GARABAŞ

İlhan, benden 3 yaş küçük.  Ağlıyor, tandır kapağının üzerine  uzanıp kalmış Garabaş’ın başında.

‘’ Niye yidin o zehirli ekmeği? Seni aç mı bırakdıydık ? ‘’

……………………………….

“ Anasından, babasından, kardeşlerinden ayırmasaydınız iyi olurdu ya, neyse… Madem eve getirdiniz, besleyip büyütün bakalım.”

Hüseyin dedem, bir Hitit filozofu, sevecen bakışlarla bizi izliyor ; kucağımızdaki köpek eniğini okşuyor.

Başı kara, gövdesi akça bir yavru bu. İyi beslenememiş; cılız. Fakat gözleri ışıl ışıl…

Bir ad verelim, diyoruz. O sırada Milliyet’te bir çizgi bant yayımlanıyor: Balarısı Tombik.

Adı böyle olsun diyorum ben.

Dedem “Garabaş ” diyor. Peki. Adı konmuştur .

Oyuncak nedir bilmiyoruz. Garabaş bizim oyuncağımız, oyun arkadaşımız artık.

5-12 yaş aralığında çocuklarız. Hüseyin, ben, Mustafa, İlhan…

Garabaş günden güne gelişiyor. Çünkü iyi besliyoruz.

Tüyleri parlıyor, gözleri ışıldıyor.

Tin tin tin…Biz nereye gidersek o da geliyor.

Alıçlıyazı, Yuvanlı, Sarıyaprak,Tekke bağı, Oylu Dağı,Çevlik, Kurtçukuru, Tuluca, Evlerin Önü …

Yoruluyor bazen. Eşeğe binmişsek kucağımıza alıyoruz. Anlıyoruz ki, mutludur.

Okul açıldığı zaman özlüyoruz. Bizi sevinçle karşılıyor eve dönüşte. Nerdeyse okula da götüreceğiz. İstiyoruz ki, onu öğretmenlerimiz de tanısınlar.

Evde, ekenekte, biçenekte, harmanda, harman yerinde, dikenekte aramızda dolaşıyor, sevgisini belli etmek için kısa kısa havlıyor.

Bir tas yemeğini veriyoruz. Kuyruğunu sallayarak yiyor.

Gece olunca komşu evlerdeki köpeklerle bir araya geliyor.

Dönünce de havlayarak bildiriyor : “Ben döndüm !”

Ahır odasının ılık havasında yatıp uyuyor.

Onu, zeki buluyoruz. Arkadaşlarımıza öğüyoruz. Sanki eğitilmiş gibi; davranışları olgun…

Sabah, kalktığını bize duyurmak için yine havlıyor. Sesi, horozumuzun sesine karışıyor.

Tavuklara, civcivlere karşı da anlayışlı; onları ürkütmüyor.

Onu çok seviyoruz.

“Garabaş, Garabaş !” diye sesleniyoruz. Koşarak geliyor.

Gözlerimizin içine bakıyor. Sanki gülümser gibi…

Temiz bir hayvan. Hiç görmüyoruz bir yerleri, odaları, hayatı, evimizin önünü  kirlettiğini, birilerine saldırdığını, çocukları korkuttuğunu …

Başını okşuyoruz; hoşlandığını gözlerinin kapandığından anlıyoruz.

Belli ki, sırtının okşanmasını da seviyor.

O, artık ailemizin bir bireyi…

İlhan, bazen küçük bir ipi boynuna bağlayıp gezdiriyor.

Fakat, rahatsız olduğu belli. Kafasını sağa sola sallayarak, ipten kurtulmak istiyor.

Tam o sırada, evde, karıştırdığım bir dolapta

Feyhan Ablamın, taa 1940’larda basılmış ilkokul kitaplarını buluyorum.

