını Murat Ağaya çevirdi... Murat Ağanın yiğit haykırışı dağ doruklarından yankılandı,ses verdi; "Vur hayın düşman vur!...Bir köylü Murat ölmekle,Türk milletini ölür mü sandın,Vur,hadi vur.!.."

     Doğudaki dağlarımızda da Ermenilere,Gürcülere karşı yiğitçe dayandı,direndi halk ve asker...Yaptıkları zulüm dayanılır gibi değildi. Bıçak kemiğe dayanmıştı gayri. Sonunda Doğu Anadolumuzun dağları ayaklandı. Yığitler, üstüne üstüne yürüdüler düşmanın... Özgürlük için, barış için, kutsal ekmek için Doğu dağlarında nice destanlar yarattı halkımız ve ordumuz... Sonunda, ormanlı, kekikli, çayır- çimenli dağlarımız, yaylalarımız kurtuldu, aslına döndü. Dağlarımızda direnmeler denince, elbette kuzeydekileri de unut­mamalı... Korkusuz yiyebilmek için mısır ekmeğini, türkülerle çekebilmek için denizden ağları, özgürce horona durabilmek için kemençe sesini duyanda... Karadeniz dağları yıllar boyu soluk aldı, soluk verdi... Dağ dağ olmaktan çıktı; canlandı, coşku ya kesti tümden...

Kurtuluş Savaşımızı dağlarımız kazandı bir bakıma... Dağlarımızda dire­nen, savaşan yiğitlerimize selam olsun derken, bu bölümü de Asker Koşması ile bitirelim.

İstiklal Savaşı gençleriyiz biz

Tarihe Koç Türkler diye şan verdik

Yurdumuz azizdir, çiğnetmeyiz biz

Uğruna bu kadar kahraman verdik.

Aç çıplak savaştık tipide karda

Kartallarla avlandık sarp kayalarda

Sakarya önünde, Dumlupınar’da

Ulu Gazimize imtihan verdik.

Soğuklar zalimdi, kışlar amansız

Kuşlar yuvasından düşerdi cansız

Vuruştuk yaralı, hasta, dermansız

Ne aman istedik, ne aman verdik.

Yıllarca ufukta yedi renk bayrak

Sallandı, bizimdir diye bu toprak

Hepsini allara boyadı şafak

Göklere içtiği kadar kan verdik.

Kılıç kınlarından süzüldü kanlar

Al döndü akından kır küheylanlar

Açtı baharımız hep erguvanlar

Dağlara çiçekler armağan verdik.

Murat Dağlarından indik aşağı

Göründü uzaktan Gediz Irmağı

Kuruldu İzmir’e Türk’ün otağı

Vatana yeniden bir vatan verdik.

                                             Samih Rıfat

KENDi KENDiNi KURTARAN

KAHRAMAN  MARAŞ TÜRKÜ

"Maraş bize mezar olmadan düşmana gülzar olamaz. "

Derelerden kar suları taşıyor,

Dağların başına vurmuş dumanı.

‘’Gönül binmiş aşk atına aşıyor’’

Maraşlıya seslenmenin zamanı.

Döşekten yumuşak, kayadan katı

Bindokuzyüz ondokuzun şubatı.

Köpükten yeleli Ahırdağ atı

Alır ötelere de atar insanı.

‘’ Atımı nalladım okka da nalınan’’

‘’ Üstünü çulladım Lahur şalınan ‘’

Türküsünü söyler binip salınan

Yatıp kalan ancak bitkin olanı

                                                       Ankaralı Aşık Ömer

Anadolumuzun güneyi Fransızlarca işgal ediliyor. Sömürgenler aralarında anlaşıp, ülke değiş- tokuşu yapmaktalar. Önce İngilizler sahip çıkmışlardı buraya, şimdi de Fransızlar. Antep’le yetinmemişler. Kuzeydeki Maraş’tan, Ahır Dağlarını aşıp Orta Anadolu yaylalarına yayılmak dilerler. Ama sömürgeci her dilediğini gerçekleştirebilmiş olsaydı bu yazı yazılamaya­caktı. Gelene ağam, gidene paşam demediği için Maraş edeleri, İstiklal Harbimizde  bir destan yarattılar. Beldelerini gazi yapmakla da kalmayıp, ezilenin ezene nasıl sopa atabileceğini dünyaya gösterdiler.

Sömürgeciler, nerede bitek topraklı ülkeler var oralara göz dikmişlerdi. Ama unutuyorlardı ki Anadolu toprakları hiç de Arap topraklarına benzemez. Oraları ele geçirdiklerinde direniş görmediler. Ama Antep’te, ama Maraş’ta yaman aldandılar.

Yenilmediğimiz halde yenilmiş sayıldık. Yengili devletler mal bulmuş mağribi gibi üleşmeye koyuldular topraklarımızı. 29 Ekiminde 1919'un, Maraş kavruluyordu sıcaktan. Ama Maraşlıyı asıl yakıp kavuran bu sıcak değildi. Fransızlar o gün İngiliz komutanı ile görüşmek için Maraş’a gelmişti. , 30 Ekimde de saldırganlar değişiyordu. Kimin malını kime veriyorlardı? Maraşlıya sormuşlar mıydı ?

Bir Ermeni müfrezesi işgal ediyor "Dağında keklik öten, düzünde çeltik biten" güzel Maraş’ı. İşgalciler 4 yüz Ermeniydi ki, düne kadar aynı sokak üzerindeki evlerde yanyana yaşamıştık. Yüzlerce yıl boyunca Türkün hoşgörüsünden yararlanıp varlıklı hale gelen, zenginleşen, Türkün sofrasındaki ekmeği bölüşen Ermeniler birden şımardılar. Konaklarını üç renkli Fransız bayraklarıyla süsleyip, çılgınca sevinç gösterileri düzenlediler.1915’te Suriye Vilayetimize yerleştirilen Ermeni aileler de korkunç bir intikam duygusuyla geri dönüyorlardı. Fransızlardan bağımsızlıklarını isteyeceklerdi ve bunu da kazanacaklarına inanıyorlardı.

 

  Kilikya Ermeni Devleti kurmakta Fransızlar onlara yardımcı olacaklardı. "Kahrolsun Türkler" diye ortalığı gürültüye boğdular. Maraş’ın Ökkeşleri barışcıydı. En güzel at koşumları Maraş çarşısında yapılırdı. En nakışlı yün heybeler orada dokunur, en sağlam bakır kaplar orada dövülürdü. Maraş çarşısının ustaları türkü çağırır gibi çalışırlardı. Biber, pamuk, çeltik ekenek­lerinde Maraşlı hep dost bakışlı, candan gülüşlüydü. Gülten Akın ozanımızdan, dinleyelim:

Adamın su gibi akanıdır Maraşlı

Biberde, çeltikte, pamukta elleri

Sim işler, oyma yapar, edik diker gibidir

Sinsin oynar, halay çeker, diz kırar gibidir.

Ama bir kez " yeter gayri " demesin. Bıçak kemiğe dayandığında gör Maraşlıyı. Toprağına yan gözle bakana dost değildir gayri. Barışcılığı uçup gitmiştir. Maraş işgal edilmektedir. Türk sessizdir. Ama fırtına öncesinin dur­gunluğudur bu. işgalcilerin ellisi Cezayirlidir. İslam, bilinçsiz ve suçsuz. Sömürgenlerin elinde oyuncak. Hiç bir alışverişimiz yoktur onlarla. Daha yakın zamanlara değin Türk Devletinin, Osmanlı’nın koruyucu kanatları altındaydı ülkeleri. Ve yüz kadar da Fransız askeri vardı gelenlerin içinde. Anadolu’nun verimli, bitek ovalarına el koymaya, çarşısını ve pazarını çökertmeye gelmişler.. Sömürmek niyet­leri. Bu sessiz sessiz duran Anadolu dağlarının bir yanardağ öfkesiyle tetik­te durduğunu düşünemediler. Bu yoksul giysiler içinde sessiz duran yanık yüzlü insanların sırası geldiğinde nasıl cengaverleştiğini farkedemediler.

Maraş’ın işgali Anadolu’yu uyandırdı. İşgal, olayları harekete geçiren bir tetik rolü oynadı. Adana, Antep, Urfa ayaklandı. Birleşip dayanışmanın gerekli olduğu ortaya çıktı böylece. Etkili önlemler alma gereği duyuldu. Heyeti Temsiliye, direnmeleri bir düzene sokup, yardım edecekti.

31 Ekim günü Uzunoluk hamamı önünde Ermeniler ve Fransızlar Türk kadınlarına saldırdılar."Burası Fransız toprağı. Peçelerinizi çıkarın !" diye havladılar. Sütçü imam iki Ermeniyi vurdu. Ama onlar Sütçü İmam’ı arayıp da bula­mayınca dayısının oğlunu Zeytinlik’te öldürdüler. Fransız Ermeniyle ortak..Ve intikamlarını böyle alıyorlar.. Maraş’ta ilk Türk kurşunu atılmış ve ilk şehit de verilmişti. Maraş’ta heyecan elle tutulacak, gözle görülecek  gibiydi.       

Sütçü İmam destanını Doktor Orhan Asena’dan dinleyelim bir kez de.

O gün otuzbir ekim, bindokuzyüzondokuz.

Sütçü imam dükkanını açar,

Dükkan Soğukoluk hamamına bakar.

Hamamdan yüzü peçeli kadınlar çıkar.

Tam kırk yıllık görüntü.

Birden bir şey olur, çok değişik,

Kırk yıldır görmediği bir şey.

Üç silahlı ermeni askeri

Kadın kokusuyla iyice kızışmış

Saldırırlar peçeli kadınlara,

Kadınlar çığlık çığlığa…

Unutur tanrının gazabını Sütçü İmam,

Unutur ecri mağfireti,

Unutur bu dünyayı da o dünyayı da,

Unutur kendini.

Birden patlar elinde silah,

Yıkılır üç adamdan biri,

Kaçar ötekiler…

Sütçü İmam kapar dükkanını çıkar.

Çıkış o çıkış.

İlk kurşun atılmıştı ya korkunun gözüne,

Barut kapmıştı ya ateşi,

Yayılacaktı alabildiğine.

Saflar sıkışırken ardından Sütçü  İmam’ın

Kaçılıyordu önünden dağlar…

(Orhan Asena.  Kurtuluş Savaşı Destanı)

Ozanımız Gülten Akın’a  kulak verelim yine.

