PEYGAMBERİMİZİN ÖVDÜĞÜ MECÛSÎ İDARECİ  
Müslüman olmamalarına rağmen Peygamberimizin, övgüyle bahsettiği iki kişiden biri, İran Hükümdarı NÛşirevan’dır.
Nûşirevan kırk dokuz yıl Sasanî devletinin başında bulunmuş, hükümdarlığında hiç kimsenin haksız olarak bir şeyini almamış, adaletiyle ve doğruluğuyla meşhur olmuştur.
O, Peygamber Efendimizin, Müslüman olmadan ölmesine üzüldüğü iki kişiden biridir. Ayrıca Peygamberimiz; “Ben adil bir sultanın devrinde doğdum” diyecek kadar adaletini övmüştür.
BU ADALETİ NASIL KAZANDI?
Adaletiyle şöhret bulmuş ve tarihe adil hükümdar olarak geçmiş olan Nûşirevan, tahta çıktığı ilk yıllarda halkına karşı son derece zalimane bir tutum içindeymiş. Öylesine gaddar ve insafsızca bir yönetim göstermiş ki, halkı adeta canından bezdirmiş. Üstelik zevk-ü sefasına düşkün olup, korkunç harcamaları ve aşırı israfı ile sürdürdüğü saltanatıyla halkı bezdirmiş, laf dinlemez hale gelmiş, aynı zamanda halktan da kopmuş.
Saltanatın ilk yıllarında böyle davrananmış. Günlerden bir gün, maiyeti ile beraber bir gün ava çıkmış. Bir süre avlandıktan sonra dinlenmek için bir suyun başında istirahata çekilmiş. İki baykuş gelip yanlarına konarak ötmeye başlamış. Öylesine ötüyormuş ki  Nûşirevan’ın dikkatini çekmiş.
Vezirine: “Şu kuşların dilinden anlıyor olsaydık ta konuştuklarını bilseydik. Kim bilir neler konuşuyor.” (Vezir’e, halkı içinde bulunduğu durumu anlatabilmek için bir fırsat doğmuş oldu)
Nûşirevan’a der ki:
-Sultanım! Ben bu kuşların ne dediklerini biliyorum. Eğer müsaadeniz olursa ve beni bağışlarsanız  neler konuştuklarını anladığım kadarıyla size bildireyim.
Nûşirevan hayretle!
-Peki, anlat bakalım, gazabımdan emin olabilirsin.
Bunun üzerine vezir;
-Bu kuşlardan biri diğerinin kızını oğluna istiyor. Öbürü işi biraz naza çekerek, senin oğluna kızımı veririm fakat başlık parası olarak bir harabe isterim diyor. Adam öyle diyince, kızı oğluna isteyen gayet memnun bir şekilde; ‘ başımızda Nûşirevan gibi bir hükümdar varken ben sana bir değil on tane bile harabe veririm. Yeter ki sen kızını oğluma ver’ der. İşte sultanım kuşların konuştuklarından benim anlayabildiğim budur.
Vezirin böyle söylemesi üzerine Nûşirevan hiçbir şey dememiş. Ama vezirin ne demek istediğini de çok iyi anlamış. Memleketin ve halkın şu anda içinde bulunduğu durumu vezir, ince bir üslupla anlatmış olur.
Saraya döndüklerinde yaptıklarını gözden geçirir. Veziri doğru söylüyordu. O andan itibaren hal ve ahvalini değiştirmeye karar verir.
Artık o,halkını gözeten, onlara destek olan, içlerinde bulunan, onları dinleyen ve gereğini yapan adil bir hükümdar olmuş. Ölünceye dek yıllarca halkını adaletle yönetmiş.
Görüldüğü gibi idarecinin yanında; ‘tabasbuscu’ ve ‘sallabaşı, al maaşı’ anlayışı ile değil de, (usulüne uygun bir şekilde) doğruları destekleyen, teşvik eden; yapılan yanlışları ise söyleyebilen akıllı bir danışman olsa hem idareci, hem halk rahat eder. Oraya da güven hakim olur.
Bir büyüğün deyimiyle, ‘idareci kapısı Kâbe kapısı gibi güzeldir’ sorun ve sıkıntısı olan oraya gelir ve halini arz eder. O da imkanı nispetinde yardımcı olmaya çalışır.
İdareci başına buyruk, her şeyi bildiğini sanan, hiç kimsenin görüş ve düşüncesine itibar etmeyen dik başlı olursa, ona ne danışmanı ve nede bir başkası etkili olamaz. “Kerameti kendinden menkul” insanlar gibi ‘Rabbena hep bana’ anlayışıyla kasasını kesesini doldurmaya çalışır. Halka kapısını kapatır. İnsanları tehdit, şantaj ve ‘ümüğünü sıkarak’ haksızda olsa işlerini yürütmeye çalışır.
Fakat unutmamak gerekir, ölümlü bir dünyada yaşıyoruz. Yaptıklarımızın, yapma imkânımız olup ta yapmadıklarımızdan da hesaba çekileceğiz.