Türkçe-Okuma kitabında bir bölüm  beni derinden etkiliyor. Konusu özetle şöyle okuma parçasının  :

‘’ Bir çiftliğin köpeği bir gün dağlara çıkıyor. Orada kurtla karşılaşıyor. Akraba olduklarını anlıyorlar. Kurt, pek zayıf; kemikleri görülüyor . Tüyleri zayıf. Belli ki, beslenme bozukluğu onu bu duruma getirmiş. Çiftlik köpeği, “İstersen, sen de gel çiftliğe. Orada her şey bol, yiyecek, içecek çok.” diyor. Kurt inanıyor. Giderken, bir de bakıyor ki, köpeğin boynunda yaralar var. Bunlar ne ola ki! Çiftlik köpeği açıklıyor: “ Ben, geceleri saldırırım. Sahibim beni zincirle bağlar, yaramazlık yapınca da döğer,” diyor. Kurt, o zaman “Sana uğurlar olsun arkadaş” diyor. “ Ben, bu dağlarda aç da kalsam özgürce yaşarım, sen haydi kendi yoluna git, çiftliğine dön.”

Bu öyküyü anlatıyorum bizimkilere.

O an, Garabaş’ın ipi çözülüyor ve bir daha da bağlanmıyor.

Garabaş özgürdür artık.

Ankara’dan valiliklere bir buyruk gelmiş…

Sıhhat İçtimai ve Muavenet Vekaleti’nin yazılı emri imiş bu :

Köylerde, kuduz hastalığının çıkmasını,

yayılmasını önlemek için sahipli de olsa, köpekler ortadan kaldırılacak.

Yurttaşlık Bilgisi kitabımızda bu Vekalet’in görevleri arasında böyle bir iş yok ama.

Derin bir endişe içinde Garabaş’ı saklıyoruz.

Bir damda koruma altına alıyoruz.

Önüne su tasını, yemek kabını koyuyoruz.

Nevşehir’den gelmiş, ellerinde zehirli madde torbaları olan adamlardan uzak tutmağa çalışıyoruz. Soruyorlar; “bizim köpeğimiz yok”  diyoruz. İnanıyorlar.

Sonra kitaplarımıza, oyunlarımıza dalıyoruz.

Havada bir ağırlık var. Bunu duyumsuyoruz. Sanki bir çocukça önsezi…

Garabaş’a bakmağa gidiyoruz. Koyduğumuz yerde yok. Nasıl kaçmış, nereye gitmiş!

Söylemeye korkuyoruz, ya, aldanıp da “zehirciler”in verdiği ekmeği yerse.

İçimiz titreyerek arıyoruz evin her yerini. Yok.

Son olarak, taa derinlerde, kaya oyma bir bölümde , uzanmış bir şeyin ayırdına varıyoruz.

Alacakaranlık. Gözlerimiz alışıyor birkaç dakika içinde.

Tandır kapağının üzerine uzanmış Garabaşımız. Gözleri kapalı.

Ağlamağa başlıyoruz. Evden bir ölü çıkmış .

Aç da bırakmamıştık, neden yedi ki zehirli ekmeği. Odadan kaçıp gitmiş, sonra bize görünmeden dönüp gelmiş, burada ölmeye yatmış.

Soylu bir yaratık gibi, kimse rahatsız olmasın der gibi, kimseye görünmeden gelip, orada, son nefesini vermiş.

Bir daha uyanmamasına…

İlk kez onu kucağımızda gören, adını koyan Hüseyin Dedem, bakıyor bize.Üzülmüş.

“ İyi ki, can çekişirken görmediniz!”diyor. Sesinde derin bir hüzün…

Gözlerimizde yaşlarla, alıyoruz Garabaş’ı, bir çuvala koyup, evden epey uzakta, bir yere açtığımız çukura gömüyoruz. Birbirimizin yüzüne bakamıyoruz.

Ağladığını kimse birbirine göstermek istemiyor …

O’nun adı Garabaş idi. O , ailemizin bir güzel bireyi idi.

Ve o, bu dünyadan geçip gittikten sonra bizim çocuk dünyamız,

hiçbir zaman eski haline dönmedi. Asla…

Ölümün ne olduğunu anlamıştık.

…………………………..