Uzunoluk Caddesinde gün akşama döndü

indirdi çarşılar kepenklerini

Şen ezgiler,mutlu kahkahalarla

Açılan Ermeni evlerine karşı

Bir top kara kumaş oldu

Dürüldü kendi üstüne

Türk Mahalleleri.

O Cuma, camilerde namaz kılınmadı

Bağırdı halk

Bayraksız namaz kılınmaz

Tutsağın  namazı kabul olunmaz.

Maraş’ın Ökkeşleri ateş almayı bekleyen kav gibiydi. Karşılık olarak Fransızlar önlemlerini aldılar. Ermenileri silahlandırdılar. Silah Bırakışmasıyla kapatılıp mühürlenmiş Türk cephaneliklerinden alınmıştı bunlar. Tarihin acı bir cilvesiydi olanlar. Yenilmediğimiz halde yenilmiş kabul edilip de kullan­maya fırsat bulamadığımız silahları düşman bize karşı çeviriyordu şimdi.

Şikayetleri arttı Maraş’ın Türk halkının. Ermenilerden "illallah" dediler. Zulüm, kıyım yağma, saldırı rüzgarıydı Maraş’ın üzerinde esen. Yine de Fransızlar Adana’dan Cezayirli süvariler getirdiler. Maraş’ta güçlerini arttırdılar. Fransız albay Andrea’nın Maraş Askeri valisi olması  sevinçten çıldırttı Ermenileri. Türkleri kışkırtmak için her olayı bahane ediyorlar, şehirde kargaşalıkların çıkmasını istiyorlardı. Kargaşalık çıksın ki , bu toprakları sahiplensinler ve Türkler de göçüp gitsin. Ermeni Konakları ışık içindeydi. Türk evleri ise küskün, ışıklarını söndürmüş ve düşünceli, bungun... Ermeni zenginleri Fransız askeri valisi şerefine her gece balo veriyorlardı. Yıllardır bu günleri bekliyorlardı. Sevinçle yiyip, neşeyle içiyorlardı. Böyle bir eğlence sırasında Hırlakyan Agop’un konağında, komutan dans etmek istediğinde, hıyanetini dişiliğiyle gizleyerek,  tiz sesiyle haykırdı Virjiniya, Fransız komutana :

"Kalede hala Türk Bayrağı dalgalanırken,  sizinle dans edemem komutan !."

Kasımın 28'inde halk, sabahleyin uyandığında ,kendi bayrağını dalgalanırken göremedi. Kaledeki direkte Türk’ün ayyıldızı değil, Fransız bayrağı vardı.

Maraş Türkü tek bir gövdeyle öfke oldu; hınç oldu. Bu, bardağı taşıran son damlaydı. Bir bildiri yayınlandı. Maraşlıya soruluyordu: "Dedelerinin kanı karşılığında fethettiği kalenin burcundaki Al Sancağın Fransızlarca indirildi. Acaba sende bunu yerine koyacak bir kaç damla Türk kanı yok mu?”

Maraş heyecana kesti. O gün Cuma idi. Egemenlik olmayan yerde, toprağı düşman işgali altında olan, kalesinde düşman bayrağı dalgalanan beldede Cuma namazı kılınamazdı.

İsmail Habip Sevük’ ten dinleyelim." Cuma günü Ulu Cami dopdolu. Apansız bir haber: Kaledeki Türk Bayrağı yerine Fransız bayrağı çekilmiş. Derhal binlerce yiğit, kol kol, ellerinde silah, önlerinde bayrak, tepeden yağan keşif düşman ateşine rağmen devrilenlerin üstünden saldıranlar sıçrayarak işte bir hamlede kaleye çıkmışlar ve düşman tepelenip al bayrak tekrar yerine dikilmiştir."

Burçları ilk aşan Onbaşı Osman

Yerden kaldırdı bayrağı

Öpüp direğine astı

Ve kinden gözleri kuruyan halk ilk kez ağladı

ilk kez bağıra bağıra and içti.

" Maraş bizlere mezar olmadıkça düşmana gülzar olamaz. "

Ermenilerin düşleri tuz- buz oldu. Kırıldı. " Bir bez parçası için bu kadar gürültüye ne gerek var?" diyorlardı. Vatansızdılar. Bayraksızdılar. Bayrağın ne demek olduğunu elbet bilmeyeceklerdi.

Bu olay Maraş Ökkeşlerine yeni bir güç verdi. Edik giyen edeler, Fransızla birleşip de Türk’e yaşama hakkı tanımama kararında olan Ermenilere karşı direndiler. Çarpıştılar. insanca yaşamanın da savaşını verdiler. Öldüler, kalblere gömüldüler.

Maraş denilince ilk akla gelen " Kahraman" dır. Kendi kendini kurtaran beldedir. İstiklal madalyasını kazanmış gazi bir halkın şehridir Maraş.

Yirmiüç gün süren savaşlardan sonra, düşman işgalinden kendi gücü ile kurtulmuştur. Maraşlı edeler, canları pahasına bir savunma ve direnmeyle yerli hayınları, yabancı saldırganları söküp atmışlardı. Maraş düşmana yar olmadı. 12 Şubatında 1920 yılının, çekilip giderken Fransızlar, artlarınca Ermenileri de sürükleyip götürdüler. Gitmeleri zorunluydu. Çünkü ekmek veren toprağa hiyanet etmiştiler. Kendi kendilerine, yaşama hakkını ortadan kaldırmıştılar. Türkün sayesinde zengin olup da nankörlük yapanın sonunun hiç de iyi olmadığını bütün bu olanlar ispat ediyordu.

Ovasında çeltik biten, dağında keklik öten Maraş özgürdü, mutluydu.

Zorla hele hiyle ile

Toprağına girildiğinde

Satıldığında gavura yöneticileri .

Verir savaşını, kahraman olur.

Maraş kurtuldu. Çakmakçı Sait, Nasıroğlu Mehmet, Sütçü imam, Tıyekli Kadir bayrak bayraktı gönüllerde. Kimi gazi, kimi şehit... Ama bütün Maraş kahramandı. Tüm Maraşlı tek bir gövde gibi, adsız kahramandı..

Yirmiüç gün süren cenklerin anısı türkülerde yaşıyordu artık.

Bir beşli mavzer onbeş liraya

Alın arkadaşlar, namus günüdür

Mercimek tepeye çıktığın duyduk

Oniki cepheden saldırıp vurduk.

Maraşlı hiç bencil olmadı. Onun kitabında yazmazdı bu.  Kurtuluş bütün Anadolu için olmalıydı. Yalnız bir Maraş kurtulmuş, yeter miydi? Edeler, yiğitler, Ökkeşler koştular çevrede işgal altındaki şehirlere. Antep’e ve Urfa’ya ve Adana’ya. Düğüne gider gibi, dillerinde türkülerle... Davul, zurna ile uğurlanarak, halaylarla coşup, özgürce haykırarak...

Dayan Anteb dayan, Maraş geliyor....

Antep de kurtulup, gazi olacak, sömürgene bir zorlu dayak da orada atılacaktı... Gazi Mustafa Kemal yedi yıl sonra Maraş savunmasını şöyle anlatıyordu. : " Güney bölgelerinde yabancı kuvvetlerce silahlandırılan Ermeniler, koruyucularından yüz bularak bulundukları yerlerdeki müslüman­lara saldırmakta idiler. Öc alma düşüncesiyle her yerde acımaksızın öldürme ve yok etme yolunu tutmakta idiler. Maraş’taki o acıklı olay, bu yüzden mey­dana gelmişti. Yabancı kuvvetleri e birleşen Ermeniler, top ve ağır makineli tüfeklerle Maraş gibi eski bir müslüman şehrini yerle bir etmişlerdi. Binlerce güçsüz ve günahsız ana ve çocukları tepeleyip, yok etmişlerdi. tarihte bir benzeri görülmemiş olan bu yırtıcılığı yapanlar Ermenilerdi. Müslümanlar ancak namuslarını ve hayatlarını korumak kaygısıyla karşı koymuşlar ve savunmada bulunmuşlardır. 20 gün süren Maraş kırımında Müslümanlarla birlikte şehirde kalan Amerikalıların, bu olay üzerine İstanbul’daki temsilcilik­lerine çektikleri tel, bu acıkıl olayı yaratanları yalanlanamaz bir biçimde göstermekteydi. "Maraş’ta, Antep’te, Urfa’da önemli savaşlar ve çarpışmalar oldu. Sonunda düşman kuvvetleri buradan çekilmek zorunda bırakıldılar. Bu başarıların kazanılmasında başlıca etken olan Kılıç Ali ve Ali Saip Beylerin adlarını anmayı ödev sayarım".

Maraş yiğitlemesini ozan doktor Ceyhun Atuf Kansu’nun şiiriyle sonlayalım.

İstanbul uyuyordu köpeksi bir güneşte

Maraş uyanmıştı ay bıçağında

Namlusuydu halkın bir çift göz

Dönüşmüştü yürek namuslu bir tüfeğe

Sütçü İmam çaktı ateşi

Otu tutuşturdu Uzunoluk çarşısında

Süt verici Ahır dağı yaylağını

Ak kadın eli kokan yoğurdu

Kurtarmak için Yörükler töresini..

Maraş halkı acıya alışıktır

Aşına bol kırmızı biber kattığından

Asma yeşili Maraş ovasına güneş inmeden

Çarşı uyanıp kalktığından

Maraş oğlu sever ateşi ve işi

Bakırı duru su güğümle eğitirken.

Acı, ateş ve işten geçen halk oğlu

Bilir toprağı, ocağı, çarşısı için dövüşmeyi

Ünlüdür, Maraş yörüğünün kadın bölüğüne saygısı

Bin dokuz yüz ondokuz ekim günleri, tanık.

Sütçü İmam bir elinde yayla kokusu

Bir elinde dua çiçeği

Sütü kaymağa çevirdiğinden şimdi

Gidiyordu tapınağına inancının

Sözlerini bir öğütün namlusuna yerleştirmek için:

Kardaşlar, Maraşlılar yılgın sanarlar bizi

Örttüğümüzden coşkulu kaynak gönlümüzü

Çarşımızı bozdular ilk önceden,

Bölük bölük ettiler bizi, yıkıp işliğimizi

Bir kardeşlik çeşmesinden içiyorduk

Diriltici dağ suyunu, ağuladılar yağmurumuzu.