Nitekim Nûşirevan da ölüm döşeğine yatmış. Etrafında çocukları, sevenleri çaresizlik içinde bekliyorlarmış. Hekimler bir türlü onu iyileştirememiş. Bir ara Nûşirevan yanında bekleyen çocuklarına;
-‘Evlatlarım benim hastalığıma ancak harabede yaşayan baykuşun eti iyi gelir. Hemen bana ondan bulun getirin de yiyip şifa bulayım.’
Çocukları sevinçle; ‘bundan kolay ne var’ diyerek harabede yaşayan baykuş eti bulmak için çıkarlar. Fakat durum umdukları gibi olmaz. Üzüntülü bir halde geri dönerler:
-‘Babacığım memleketin her tarafını gezdik, dolaştık. Maalesef ne bir harabe, ne de orada yaşayan bir baykuş bulamadık.’
Nûşirevan bunu duyunca çok sevinmiş. İlk önce harabeden geçilmeyen memleketinde demek ki şimdi her yer mamur olmuş müreffeh bir hale gelmiş, hiç harabe kalmamış.
Dahası Nûşirevan öldüğünde kimin hakkı varsa alsın diye tellal çıkarmışlar. Hiçbir kimse çıkıp ta benim ondan şöyle bir alacağım var diyememiştir.
Bir memleketin idarecisi müşrik bile olsa, şayet adil ise o memleket ayakta kalır. Fakat idareci Müslüman da olsa şayet adil değilse, halkına zulmediyorsa o memleket ayakta kalamaz.
Timurlenk’in: “Ülkeler kılıçla alınır ama ancak adaletle korunur.” dediği gibi, demek ki iktidarlar şirk ile değil zulüm ile yıkılır, adaletle ayakta kalır.
ADALETİNE ÖRNEK
Hazreti Ömer ve Sa'd İbni Vakkas, İran'a at satmaya gitmişler. İran'a vardıkları zaman şehrin girişinde cirit oynayan insanları seyre dalmışlar. Bir ara yabancıların kendilerini seyretmekte olduğunu fark eden bir grup genç yanlarına gelip "sizi bedeviler!" diyerek aşağıladıktan sonra, ellerinde bulunan her şeyi almışlar. Yanlarında binecek ve yiyecek bir şeyleri kalmamıştır.
Akşam olunca kalmak üzere bir hana varırlar. Kapıdan girer girmez hancı, misafirlerin yabancı olduğunu ve üzüntülü olduklarını fark eder. Kim olduklarını öğrendikten sonra üzüntülerinin sebebini öğrenir. Onlara:
- ‘Siz kederlenmeyin, bizim hükümdarımız son derece âdildir. Ya atlarınızı buldurur yahut bedelini tazmin eder. Sizin anlattığınıza göre elinizden atları alan hükümdarın kendi oğludur. Ama o mutlaka bu meseleyi halleder’ diyerek teselli eder sonra da:
-‘Hükümdarımız her sabah pazar yerinde halkın önünden geçer. Kalk da ona sıkıntı ve dileklerini bildirirler. O da ne icap ediyorsa gereğini yapar. Siz sabahleyin hemen pazar yerine gidin vaziyeti anlatın’ der.
Sabah, Hazreti Ömer ve arkadaşı pazar yerine çıkıp hükümdarı beklemeye başlarlar. Biraz sonra hükümdar yanında tercümanları olduğu halde gelir. Herkes nesi varsa açık açık söylüyor o da gerekeni hemen orada yapıyor veya yapılmasını emrediyordu. Sıra Hz. Ömer ve İbni Vakkas'a geldi. Onlarda başlarından geçenleri anlattılar. Atlarının bulunup geri verilmesini istediler.
Hükümdar bunları dinleyince yüzü çok asıldı. Bir kese altın verdi ve atlarının da bulunacağını söyledi. Hükümdar tercüman vasıtası ile konuşuyordu, tercüman ise atı alanların hükümdarın oğlu olduğunu söylememişti. Hazreti Ömer ve İbni Vakkas yine akşam kaldıkları hana gelirler. Bu sefer yanlarında paraları da vardı, karınları da toktu. Hancının parasını verdiler, o gece de orada kalıp sabahleyin yola çıkmayı düşünüyorlardı. Hancı ne olduğunu sordu. Onlar hükümdarla görüştüklerini ve atların bulunacağını söylediler.
Hancı birden öfkelendi ve :
-‘Demek kendi oğlu olduğu zaman iş değişiyor’ dedi.
-‘Siz durun yarın ben konuşurum.
Sabah oldu bu sefer hükümdarın karşısına hancı çıkıp:
-‘Hükümdarım, suçu işleyen başkası olur ceza verirler de, sizin oğlunuz olursa cezasız kalır öyle mi?’ dedi. (hancı yaşanan olayı olduğu gibi anlatır)
Nûşirevan bunu duyunca rengi değişti ve çok sinirlendi:
-‘At sahipleri yarın şehirden ayrılsınlar... Fakat biri şehrin kuzey, diğeri güney kapısından çıksın’ dedi.
Sabah olduğun da atlarıyla beraber fazla fazla navele verirler. Hazreti Ömer ve İbni Vakkas şehri terk ederler. Bir de ne görsünler, şehrin bir kapısına atı alan genç, diğer kapısına ise hükümdara yanlış bilgi veren tercümanın asılı olduğunu görürler...
Ne demişler: mazlumun ahı, indirir şahı...