-        Davranışlarımız (3)  -
 
Üç genç kaldırımda söyleşiyorlar.
Yol dar, geçiş zor.
Ellerimde torbalar var, kimseye çarpmadan geçebilecek miyim?
Zor. Gözlerimle ölçüp biçiyorum, geçemem.
Gençler,” diyorum “ Müsaade etseniz de geçsem,”
Önce şaşırıyorlar. Sonra içlerinden biri kaşlarını çatıp sırıtıyor.
“ Geç git şoordan!” diyor. “ Boynuzun mu takıldı ?”
………………….
Aloo Hayrullah!” diyor telefondaki ses, ”Nasılsın yav, özledik valla!”
Belli. Sanırım 5 yıldır görmediğim arkadaşım Gürhan arıyor.
Ben de ,” diyorum. “Hayrola!
Üniversitenizde bi işim var. Beni havaalanından al!”
Peki…Gün, saat bildiriyor. Taşra kentlerinde bu işler kolay (!).
Konukevinde yer ayırtıyorum. Hanıma söylüyorum, akşama hazırlık yapsın.
Gidip alıyorum havaalanından. Kucaklaşıyoruz özlemle. Kentin en ünlü aşevinde , güzel bir yemek. Dostum mutlu…
Konukevine yerleştiriyorum.
Bir süre dinlen. Benim 2 saat dersim var, verip geleyim. Akşam, bizim eve gideriz.”
Yav bırak şimdi dersi falan. Vermesen kim farkeder sanki, öğrenciyi de mutlu etmek gerek.”
Gülüyor. Ben ciddiyim.
Sen dinlen dinlen! Bu üniversitenin en dakik öğretim üyesiyim. Dersimi verir, gelirim.”
Belli ki, güceniyor. 5 yıldır görmediği arkadaşı için insan özveride bulunmalı, derse girmemeli…
Akşam bizim evdeyiz. Eşimin yaptığı yemekleri beğenerek yiyor, iştahlı.
Biz İstanbul’a imreniyoruz, o Van’a…
Valla en iyi kararı vermişsin. Şu güzelliğe bak yav. İstanbul’un dağdağasında sanki bizimkisi yaşamak mı?”
Becayiş yapalım,” diyorum. Gülüyor. Kolay mı öyle, İstanbullardan gelip de taşrada görev yapmak !
Kitaplıktaki yayınlarımı görüyor, bazılarını alıp inceliyor.
İstanbul’da olsaydın tek  bir kitap çıkaramazdın. Günde 4 saat, 5 saat trafiktesin. Vakit kalmaz ki. Ne mutlu, öğrencilerin gerek duyduğu tüm kitapları yazıp, yayımlatmışsın.”
Ertesi gün sabah yine 2 saat dersim var.
Amma da hevesliymişsin yav ders vermeye!” diyor sitemli sitemli.
Alışkanlıklarımdan ödün vermem…
“ Dersten sonra gelir, Rektörlükteki işin için gideriz,” diyorum.
Belli bir plan çerçevesinde tüm işleri yarım saat içinde çözüme kavuşturuyoruz. Mutlu oluyor.
Trafik yok, stres yok…Oh ne ala memleket!” diyor. Yerleşke içinde her şey kolay geliyor ona.
Sonra Kale, Müze, Hoşab, Muradiye Çağlayanı, Akdamar Adası gezisi…
Turizm mevsimi de değil ama, güç bela, otomobilimizle, özel tutulmuş kayıkla…gerçekleştiriyoruz gezilerimizi. Bölümden iki arkadaşım da katılıyor. Anılar dile geliyor, eski sıkıntılı günler  gerilerde kalmış…Araştırmalarımızda yardımcı olan meslekdaşları sevgiyle anıyoruz; zorluk çıkaranları eleştiriyoruz.
Yöresel ürünlerden armağanlarımızla, ertesi gün, havaalanından uğurluyoruz. Git güle güle !