Ben kutsal kitapta gönlümün davarını

Yaylatan ve süt çeken gökyüzü otlağından

Maraşlı kardaşımız derim size

Oğuzlu çoban otundan direnci büyüterek:

Yılgın değiliz biz, yılgın olamaz yaşayan halk

İşte Maraş :

Andırın ormanlarından kuşlar

Ahır dağlarından ne avcılar çıkar

Elbistan bozkırından ne yiğitler

Komazlar ezincin ahını kimsede !

O gün yitti Sütçü imam altı patlar tabancasıyla

Yere yıkıp yılgınlığın utancını çarşı başında

Bayrak bir dokuma çıkrığıdır

Dokur doğum kanını bir halkın

O gün başlar Maraş direnmesi.

Sorar da Maraşlılar :

Nerdedir Sütçü İmam ?

Bertiz köylerindedir belki, bağ bozumunda

Köylü pekmezi bağımsızlık kanına dönüştürmede

Nerdedir? Belki de Nurhak dağlarındadır

Ağıdın çimenini çevirmektedir kurtuluşun ak sütüne !

ANTEP:

DESTAN YARATAN GAZİ BELDENİN YiĞiTLERİ

Atına binmiş de elinde dizgin

Vardığı cephede hiç olmaz bozgun

Çeteler içinde Yılan’ım azgın

Vurun evlatlarım namus günüdür.

Sürerim sürerim gitmez kadana

Fransız kurşunu değmez adama

Benden selam söylen nazlı anama

Vurun evlatlarım namus günüdür.

Karayılan der ki ,harbe oturak

Kilis yollarından kelle getirek

Nerde düşman görsek orda bitirek

Vurun evlatlarım, namus günüdür.

30 Ekim 1918...Türk'ün gönlünde bir buruk acı vardır. Dört uzun yıl sür­müş, dünyayı kana bulamış bir büyük paylaşım savaşı sona ermiştir. impara­torluklar batmış, yeni devletler ortaya çıkmıştır. Türk askeri Kafkasların buzla­rından Hicazın kızgın kumlarına kadar sayısız cephede yiğitçe dövüşmüş, fa­kat yine de yenik saymıştır. Batan imparatorluklardan biri de Osmanlı Devleti­dir. Artık, adı var, kendi yok bir devlet durumundadır. 1918 Ekim'inin 30'unda Mondros silah bırakışması imzalanır, yani Mütareke... Gözü doymaz sömür­gen Avrupalı mal bulmuş mağribi gibi, yağmalarcasına topraklarımıza saldır­maya başlamıştır. Haritaları önlerine serip, her karış toprağında Türkün kanı olan, vatanlaşmış toprakları bölüşmektedirler aralarında.

Anadolumuzun güneyindeki üzüm, çam fıstığı, zeytin cenneti Antep de İngilizlerin payına düşmüştür... Sonraları aralarında anlaşırlar ve bu topraklar Fransızlara devredi­lir... Kimin malı kime veriliyor? Antepli ne diyor bu işe? Razı mıdır? Sormaya gerek görmeden, rahatça işgal etmeye başlayacaklarını sanıyorlar...

"Fransız ordusu başta muzıka, gezmeğe gider gibi alaylar, şakalar içinde yola düzüldü. Onlar ilk merhalede, mavi gömlekli halkın kendilerini alıştırdığı gibi bu havalide de, Fransız ordusu gözükür gözükmez, yerlilerin önlerinde hemen rüku edeceğini zannediyorlardı ve hayallerinde girecekleri beyaz kule­lerin üstüne rekzedilecek üç renkli bayrağa gülerek neşe içinde yürüyorlardı. Fakat bir gün fıstık ağaçlarının gölgesinde, billur ırmakların kenarından yürür­ken birdenbire bir mermi sağanağına tutuldular. "Kemallilerin hafif bir eşkıya çetesi olacak" dediler. Halbuki Antep karşısında idiler.

Ve işte o zaman bu zamandır, o gün durdukları yerden bir adım ilerleye­mediler. Dokuz aydır o küçük kasaba, dibi olmayan bir fıçı gibi Fransızların, kafile kafile akın akın getirdikleri bütün askerleri yuttu."

Osmanlı imparatorluğu or­duları, Mondros Silah Bırakışması gereği dağıtılmıştı. Askerler terhis edilmişti. Neyle karşı konulacaktı sömürgenin topuna tankına? Galipler, Anadolu’nun ,artık içinden  asker çıkarmayacağını sanıyorlardı. Devletin askeri yoksa da, halk ne güne duruyordu? Bu ulus doğuştan asker değil miydi? Ve direndi halk. Sipe­rini kazdı, silahını yaptı. Kükürtten ve güherçileden barut, kovadan bomba üretti. Yedisinden yetmişine asker oldu Antepli. Çok tatlı yediğinden özü de, konuşması da tatlıydı, fakat düşmanına ne zehir- zemberek olduğunu gösterecekti... Gösterdi de...

Kilis’ten doğru Fransız geliyordu. Öyle az da değildi. sayıları: 3 piyade ala­yı, 2 yüz  süvari, bir top bataryası ve dört tank...

Ezmek isteyenle ezilmek iste­meyenin korkunç kapışması 1920 Nisanının birinci günü başladı. O günlerde Şahin Bey Antep'e gelmiştir. 2 yüz  yiğit toplanır yanına. Silahları derme çatma­dır. Fakat düşmanı Antep'e sokmamak için köprüleri uçururlar; düşman ilerle­yemez... Köprüleri onarıp geçmek ister işgalciler. Şahin Bey ve müfrezesi izin ver­mez. Fransız öfkelendikçe Türk kükrer, arslanlaşır... Fransız, ordularla saldı­rır, Türk bir avuçtur, önlemeye çalışır işgali.. Fakat, Fransızda saldırganın inançsızlığı, Türkte ezilmek istemeyenin haklı öfkesi ve inancı vardır.

Antep neden önemliydi Fransa için? Sömürgen inatçıydı, doymak bilmiyor­du. Suriye vilayetimizi yutmuştu. Fabrikalarının çarklarının durmadan dönebilmesi için hammadde gerekliydi. Pamuk, yün, fıstık, zeytin, üzüm, maden ge­rekliydi. Yerli pazarları çökertip kendi malları için pazar açması gerekiyordu. Sömürgeciliğin kuralları böyle işliyordu. Acıma sözcüğü yoktu sözlüklerinde... Ve Antep sömürgenin iştahını kabartıyordu. Peki, sormuş muydu Fransız, An­tepliye? Razı mıydı sömürülmeye, alın terini kaptırmaya şahanlar? Şahin Bey dayandı şahanlarıyla. Direndi Türklüğü ile... Fakat, ne yazık... Düşman dur­madan destek alıyordu ve şahanlar her çarpışmada eriyorlardı. " Düşman be­nim cesedimi çiğnemeden giremez Antebime" diyorlardı... Köprü başında şehit ettiler gencecik Şahin Beyi. Verdiği sözü tutmuştu. Antep'li gaziler türküler yaktı yiğit şehitlerine..

Uyan Şahin uyan, yaran çok mudur?

Düşmandan öcünü alan yok mudur?

Saplanan bağrına yoksa ok mudur?

Vardı düşmandan intikam alacak. Antepli, Şahinin yerini tek bir gövde olarak al­mıştı. Fransızlar daha tanıyamamıştı Antep ve Antepliyi. Sandılar ki, Şahin or­tadan kalkınca Antep' e girmek mümkün olacak. Girecek ve de Antepli onları güle oynaya karşılayacak... Fakat, yaman aldandılar. Bilmiyorlar ki Türk kırılır fakat eğilmez. Bütün Antep Şahinleşti. Şahin gitti, Özdemir Bey geldi... Kılıç Ali geldi. Yedisinden yetmişine, düşmanı beldelerine sokmamak için direndiler. Ayağından düşman kurşunu ile yaralanmasına rağmen elinden silahını bırak­mayan Mehmetlerin şehriydi Antep, Bomba sağanağı altında evler çöküyor, fa­kat inançlar çökmüyordu. Fransız inatlaştıkça vahşileşti. Antepli" Seni sokma­yacağım şehrime" diye kükredikçe barbarlaştı. Camiler topa tutuldu; minare­ler birer hedefti. O güzelim Antep yıkıntılaştı, o rayihalı güller yetişen bahçeler çölleşti. Fakat 11 ay ve 9 gün, insan üstü bir çabayla savundu şehrini Antepliler... Daha beş yıl ön­ce "Çanakkale geçilmez" diyen Türk, Antep’i de elbette çiğnetmezdi düşma­na… Yeraltında mağaralar, inler, dehlizler,

bodrumlar silah yapılan yerlere dö­nüştürüldü. Kükürtten ve güherçileden barut, tenekeden fişek kapsülü, kurşun parçasından mermi, kovadan bomba yaptı Antep ..İhtiyaç icadı doğurdu: Her Antepli bir mucit oldu bu savunma savaşı sırasında. En modern silahlarla Antep’e saldıran Fransızlar şaşkınlık içindeydi. Nasıl dayanıyor Antep? Böy­le bomba sağanağı altında bir şehir nasıl direnir? Nasıl karşı koyar? Bunun sır­rı nedir?

Mehmet Sait asıl adım

Yırtıcı kuş adın aldım

Bir atılgan şahin oldum

Yuva tuttum yüceleri.

Gayrı durulacak gün değil

Savaşmanın çağıdır

Çağıdır savunmanın

Ekmeği, ateşi, işi.

Umut fidanını diktim

Kan olup köküne aktım

Karanlığa yıldız ektim

Siperlerde geceleri.

( Nedim Gürsel.1975.Uzun sürmüş bir yaz )

Ağustos'un onüçü... Fransız komutanının sabrı taşmıştır. Sert bir buyruk verir. Şehrin teslimini ister... Teslim bayrağı olarak kaleye ak bir bez çekilecek­tir... Fransızlar öylesine kendilerine güveniyorlar. Fakat, düşleri tuz- buz oldu kaleye baktıkları zaman, Çünkü, ertesi gün, kalede ak bez parçası yerine ay­yıldızlı Türk bayrağı dalgalanmaktadır. Bu ezilmek istemeyenin ezmek isteyene yiğitçe baş­kaldırması, kafa tutmasıdır. Kudurdu Fransızlar, deliye döndüler. Kızgınlıkla saldırdıkça, ölü gibi görünen şehir dipdiri ayağa kalkıyordu. Fakat, Antep’te yi­yecek de tükeniyordu gitgide... Bir gün geldi yiyecek namına kalmadı hiçbir şey. Acı zerdali çekir­deği yediler, zehirlenenler oldu. Suya yatırıp zehirini aldılar, devam ettiler vu­ruşmaya... Aç aç çarpıştılar. Fransızlar iyi besleniyorlardı. Ülkelerinden kon­serveler gelmektedir, hem de koruyup gözettikleri Antep Ermenileri, ağzına kadar dolu gıda ambarlarını onlara açmıştır

Fransızla Anteplinin çarpışması: Tarihte hiçbir savaş böylesine denk olmayan koşullar altında yapıl­mamıştır. Antepli acı çekirdek yemiştir. Fakat helaldir bu ağulu zerdali çekirdeği. Fransızın ekmeğinde ise Cezayir Berberisinin, Senegal zencisinin alın teri vardır. Antep cengi helal lok­ma ile haram lokmanın savaşı olmuştur.

Kuşatma sürmektedir. Antepli öz beldesi­ni savunmaktadır. Fransızlar saldırı üstüne saldırı tazelerler. Tankları hücuma geçer. Fakat, en ilkel, çakmaklı tüfeklerle tanklara dehşetli bir yaylım ateş: Her tank, düşmana demir muhafazalı bir mezardır artık...

1921 yılı Şubatının altısında, Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi Antep’e gazilik rütbesini verdi. Aylardır, eşit olmayan koşullarda dövüşen Antep şahan­Iarına en anlamlı bir armağandır " Gazilik “... Antep Türkiye'nin erdemidir.

Elmalı köprüsünde

Düşmanı yoram dedim

Balaban boğazında

Başına vuram dedim.

Çift kanadım kırılınca

Dört bir yanım sarılınca

Yürüdüm adım adım

Üstüne üstüne ateşin.

Tutuştum şahanca

Bağrıma batınca süngü

Kanımda eridi sanki

Düştüm şahanca

Dostlar bağlayalım sözü

Biz şehidiz; Ayntap gazi

Gönüllere gömün bizi

Gömün bizi.

"İş inada bindi. Çekilip gitmiyor Fransızlar, "Gel buyur" demiyor Antepli... Kahraman olup kahraman görünmemek... Türkün ne güzel tarafıdır bu.... Dıştan bak, ne güzel dersin, bir de içlerine bak, zırhlı bir cengaver çelik kargı­sını gererek duruyor... Onbir ay bütün düşman saldırışlarını kötürümleştirişi­miz cengi yeraltına indirmeyi bilişimizdendi... Yeraltını bodrumlar, sığınaklar, sıçan yollarıyla köstebeklemiştik. Gülle mi yağıyor, yerin altındayız. Düşman mı girdi? Yerin içinden fışkırıyoruz. İn ölümünden kurtul, çık düşmanı kov... Ye­nemediler. Silahımız yenilmedi, erzakımız bitti. Fakat aç midenin dehşeti: Si­perlerimizin gerisine atılan bir beygir ölüsünü kadınlar beş dakikada parçala­yıp paylaşıvermişlerdir... 9 Şubat'a Antep'in düşüşü derler. Ayıptır bu, Antep sadece aç düştü... Vatan hesapla sevilmez. Hesap hayatındır. Türk ölüme na­sıl dimdik bakarmış... Kuş nasıl öter, arı nasıl bal yapar, ağaç nasıl çiçek açar­sa Antep gazasını da öyle yaptık. Damarın içinde kan gibi yiğitliğimiz de kan içindedir... Antep yaptığını Türk olduğu için yaptı. Antep bir şehir değil bir mil­lettir."

    Yetmişbin gülle yedi Antep... Binlerce can yitirdi. Fakat, Türk kahramanlı­ğının örneğini, Çanakkale’den sonra ikinci kez gösterdi dünyaya. Fransızlar, onbir ay dokuz gün saldırdılar da öyle girebildiler. Onlar da çok yıpranmıştı. Kendi ül­kelerinde Verdun, nasıl direncin simgesi ise Anadolu’da da Antep öyle olmuştu... Sakarya Meydan Savaşında Yunan ordusuna vurduğumuz zorlu tokat Fransızları da kendine getirdi. Antep’i asıl sahibine teslim ettiler.

"Antep, sen abidesin. Sen ikinci bir Plevne, ikinci bir Çanakkale’sin. Dünyada bir Türk kaldıkça senin ismin mukaddes tanınacak, dünya durdukça senin gazi ka­len Türklüğün ebedi bir timsali olacaktır."

Vefalı Antep halkı, şehrini düşmana vermemek için canını veren yiğitlerine ağıtlar , türküler yaktı.

İlhan Bey dedikleri de oldu bir paşa

Sözü geçiyor dağa da taşa da

Ben de imdat eyliyom Koca Maraş’a

Yetiş yiğidim Antep yanıyor

Dağların aslanı İlhan Bey gelsin

Analar da böyle evlat doğursun.

Mulla’nın altında doru kadana

Fransız mermisi geçmez adama

Yetiş yiğidim Antep yanıyor.

Dağların aslanı İlhan Bey gelsin

Analar da böyle yavru doğursun.

Netmeli de benim ağam netmeli

Lüvere de fişekleri itmeli

Almalı cepheyi hücum etmeli

Yetiş yiğidim Antep yanıyor.

Dağların aslanı İlhan Bey gelsin

Analar da böyle evlat doğursun.

Bizde de soydular çulu çuvalı

Böyle mi oldu da dünya duralı

Soramadım çete Mulla’m nereli

Yetiş yiğidim Antep yanıyor.

Dağların aslanı İlhan Bey gelsin

Analar da böyle yiğit doğursun.

Antep: Gazi belde... Şahanlar diyarı... Üzüm, zeytin, çam fıstığı diyarı. Türk'ün onurunu, gururunu kurtaran yiğitlerin şehri... Öğretmen ozan  Mehmet Adem Solak'tan dinleyelim.

"Sonra bir Antep kilimi oturdu gözlerime

Özgürlük güllerinden almış rengini

Şahin destanından, Sakarya Savaşından

Efesinden, dadaşından, beyinden, paşasından,

Aç gözlü sömürgene kafa tutar gibi soylu

Bir Antep kilimi...

Ancak ben anlarım onun tarih dolu dilinden".

Yurt güzellemeleri ustası şair Behçet Kemal Çağlar’ın gönlünden  dizeleriyle sonlandıralım bu bölümü.

Sanatımı yeni bir burca daha çekerek

Bir yeni şekva daha bayraktar olsam gerek

       Dünyada  ders verecek bir şanlı mektep demek

       Anasıyla oğluyla kahraman Antep demek.

İstiklal düşmanına bir kere duyduk mu hınç,

Her hız bir Şahin olur ve her hamle bir kılınç.

                        Kanımızı bir arzu tutuşturmasın hele

       Dünya bize dar gelir tutuştuk mu elele.

Atilla’da, Teymur’da, Yıldırım’da bu hızdır,

Onbir ayda 70 bin mermi de faydasızdır.

         Bir kişiye üç mermi, Türk azmini yenemez ;

         Türklük yok oldu denir, esir oldu denemez !

Bir yurt yaptı, gözyaşı, kan, ter kata kata Türk

Başımızda dünyanın en büyüğü Atatürk.

        Bilsin o tarihlerde tek Jan Dark veren millet

        Her Türk ana bir Jan Dark olmaya bekler nevbet.

Önüne birkaç Antep daha çıkacak yarın

Türkün eşsizliğini unutmuş olanların.

       Dünyanın erlik diye nesi varsa hep bizim ;

       Mohaç bizim, Plevne bizim ve Antep bizim.            

                                 *******

iNEBOLU KAYIKÇILARININ TÜRKÜSÜ

Anadolu'nun kalbi Ankara’da atarken, İstanbul suları da kıpır kıpır ve te­dirgindi. İstanbul'un yurtsever Millicileri, Anadolu’ya daha çok, daha doyuru­cu yardım edememenin sıkıntısını yaşıyorlardı. İzmir'den kuzeye ve doğuya doğru işgal alanlarını genişleten Yunan ordusunun bütün silah ve mühimma­tını Büyük Britanya imparatorluğu karşılıyordu. Ya biz ne yapıyorduk o gün­lerde? Mehmetçik için bir mermi ekmek kadar azizdi. Öpüp başa konulacak bir nimetti silah. Birinci Dünya Savaşının sonunda yenik sayılıp da silahları bıraktığımızda, galip devletler elimizi kolumuzu bağlamışlardı. ileri görüşlü komutanlar gerçi Urfa, Antep gibi bazı yerlerde silah depolarını doldurtmuş­lardı... Bunlar ilerde işgal orduları na karşı kullanılacak, saldırganlar kovula­caktı. Fakat çok yerde, düşmanlar, toplarımızı, tüfeklerimizi, cephane sandık­larını alıp büyük depolara yığmışlar ve kapılarına kendi nöbetçilerine dikmiş­lerdi. İstanbul Millicilerinin rahatsızlığı bundandı. Ağzına dek silah dolu de­poları gördükçe içleri sızlıyor, kahroluyorlardı. Oysa o anda Mehmetçik bel­ki de atacak bir tek mermisi kalmadığı için bir yurt köşesini Yunan ordusuna bırakıp geri çekilmek zorunda kalıyordu. Kuvayı Milliye yiğitleri, yeterli mü­himmat olmadığı için, kolaylıkla alabilecekleri bir tepeyi Yunanoğlunun işga­linde bırakıyorlardı. Halkı Yunan zulmünden inim inim inleyen bir beldemiz mühimmat yetmezliğinden kurtarılamıyordu. Ne yapıp edip, düşman ordula­rının elindeki silahların Anadolu Millicilerinin eline geçmesi gerekiyordu. Ulu­sal Kurtuluş ateşinin sönmemesi bu silahlara bağlıydı. 1918 de terhis olup da İstanbul'a gelen yedek subaylar, öğretmenler, eski komutanlar toplanıp görüştüler, Anadolu’ya, Kuvayı Milliye’ye silah gönderecekti...

Bir İngiliz yüzbaşısı  anlatıyor: "İstanbul silah ve mühimmat de­polarından kaçakçılık yapıldığını öğrenmiştik. Depoları korumak görevi ba­na verildiğinden fotoğraflarını almaya, silahlarını saymaya ve özenle izleme­ye başlamıştım. Fakat kaçakçılığı önleyemiyorduk. Türkler, barut mahzenle­rinde rahatça sigara içiyorlar, bir kaç tahta kırarak ateş yakıp yemek pişiri­yorlardı. Patlayıcı maddeleri hiç telaş etmeden taşıyorlardı... Kaçakçılık sür­dü gitti...”