( Aradan bir hafta geçiyor. Konukevi Yönetimi’nden bir telefon:” Hocam, ödeme yapılmamış. Sizin adınıza bir kayıt var.” Peki, cüzdanımız hazır; içi para dolu. Kuzu kuzu ödüyoruz.)
………………………..
İstanbul’a düşüyor yolum. Bir doçentlik sınavında yarkurul üyesiyim. İşimiz bir gün sonra. Özlediğim arkadaşımın odasına giriyorum. Kucaklaşsak da…Masasına geçip oturuyor. Elinde kalem, okuduğu kitaptan satırların altını çiziyor. Bu arada yarım ağız Van’ı soruyor. Anlatsam da, dinlemediği  belli. Vakit öğlen.
Hadi,” diyorum. “Gidip bir lokantada yemek yiyelim,”
Yüzü bulutlanıyor. Gözlerini kaçırıyor benden.
Ben öğlenleri yemek yemiyorum yav. Kilo sorunum var da. Sen git, yemeğini ye ! ” “ diyor.
Yine görüşelim” diyor mu, hayır. “ Yemeğini ye, gel, söyleşelim,” diyor mu, hayır.
Burası İstanbul. Herkes bir koşuşturma içinde…Sen kendi derdine yan!
Çıkıyorum.
Dışarda düşünüyorum…Britanya aydınları Hind yarımadası müstemleke iken,
Kalküta’da, Bombay’da, Delhi’de, Dakka’da parya gibi gördükleri kişilere böyle mi davranıyorlardı acaba?
Yok yahu, olur mu öyle şey! İstanbul’dan gelmiş aydınımız Van’a, çevresine ışık saçar…
Sonra,o taşralı üniversite öğretmeni, yolu Ankara’ya, İstanbul’a düşse, izzet, ikram, hürmet…Gani !
…………………………….
Nevşehir, Derinkuyu, Hacıbektaş, Kozaklı, Ürgüp…
Çarşısında pazarında gezerken , kimileri gelip kucaklıyor, elimi öpmek istiyorlar.
Tokalaşıyoruz. El öpmek ne demek!
Herkes, önemsenmek istiyor, doğal ki.
Hocam beni tanıdın mı?”
İz bırakmış öğrenci unutulmaz. Yıllar geçse de anımsanır.
Ya pek çalışkan, ya pek tembel öğrenci de bilinir.
Fakat, öğretmen 40 kişilik sınıfta tektir. Tüm öğrenciler onu görürler, tanırlar.
1971-72 ders yılında sınıflarına girdiğim öğrenciler soruyor bunu: “Beni tanıdın mı?”
44 yıl geçmiş aradan. Köylerden gelmiş kavruk, çelimsiz çocuklar.
Şimdi karşımda saçı dökülmüş, sakalı uzamış orta yaşlı – kocamışlığa yakın- erginler var.
Tanımak kolay mı?
Yanıma geldiği an dese ki: “Hocam, ben Karacaşar Köyünden Şaban…Bizim sosyal bilgiler öğretmenimizdiniz…”
Mutlu olacağım. Mahcub olmaktan kurtulup…Fakat yok. Demek ki öğretmemişiz. Okullardan sonra da kendileri öğrenmemişler.
Gülümsüyorlar…Fakat, düşüncelerini okuyorum: ”Hocam, adımı anımsayamadığınıza göre bunamışsınız gayri…”
Kimi zaman telefon geliyor. Bulmuş numarayı bir yerden.
Öğretmen okulunda öğrencimmiş, Lisede Coğrafya derslerine girmişim, Fransızca, İngilizce kurs vermişim.
Hocam, beni tanımadın mı yoksa !” diyor. Özgün sesler vardır hani, yıllar geçse de unutulmaz. Değil.
Nerden bileyim! “ Telefonum görüntülü değil ki,” diyorum. Sesinin tınısında kırılma hemen belli oluyor. Yine aynı, taa uzaklarda da olsa, ne düşündüğünü biliyorum. “ Ben senin iyi öğrencindim. Bellek gitmiş hocam, bunama başlamış.”
Sağlık olsun…
                                                                                                                                                                Ürgüp.6 Eylül 2015