Nöbetçilerin Hindli müslümanlardan olması bazen işe yarıyordu. Millici­lere yardım ediyordu onlar, Zavallı Afrikalı zenciler, efendilerinin buyruğuna karşı gelemiyordu. Bazen kavga çıkıyor, kan dökülüyordu. Tığ gibi Karade­niz uşakları, sandık sandık cephaneyi omuzlayıp dolduruyorlardı sandallara, kayıklara, takalara... Kutsal bir uğraştı bu... Dökülen kan, akıtılan ter kurtu­luş içindi. Yaptığı işten bir karşılık bekleyen yoktu. Fakat, kayıklara yükle­mekle bitmiyordu işler. İstanbul Boğazı, Karadeniz tekin değildi; savaş gemi­ leri, ganbotlar, denizaltılar cirit atmaktadır... Projektörlü düşman gemileri su­ları tarıyor geceleri... İngilizler silah kaçıran tekneleri yakaladıkları zaman batırıyorlar. Millicileri tutuklatıp götürüyorlar. Silah kaçakçılarının içleri kan ağlıyor. Üzüntüden kahrolarak yakılan, batırılan takalarını seyrediyorlar. Boğazdan yakalanmadan çıkanlar için de tehlike atlatılmış sayılmazdı. İngiliz, Fransız, Yunan savaş gemileri devriye geziyorlardı. Poyraz da, lodos ve so­ğuk da işleri aksatırdı bazen... Fakat Kuvayı Milliye’yi silahsız bırakmamak için tüm bu engellerle savaşılacaktır, başka çare yoktur. Karadeniz uşakları bir düşman gemisi görende hemen önlemlerini alırlar. Yurtseverliğin gereklerinden biri de sırasında kurnaz olmaktır... Göz göre göre yakalanmak ni­çin? Sürer gider kutsal yolculuk... Nerede bitecektir? Ankara’nın iskelesi demek olan İnebolu’da... O yıllarda İnebolu, mendireksiz, rıhtımsızdır... Vapur­lar, mavnalar açıkta demir atar. Fakat, İstanbul’dan yola çıkalı en aşağı bir hafta olmuştur. Mavnalar, takalar daha rahat yanaşabilirler kıyıya. Yanaşma­salar da ne gam? İnebolu kayıkçıları ne güne duruyor? Karadeniz kayıkçıla­rı denilince ilk akla gelen İnebolululardır. Şundan ki ekmeğini denizden, ka­yıkçılıktan yemektedir bu diyarın insanları... Kayık, onlar için ekmek tekne­sidir... Ve de namuslarıdır... İnebolu önlerinde iyice azgınlaşan, kuzey rüz­garlarına tam açık olduğu için kayıkta ayakta durmanın bile babayiğitlik sayıldığı Karadeniz’de, gelen silahları, mermileri sandık sandık, ancak İnebolu kayıkçıları taşıyabilir karaya... İnebolu evleri hem birbirine hem de denize bakar... Haberleşme bu yüzden kolaydır. Yedisinden yetmişine İnebolu insa­nı kıyıya dökülür... Sanki bir şenlik var... Denizden insan kaynamaktadır... Sanki oynak dalgalar kemençe çalmakta ve insanlar cephane değil, gelin götürmekteler... Bu bir güzel imecedir; bir coşkulu düğündür... Kıyıya yakla­şamayan gemiye doğru aynı anda yüzlerce kayık dalgalarla boğuşa boğuşa ilerlemektedir. Gemiye yanaşan kayıklar sandık sandık cephaneyi aldığı gibi, kıyıya doğru dümen kırar... Kıyıya bırakır, geri döner... Kayığını yükler, yi­ne götürür, bırakır kıyıya... Bir coşku içinde, kutsal bir davaya gönülden inanmış insanlara özgü bir sevgiyle sürer gider bu çalışma... Çocuklar, ka­dınlar, yaşlılar, kaptıkları gibi cephane sandıklarını, içerilere taşırlar... Neden ki, İngiliz, Yunan savaş gemileri, babalarının deniziymiş gibi Karadeniz’de ci­rit atmaktadır ve topa tutmaktadır istedikleri yeri... Öyleyse sandıkları İnebo­lu’nun arka taraflarına götürüp yığmak gerek... Ve boşaltılan kayıklardan sonra bu da oldu. Kağnılarla, omuzda, sırtta, kucakta Kastamonu, Çankırı üzerinden Ankara’ya ve Sakarya boylarına doğru, kesintisiz bir zincir, bir kut­sal taşıma işi gerçekleştirildi... Köyden köye, kasabadan kasabaya aktarıla­rak... Batı cephesinin Mehmetleri silahsız bırakılmadı... Anadolu zaferinin kazanılmasında İnebolu ile cephe arasındaki yollar kan damarıydı... Can da­marıydı... Analar, bacılar, kar ve çamura, Ilgaz Dağlarının çamlar deviren fır­tınalarına göğüs gerdiler. İnebolu- Sakarya arası sekiz, on gün sürerdi kağ­nılarla... Kutsal emanetleri namus bildiler, taşıdılar, taşıdılar... Çift sürer, ekin eker, buğday biçer , harman savurur gibi... Şikayetsiz, sabırla... İnebolu, zafere kan veren damarın başlangıcıydı. Hiç aksatmadan bu damar besledi zaferlerimizi...

   Malta sürgünü Hamidiye Kahramanı Rauf Orbay, özgür kalınca İnebolu’dan Anadolu’ya giriş yapar. Kangırı (Çankırı) üzerinden Ankara’ya gitmek için yola çıkar. İzlenimlerini şöyle anlatır : ‘’ 8 Kasım 1921 Salı günü, Kangırı yolundayız. Sabah erkenden hareket ettik. Arızalı ve dağlık araziden geçerek, gruba bir saat kala Kangırı’ya vasıl olduk. Şehir dışında mutasarrıf, belediye reisi, askerlik şubesi reisi eşraf ve davul zurna ile istikbal olunduk. Halk hakikaten bize karşı samimi, güleryüz gösteriyor. İnebolu’dan buraya kadar cephe gerisindeki geri hizmetlilerin yüzde doksanının, kadınlar tarafından , erkekleri mahcup edecek derecede gayret ve fedakarlıkla yapılmakta olduğunu görmekteyiz. Bu fedakar kadınların arasında emzikte çocukları olan mübarek analar da var. Yavruları kucaklarında, kağnıları önlerinde, üvendireleri ellerinde, Ankara’ya ve cepheye cephane naklediyorlar. Allah bu millete yakında necat ve uzun müddet sulh ve saadet nasip edecektir. Bu millet buna hakkıyla istihkak kesbetmiştir (Rauf Orbay.2004. Siyasi Hatıralarım. S.370 ).

İnebolu denilir de hiç akla" Şehit Bacı" gelmez olur mu? Fırtınada cepha­ne taşıt kolundan bir kağnı kara saplanmıştır. Askerler aramaya çıkarlar. Kağnıyı bulurlar. Cephaneyi ıslatmamak için eski bir yorgan örtülmüştür. Don­muş yorganı kaldırınca bir kadın çıkar ortaya. Üvendiresi elinde, ıslatmamak için cephaneyi kucaklamış, donakalmıştır orada.. Otlara sarılı silahlar çıkar alttan. Bir çocuk sesi duyulur o sıra... Donmaktan kurtulmuştur çocuk. Kah­raman Türk anası, Mehmetçiğin düşmana karşı kullanacağı silahla çocuğu­nu  bir tutmuştur. Askerler gözyaşlarını tutamazlar. Ağlaya ağlaya selam dururlar. Kastamonu’nun Azdavay ilçesinin Seydiler köyünden gelenler kahra­man şehit bacıyı, gözyaşları içinde, bebeği bağırlarına basarak götürürler..

Bugün anıtı dikilmiştir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, İnebolu’nun yiğit kayıkçılarının özverili çalışmalarını unutmadı. İstanbul Millicilerinin gönderdiği silahları İnebolu kayıkçıları Sakarya boylarına, Kocatepe’ye iletmeseydiler bu kutsal savaş belki de kazanılamazdı. Onun içindir ki Türkiye Büyük Millet Meclisi onlara İstiklal Madalyası’nı layık gördü... Bir topluluk olarak bu anlamlı, gurur veren madalyayı yalnız onlar aldılar... Ulusal Kurtuluş Savaşımız yalnız cephelerde kazanılmadı... İnebolu kayıklarında, Karadeniz kıyılarında, Ecevit geçitlerinde, Ilgaz ormanlarında da kazanıldı... İnebolu kayıkçılarının büyük zaferde katkıları unutulmaz, unutul­mamalı...

                               *****

TÜRK  ULUSU :

KURTULUŞ SAVAŞLARI ÖNCÜSÜ

Kar yağıyor yağıyor; daha sık daha dolgun,

Yüzünü dolduruyor bir akşam yolcusunun.

Bu yolcu kar içinden,fışkırmış gibi yerden,

Canlanan bir heykele benziyordu: mermerden.

Adımını atacak ne bir set var ne pusu,

Ne bu ölüm nefesli tipidendi korkusu,

Tufan bile boşansa bu kudreti yıldırmaz,

Yürüyor ; durmaksızın, dinlenmeksizin biraz.

Kurtuluş Savaşımızda binbir zorluğa karşın zafere doğru, yılmadan ve kor­ku duymadan yürüyen Türk Halkı için yazılmış destanda böyle deniliyor. Kor­kunç düşman güçlerine yiğitçe göğüs geren bir ulusa da ancak böyle övgüler dizilir, destanlar , türküler yakılır. Biz o kavgada, 1919 dan 1923’ lere değin süren o 4 yıldan fazla zaman içinde yalnız Yunanoğluna. Fransız’a, Ermeni’ye, Gürcü’ye, Pontusçu Rumlara , iç hayınlara, yerli işbirlikçilere karşı çarpışmadık... Düşman çoktu: Açlık da, so­ğuk da, hastalık da acımasız birer düşmandı.

Türk insanının dünyasını, iç yapısını,özelliğini en iyi değerlendiren insan, hiç kuşkusuz Mustafa Kemal Paşa olmuştur. Türk İstiklal Harbi’nin asıl insan kaynağı Anadolu’yu en iyi tanıyan da O olmuştur. O’nu dinleyelim. “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi gerçek müstahsil olan köylüdür. O halde herkesten daha çok reah, mutluluk ve servete layık olan köylüdür. Bunun için TBMM hükümetinin iktisadi siyaseti bu asli gayeyi sağlamaya matuftur. Efendiler! Diyebilirim ki, bugünkü yıkım ve yoksulluğun tek sebebi bu gerçeğin gafili bulunmuş olmamızdır. Gerçektir ki, yediyüz yıldan beri cihanın dört bir köşesine göndererek kanlarını akıttığımız ve yediyüz yıldan beri emeklerini ellerinden alıp savurduğumuz ve buna karşılık daima tahkir ve tezlil ile karşılıkta bulunduğumuz ve bunca fedakarlık ve bağışlarına karşılık nankörlük, küstahlık, cabbarlıkla uşak seviyesine indirmek istediğimiz bu gerçek efendinin önünde saygı ile gerçek durumumuzu alalım.”

Anadolu insanının içinde bulunduğu yoksulluğu ozan öğretmen İzzet Çetin’den dinleyelim :

Yoksulluk babamdan kalma bir servet

Harcarım harcarım bitmez

Bir karaduman gibi,

Bastırdı bizi

Bastırdı kara-yokluk

Kara - kışta

Evlerimizi.

Dünya kuruldu kurulalı, insanlar birbirleriyle çarpışmaya başladı başlayalı haksızlıklara karşı haklılar baş kaldıralı beri, hiçbir savaş böylesine eşit olma­yan koşullarda yapılmamıştı. Düşmanın, kağnımıza karşı tankı, çakmaklı tüfe­ğimize karşı mitralyözü vardı. Kendi halinde, yoksul yaşayan insanlarımızın ya­şadığı köyleri bombardıman eden dev savaş gemileri, dretnotları vardı... Bizim bir tek düzenli işleyen motorumuz bile yoktu. Demiryollarımıza düşman el koy­muştu. Ovalarımızın pamuğu, pirinci, buğdayı, yaylalarımızın elması, üzümü, tütünü, cins atları, ipekçe yünlü koyunları, hırsızlama düşman ülkelerine taşı­nıyordu...

Kurtuluş Savaşımızda yalnız Kuvayı Milliye yiğitleri değil, Türkiye Büyük Millet Meclisinin boz giysiler içinde yanık, kavruk Anadolu Mehmetleri değil, on­ların anaları, babaları, bacıları, kardaşları da savaştı... Nasıl? Tüfek elde, da­yangalarda erkeği ile yanyana, sömürgeci düşmana kurşun sıkarak... Sırtında ve de kağnısıyla Mehmedine silah, cephane yetiştirerek... imalatı Harbiye atöl­yelerinde fişek yaparak... Yayıp büyüttüğü buğdayın ununu evine ayırmayıp, si­perlerde yarı aç yarı tok, düşmanla çarpışanlara vererek...

Anibal Kartaca kadınları sayesinde görkemli Roma ordularına direnmişti. Çünkü Kartaca’nın yiğit kadınları Roma ordularına karşı çarpışan erkeklerine yardım için saçlarını kesip ucuca ulayarak halat örmüşlerdi. Türk kadını ise sa­çını değil, canını verdi; savaşın ta içinde yer aldı. İstanbul millicilerinin kaçırıp da İnebolu kayıkçılarının karaya çıkardığı sandık sandık cephaneyi köy kadınla­rı taşıdı Sakarya bozkırlarına... Köyden köye ileterek... Elden ele aktararak... Kutsal bir görevdi yaptıkları. Fakat onlar güvenlik işleri saydılar bunu. O bitmez tükenmez tozlu yollar değildi yalnızca soluk alıp veren... Bütün yurt yüzeyi tüm coşkuya kesmiş, tam tetikte, ordumuzu, son ordumuzu destekledi. Analar, Mehmetlerini cepheye gönderirken artık ağlamıyordu: Giden, Yemen’e değil, Fizan’a, Galiçya’ya değil, kendi yurdunu kurtarmaya gidiyordu. Tokat’ın yolları taşlı da olsa, onbeşliler askere de alınsa , artık yaşlı değildi kızların gözü. Ana­dolu, kurtuluşu için nesi var nesi yoksa verdi. Şikayetsiz verdi. Çünkü, verdiği boşa gitmiyordu. Verilen, Anadolu’nun kurtuluşu içindi. Yunan askerlerinin elin­de son sistem silahlar vardı. İngiltere, yoksul ulusları sömürerek Yunan ordu­suna yardım ediyordu. Fabrikalarının çarkları hep Yunanlar için döndü. Yunan askerlerinin yalnız silahları mı üstündü? Yediklerini de İngiltere vermekteydi. Yoksul Hind halkının ürettiği besinleri İngilizler Yunan askerlerine yediriyordu. Tatlısı, tuzlusu eksik değildi. Konserve gıdalar çeşit çeşitti. Kurtuluş Savaşımız helal lokmanın haram lokmaya karşı savaşı idi. Ya giysilerdeki eşitsizlik? Türkiye Bü­yük Millet Meclisi, askerini ancak boz giysiler içine sokabilmişti. Yazlığı da kış­lığı da oydu işte. Sakarya boylarının kışın sazak soğuğuna da, bozkırın yaz  sıcağına da aynı giysilerle dayanmak zorundaydı. Oysa Yunan için çalışıyordu Britanya’ nın dokuma fabrikaları... Mısır halkının, terini toprağa damlata damlata, suyun buğu olup uçtuğu o Nil sıcağında, sıtmadan titreye titreye yetiştirdiği pamuk, Avustralya halkının yetiştirdiği koyunun yünü İngiltere’ye taşınıyor, koca koca fabrikalarda kumaş oluyor, dikimevlerinde giysiye dönüşüyor, Yunanoğlunun sırtına veriliyordu. Anadolu sıcaklarına ve soğuklarına uygun... Yazlığı ayrı, kış­lığı ayrı... Ve Türkiye Büyük Millet Meclisi, erlerine giydirdiği giysinin aynısını generallerine, subaylarına da giydiriyordu. Başka çaresi yoktu çünkü. Bir ölüm kalım savaşı veriyorduk... Sakarya Savaşı günlerinde Mustafa Kemal Paşanın çizmesinin altı delikti.. Türkiye Büyük Millet Meclisi Ordularının Başkomutanının yedek bir çizmesi , bir ikinci çifti yoktu.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, Britanya destekli Yunan ordusuna karşı savaşmak , ilerlemelerini durdurmak için düzenli orduyu kurduktan sonra ilk vuruşmalar İnönü dolaylarında oldu. İstiklal Harbimizin ozanı asker Dağlarca anlatsın da biz dinleyelim:

Heyulalar yıldızlarla yükselirler lacivert    karanlıkta,

Uzanırlar korkak boşluğu sere serpe.

Civar arazinin sultanları,

Metris tepe, Kanlı sırt, Adsız tepe.

Sanki dünyanın ilk gecesi, soğuk mu soğuk

İklimler yeni doğmuş, rüzgarlar körpe.

Karın beyazlığıyla daha da kocaman

Metris tepe, Kanlı sırt, Adsız tepe.

Burası bir avuç kahramanın savunduğu yer

Tarihin kulaklarında altın küpe

Burası  Metris tepe, Kanlı sırt, Adsız tepe.

Arkasını Külebi öğretmenimizin duygulu dizelerinden dinleyelim.

İnönü’de iki kılıç karşı karşıya

Aşk olsun birinciye su veren kılıççıya !

İnönü’de iki kılıç karşı karşıya

Aşk olsun birincinin yapıldığı çarşıya!

Birinci kılıca su veren usta

Hakkı, yiğitliği, sevgiyi

Bu kılcın kabzasına işlemiş tek nakışta.

Birinci kılıçla dövüşen yiğit vur ki!

Anandan emdiğin süt helal ola !

Birinci kılıçla döğüşen yiğit vur ki!

Gelinler, çocuklar ağlamıya!

Birinci kılıçla döğüşen yiğit vur ki!

Önü al önlüklü yüzü peçeli

Hanım kızlar nişanlısız kalmaya !

Vur ki anam babam, vur ki kardaşım !

Hayın düşman yurdumuzu almıya !

1921 yılı ortalarında Yunan Ordusu Sakarya boylarını, Polatlı kırlarını işgal ederken , Ankara’ya yaklaşmışken , Anadolu insanının ruh dünyasına bir göz atmakta yarar var... O za­manlar bizim öyle sömürgeci devletlerde olduğu gibi koca koca fabrikalarımız, atölyelerimiz yok... Altıyüz yıldan fazla bir ömür süren Osmanlı Devletini yöne­tenler Anadolu’yu hep unutmuşlar, devlete çekirdek olan bu toprağı, bu öz hal­kı ihmal etmişler, aç ve bir dilim ekmeğe muhtaç yoksul insanımızdan  aldıklarını ya Arap topraklarına, ya Balkan diyarı­na harcamışlardı. Osmanlı Devletinin vebali büyüktü. Anadolu toprağını işleyip değerlendiremediler, toprağının insanının değerini bilemediler, fabrikalar kura­madılar, Avrupa’dan gelecek öteberiyi bekler oldular...

Fakat, bizim bıçakçı ustalarımız vardı. Demir döven, tırpan yapan babacan, pos bıyıklı, insan sarrafı emekçilerimiz vardı. Bırakıp işlerini, pala yapmaya, süngü sivriltmeye koyuldular. Çorum çarşısında, Tokat çarşısında bakır döv­meyi bir yana bıraktı ustalar. Ordumuz için silah yapmaya giriştiler. Maraş çar­şısı, Konya çarşısı bir türkü çağırır gibi, kendi askerimizin eline vereceğimiz si­lahları yaptı. Çekiç sesleriyle inledi çarşılar, yoksul mahalleler... Bu bir kutsal imece idi... Göz yaşartıcı bir yarıştı özgürlük uğruna. Silah Bırakışması imza­landığında tam 20 bin piyade tüfeğinin mekanizması ile binlerce topun kaması galip ordularca sökülmüş, götürülmüştü. Kamasız top bir kütük, mekanizmasız tüfek bir deynek demekti.  Elde tek tük kalmış toplara mermi bulmak olanağı da yoktu. Toplar ayrı, mermiler ayrı idi. Yurtsever Milliciler yılmadı. Bağımsızlığa ölesiye düşkün insanlar bezginliğe kapılmadılar. Bir yandan çarşılarda ustalar, kalfalar, çıraklar silah yapadursunlar, imalat-I Harbiye ustaları da canla başla çalışmaya koyuldular. ilk top kamaları dökülmeye başlandı. Bir köşede küskün yatan toplar düşmanın göğsüne mermilerini gönderebilecekti artık...

Birer birer canlandırıldı o, işe yaramaz sanılan toplar. Deneme atışları sıra­sında ustalar, işciler, top ölülerine can veren emekçiler sevinç göz yaşları dök­tüler; birbirlerine sarılarak ağlaştılar. Artık biz de kendi silahımızı, namuslu si­lahımızı kendimiz yapıyorduk. Varsın, Yunanoğlunu besleyen İngilterenin o korkunç görkemli silah fabrikaları olsun... Ankara’da, Ayıntap’ta o ışıksız, nemli mahzenlerde fişek dolduran kadınlarımız, kovadan bomba, güherçileden ba­rut, demiryolu raylarından kılıç yapan ustalarımız vardı bizim de. Anadolu, baş­tan başa bir büyük silah yapımevi olarak çalıştı durdu taa Büyük Zafere ulaşıncaya değin...

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa 5 Ağustos 1921de Başkomutan oldu. Düşman ilerliyordu. Ordumuz daha sağlam dayangalar bulmak için geri çekiliyordu. O güzelim çiniler beldesi Kütahya, içinden Porsuk çayı akan nazlı Eskişehir düşmüştü. Taa Ankara yakınlarına değin geldiler Yu­nan askerleri. Sakarya boyları hepten Yunanoğlunun uğursuz ayaklarıyla çiğnendi. Başkomutan, Türk ulusunu bir büyük, kutsal imeceye çağırdı. Yurtta her ev birer kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık hazırlayıp Ulusal Salma Kurulla­rı’ na teslim edecekti. Ayrıca her türlü gıda maddesinin de yüz üzerinden kırkı Türkiye Büyük Millet Meclisi Ordularının olacaktı. Bir imece olur da katılmaz mı Anadolu insanı? Bir imece yürütülmez mi türkülerle ve coşkuyla? Bu bir ölüm kalım savaşıdır. Ya kazanacaksın ya da yok olacaksın. Yok olduktan sonra, yenildikten sonra malın mülkün ne hükmü vardır? Öyleyse yenilmeyeceksin... Ye­nilmemek için de ordunu güçlendireceksin. Ve Anadolu insanı verdi nesi varsa.

Uzunyayla köylüsü rüzgar gibi uçar soylu atlarını verdi ki, süvariler binende korku girsin düşmanın yüreğine. Ürgüp köylüsü yetiştirip, omcalardan kesip güzelim Kapadokya güneşinde  kuruttuğu üzümünü verdi ki askerimiz hoşafsız kalmasın. Toros’un kara donlu yörükleri yünden ço­rap ördü ki, giyende ayağı üşümesin Mehmetlerin. Mercimeğin hası yetişirdi Urfa düzlüklerinde. Hoyratları insanı ağlatan Harran köylüleri nakışlı çuvallarla gönderdi mercimek ürününü. Karadeniz uşağı fındığını, mısırını verdi, kendisi yemese de olurdu. Arabası olan arabasını, kağnısı olan kağnısını, bir çift öküzünü verdi; boş kalan yere kendi koşulur yine sürerdi çiftini... Bir çift atını orduya veren ne yapacaktı? Harmanını, dövenini kendi çevirecekti. Bütün Anadolu, o güne değin gö­rülmedik bir coşkuyla ordusunun arkasında yer aldı. Onu giydirdi, besledi, do­nattı, destekledi... Ustalar, kalfalar, çıraklar, işçiler, kurtuluşumuzun, bağımsızlığımızın   Savaşı için  emekçileri alın teri damlatarak, namuslu elleriyle silah yaptılar.

Biz Niğde ovasının buğdayları

Biz esintili arpa tarlası Sungurlu’da

Biz Havza değirmenlerinin unu

Biz Çankırı’nın bulguru

Biz nohut, biz mercimek

Bekliyoruz karavanaya girecek

Yaralı ellerinde bir tahta kaşık

Siperlerde aserler yiyecek.

Şekerimiz bir topak, veriyoruz

Yemeyiveririz.

Tuzumuz bir tutam, veriyoruz

Yemeyiveririz

Tuz ekmeyiz aşımıza.

Bir avuç pirincimiz, veriyoruz

Saklamıştık düğüne

Davaların sütüne yaylayı katan yağ

Çorbalarımızda az

Veriyoruz, veriyoruz

Asker çorbasız olmaz.

Zor bulduk gazımız az

Geceleri, o dağlık tepelik haritalara

Lambasız bakılmaz

Veriyoruz gaz yağını.

Ve yoksul gecelerin mumlarını

Dikiyoruz istasyonlara

Askerler geçip gidecek tirenlerde

Demiryolları ışıksız olmaz.

Biz ustalar, biz kalfalar, biz çıraklar

Hepimiz hazırız paşam, selam olsun

Erzurum çarşısı, Kayseri çarşısı, Maraş çarşısı

Çekiç seslerinden  inler karşısı

Başlar demiri, köseleyi eğitmeye ellerimiz

Biz biliriz yaşamanın kadrini insanca

Varolmayı vatanı dokumayı biliriz

Namuslu ellerimizle…

22 gün ve 22 gece sürdü Sakarya Savaşı... Tepeler alındı, dağlar verildi; cehennemler ya­şandı. Anadolu’nun kalbi Sakarya boylarında attı günler ve geceler boyu. Baş­komutan da gazi oldu binlerce Mehmetçik, yüzlerce subay gibi. Sakarya renk değiştirdi, kan kırmızısı aktı. Sonunda kazandık zaferi. Türk ulusunun helal ek­meğiyle, alın teri ve de emeğiyle benzersiz özveriyle kazanıldı bu zafer. Çok de­ğil, bir yıl geçmeden kesin zaferi de kazanıp kovacaktık düşmanı yurttan. Bir daha gelmeyesi, bir daha köylerimizi yakıp, emeklerimizi sömürmeyesi, insanlarımıza zulmedip öldürmeyesi...

İstiklal Harbimizin dönüm noktası olan Sakarya Melhamei Kübrası’nı Şevket Süreyya Aydemir Bey anlatsın, biz dinleyelim :

“ Sakarya Meydan Muharebesi 100 kilometrelik bir cephe boyunca ve 23 Ağustos 1921 gününden 13 Eylüle kadar tam 22 gün devam ederek, dünyanın en uzun meydan muharebelerinden biri oldu . Sakarya harbinin hakim kanunu şuydu:

“ Hattı müdafaa yoktur! Sathı müdafaa vardır ve o satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı kanla sulanmadıkça düşmana terk olunamaz! “

Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’nın Sakarya’da ordusuna verdiği bu emir, Sakarya muharebelerinde baştan sona kadar yürütüldü.

“ Hakim tepelere ve siperlere bağlanmayarak, geniş bir müdafaa sathı üstünde düşmanı adım adım eritmek !..”

Başkumandanlık karargahı Malıköy istasyonuna yakın Alagöz Köyünde kurulmuştu. Başkumandan ordumuz Beylikköprü’de savaşırken attan düşerek bazı kaburga kemikleri kırıldı. Muharebeyi bazen sedye üzerinde izlemek zorunda kaldı. Yunan ordusu Çaldağı doruğunu ele geçirmek istiyordu.Kanlı çarpışmalar oldu. Çaldağı Yunanların eline düştü. Askerlerimiz saldırıp geri aldılar. Beylikköprü karşısında Sakarya boyunda Kartaltepe, Duatepe, Beştepe Yunan eline düşmüştü; kurtarıldı. Fakat bu saldırılarda Türk hücum safları eridi. Tepelerin sarp yerlerinde, doğu eteklerinde Türk şehitleri, düzgün avcı hatları halinde sıra sıra yamaçlara serilip kalmıştı.

Bir çığlık koptu şafağnan

Mermi yağdı siperlere

Dağ dağ , üst üste yığıldı düşman ölüsü

Çalındı yere.

Sen atındaydın paşam, emrin başımızda,

Savaştık günlerce

Aldık kahpe düşmandan vatanı

Karış karış, tepe tepe.

‘’ Ordular, ilk hedefiniz Akdenizdir, ileri !’’

Koştuk sevine sevine

Kavuştuk yas içinde kalan

Güzel İzmir’e.

Bu eller bizim eller

Nasıl da düşman gire

Harap ede yurdumuzu şehir şehir

Kurulmamışa çevire ?

Anlamıyorum, var mı onlarda güç.

Kaçarlar nere ?

Bir daha çıksınlar karşımıza

Allah vere.

                               Ali Püsküllüoğlu

Bugün Polatlı, Haymana arasındaki tepeleri dolaşanlara, bu çorak dağların havasında, binlerce ve binlerce şehitlerin son nefesleri hala duyuluyormuş gibi gelir. Ve geceleri dağlarda dolaşan çobanlarla, dağ yollarından geçen yolcular, mesela Duatepe üzerine, zaman zaman gökten nur yağdığını anlatırlar. İnanırsınız. Çünkü her bastığınız toprak parçası bir şehit mezarıdır.”

Tüfeği elinden düşmez Bergamalı Ahmed’in,

Avrat, tüfek, at,

Namus sözüdür, diyor.

Büyük Taarruz bir an önce başlasın istiyor.

Az ötede Mustafa Kemal’in çadırı,

Gecede bir gümüş ehram gibi parıldar,

Kapısında bir nöbetçi

Kulak verip içerdekileri dinliyor.

Silah sesleri duyar gibi

Ürperiyor yağız teni.

Kulakları pusuda bir kaplan gibi dikilmiş,

Düşünüyor Büyük Taarruz’un neticesini…

‘’ Mustafa Kemal’i gördüm.

Bir şeyler süzüldü ışık ışık içime,

Daha dağ, daha kaleyim.

Bir başlasın top sesleri hele

Afyon’a girmezsek iki saatte,

Öleyim,’’ diyor.

Mustafa Kemal’in ordularında

Korkudan eser yok.

Günlerdir yarı aç, yarı tok,

Bir kaşık tuzu bulunsun diye vatan macerasında.

Paşalar Paşasının kumandasında

Zaferden zafere koşuyor

                                       Arif Hikmet Par

Türk Ulusunun kazandığı bu büyük Kurtuluş Savaşı, ilk örnek oldu tüm ezil­miş, sömürülen uluslara... Ondan sonradır ki sömürgene karşı bir soylu ayak­lanmalar dizisi sürdü geldi bu günlere... Bağımsızlık ve Kurtuluş Savaşımızdan aldıkları cesaretle sayısız ulus silaha sarıldı, bağımsızlığına, özgürlüğüne ka­vuştu...

Ozan Sunullah Arısoy  şiirinde özetleyiveriyor bir güzellemeyle Mustafa Kemal Paşa’yı, yaptığını.

Yorgun, umutsuz, yıkık

Bir ulusla yola çıkıp

Saldırgan ve sömürgen

“ Yedi düvel”e karşı

Dünyada ikin “ Kurtuluş Savaşı”  veren

Türk’e onur veren, Türk’ü ulus eden,

Kara Afrika’dan Asya’ya,

Uzak Doğu’ya dek uzayıp, büyüyen

Bütün “mazum milletler” e,

Yani tutsak ezik, yaşamasız milyonlara

Gittikçe büyüyüp güzelleşerek

Işık olan, önder olan, umut olan

Sendin !

Gönlünü Bingöl çobanlarına yayla yapan yurt güzellemeleri ustası ozan Kemalettin Kamu’nun şiiriyle bitirelim bu bölümü.

Anneler dindiriniz gönlünüzün yasını,

Düşman kaniyle sildik palamızın pasını,

Yeniden çizmek için vatan haritasını

Kandan ve kıyametten bir sahneye çevirdik

Gökleri çatırdayan bir vatan parçasını.

Anneler ağlamayın dönmeyenlerinize,

Vatan katillerini  getirdik işte dize,

Dumlupınar üstünden yol ararken denize,

Çöktü savletimizden düşmanla dolu dağlar,

Gökler genişleyerek Akdeniz geldi bize !

Biz taze kanlarını hürriyetine katan

Bir nesliz, ülkemizde biziz yegane sultan,

Tanyeri nur alıyor muzaffer alnımızdan..

Karşımıza çıkmayın Akdeniz dalgaları

Yolumuzu bekliyor yekpare ana vatan!

                             *****

İZMİR YOLLARINDA

-son mektup-

Belki şimdi, sana son

Sözlerimi yazmadan,

Gözlerim kapanacak.

Belki var daha beş, on

Dakikalık bir zaman.

Anne için yanacak

Mektubum okunurken.

Lakin ölümün eli

Alnıma dokunurken,

Beliren bir emeli

Çok görme bana sakın,

Ben Tanrı’ya en yakın

Bir yola sapıyorum,

Milletimin uğrunda,

Türbemi yapıyorum.

Düşündüm huzurunda

Ebedi bir akşamın,

Düşündüm ki babamın

Dizi dibinde geçen

Yirmi iki seneden

Elimizde kalan ne?

Sorarım sana anne

Mademki gün gelecek,

Herkes aynı meleğin

Önünde eğilecek.

Niçin o güne değin

Çan sesleri duyayım.

Bugün de bir yarın da,

Bırakın uyuyayım

İzmir kapılarında !

Anne elveda artık,

Şu iki, üç asırlık

Gecenin gündüzünü

Görmeden gidiyorum.

Ne beis var diyorum,

O günün seherinde

Senin ince yüzünü

Görüyor gibiyim ya.

Ey genç geelerinde

Beşiğimi bekleyen!

Ediyorum emanet

Seni Anadolu’ya !

Sütünden, emeğinden

Ne verdinse helal et.

Söyle Hacer’e o da

Hakkını helal etsin

Gönülcüğü dilers

Başka birine gitsin..

Ben ermeden murada

Ecel kırdı kolumu;

Artık beyhude yere

Beklemesin yolumu !

O ne anne, o güzel

Gözlerinden akan ne?

Geri dömedim diye

Ağlıyor musun anne ?

                              Kemalettin Kamu

     

 ATAYA SESLENİŞ

Sen yarın gibisin bugün

Yarınlar senden bir gün

Halkının önündesin

Büyüksün ilerdesin

Ölüm senin için değil, ölenler için

Su ekmek gibisin, vazgeçilmezsin

Gök mavisi gözlerinde Türkiyem

Düşüncen aydınlık her sabah

Pencere olur önümüze

Uyanı çocuklarımız sevginle

Gülen gözlerinde bir yücelik var

Bakan gözlerinde bir bilgelik var

Düşüncenin içinden özgürlük doğar

Oturmuşuz bayrağının altında.

                                                İzzet Çetin 

YARARLANILAN KAYNAKLAR

1. Kuvayı Milliye’nin " Kalk Borusu"

 Atatürk, G.M.K. 1950, "Nutuk",

Türk Devrim Tarihi Enstitüsü yayını. İstanbul

Selek, S. 1973, " Anadolu İhtilali", Cem Yayınevi. İstanbul

Aktaş, N.R. 1973, " Bağımsızlık Savaşı". Varlık yayını. İstanbul

 Kili, S. 1982, "Türk Devrim Tarihi", Tekin Yayınevi. İstanbul

Apak, R. 1942." İstiklal Savaşında Garp Cephesi Nasıl Kuruldu". İstanbul ,

Mumcu, A. 1986. "Atatürk ilkeleri ve inkılap Tarihi- I"

                          Anadolu Üniversitesi, Açıköğretim       

                           Fakültesi yayını. Eskişehir

2. Ege Efeleri

Aydemir Ş.S. 1969. " Tek Adam- Mustafa Kemal"

                        Remzi Kitapevi. İstanbul

Abadan, Y. 1972. "Mustafa Kemal ve Çetecilik". Varlık yayını. İstanbul 

                 

3. Erzurum ve Sivas Kongrelerinin Koçaklaması

Kansu, M.M. 1966. " Erzurum’dan Ölünceye Kadar Atatürk'le beraber".

Türk Tarih Kurumu Yayını (2 cilt), Ankara

 Kansu C.A.1969. "Yurdumdan" Varlık yayını. İstanbul

4. Urfa Yiğitlemesi

Ursavaş, A.S. 1924. " Kilikya Faciaları ve Urfa'nın Kurtuluş Mücadeleleri". Ankara

5. Pontusçulara Karşı Karadeniz Uşağı

Goloğlu, M. 1973. "Pontus". İstanbul

Belen, F. 1983. "Türk Kurtuluş Savaşı".

  Kültür ve Turizm Bakanlığı yayını. Ankara

Kocatürk, U. 1983. "Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi", 1919-      1938. Ankara

6. Türk Trakya’da Ölüm Kalım Mücadelesi

Selek, S. 1973. " Anadolu ihtilali". Cem Yayınevi. İstanbul

Belen, F. 1983. " Türk Kurtuluş Savaşı".

Kültür ve Turizm Bakanlığı yayını. Ankara

Sevük, LH. 1944. " Yurddan Yazılar" Cumhuriyet Müessesesi Neşriyatı. İstanbul

 

Atatürk, G.M.K. 1950. " Nutuk". Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları. İstanbul

7. Doğu Anadolu’da Direnen Türk Gücü

8. Çukurova’da ve Toroslarda Fransız Zulmüne Karşı Duranlar

Sevük, LH. 1981. "O zamanlar". Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Ankara

Arıkoğlu, D. 1961. " Hatıralarım". İstanbul

Özerdim, S.N. 1981 "Açıklamalı Söylev Sözlüğü".

                     Türk Dil Kurumu Yayınları. Ankara

Aydemir Ş.S. 1969. "Tek Adam- Mustafa Kemal".

                    Remzi Kitabevi. İstanbul.

Ursavaş, AS. 1924. "Kilikya Faciaları ve Urfa'nın Kurtuluş Mücadeleleri".              Ankara

Güney, E. 1988. Anadolu Türküleri. Hückelhoven  .

Tansel, S. 1978. "Mondros'tan Mudanya'ya kadar". Cilt i,

                           Milli Eğitim Bakanlığı yayınları,. Ankara.

9. Dağlarımızda Direnenlerin Türküsü

Güney, Ş. 1931-1971. Yayımlanmamış Derleme Notları,              

Türküler. Göre- Nevşehir

 

Esengin, K. 1969. "Milli Mücadelede Hıyanet Yarışı". İstanbul

 Müderrisoğlu, A 1982 " Sakarya 1-2" Yapı ve Kredi Bankası Yayınları. İstanbul

.Aydemir, Ş.S. 1976 " İkinci Adam" Remzi Kitabevi. İstanbul

Kansu, C.A. 1970. " Sakarya Meydan Savaşı" Bilgi Kitabevi. Ankara

.Erzurumlu Emrah, Karacaoğlan, Köroğlu Dadaloğlu.

                               Varlık Yayınevi, Türk Klasikleri Dizisi Kitapları

Karabekir, K. 1960" İstiklal Harbimiz". Türkiye Yayınevi. İstanbul  

Adıvar, H.E. 1962. "Türk'ün Ateşle İmtihanı". İstanbul

1O. Kendi Kendini Kurtaran Kahraman Belde: Maraş

 Akın, G. 1972. " Maraş'ın ve Ökkeş'in Destanı".

                        Türk Dil Kurumu Yayınları. Ankara

11. Gaziantep: Destan Yaratan Yiğitler Beldesi

Gürsel. N. 1975. Uzun Sürmüş Bir Yaz. İstanbul

 T.C. Genelkurmay Başkanlığı, Harp Tarihi Başkanlığı, 1965 "Türk istiklal             Harbi. Cilt: 3, Doğu Cephesi, Ankara

Uras, E. 1950 " Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi". Ankara

Sevük, LH. 1944. "Yurddan Yazılar" Cumhuriyet Müessesesi Neşriyatı.İstanbul

Solak, MA 1966. "Vatanıma Yaktığım Türküdür". Tercüman Gazetesi. 16 Ağustos 1966. İstanbul

12. İnebolu Kayıkçılarının Türküsü

Açıksözcü, H. 1933. " İstiklal Harbinde Kastamonu. Kastamonu .

Orbay, R. 2004. Siyasi Hatıralarım. Truva yay. İstanbul

Sevük, İ.H. 1944. "Yurddan Yurda Yazılar". Cumhuriyet Müessesesi Neşriyatı. İstanbul.

Selek, S. 1973. "Anadolu ihtilali". Cem Yayınevi. İstanbul

13. Türk Ulusu: Kurtuluş Savaşları Öncüsü

……………………………………………………………………………………………………………........

Sana borçluyuz ta derinden

lşığısın bu yurdun.

Dilimizi, ulusallığımızı öğrettin bize,

Çünkü Cumhuriyetimizi sen kurdun.

Hürriyeti sen yaydın içimize,

Halkçıyız dedin halk içinden,

inançta hür yetiştirdin bizi,

Sana borçluyuz ta derinden.

                                                                              Cahit Külebi