Kıymetli okuyucularım! Yıllar önce okuduğum Mustafa Özdamar’ın yazdığı, “Celal Hoca Kuşağı” isimli kitaptan bir hatırayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Okuduğunuzda göreceksiniz ki, başta Müslümanlar olmak üzere dünya, Osmanlı bakiyesi biz Türklerden çok şey bekliyor. İnşallah bizde Sorumluluğumuzun gereğini yaparız.

(HATIRA)
Kemal Cabioğlu anlatıyor.“Bir gün bir şirketin genel müdürü geldi. Hükümetle (Bir Bakanlıkta) yapılacak bir işine, benim yardımcı olmamı istedi. Ardından da, eğer bu işi yaparsan, ben de senin himayendeki gençlere 40-50 bin TL. Yardım yapılmasını sağlarım.” dedi. O tarihte, bizim için iyi para…
Dosyayı inceledim talep, tamamen hukuki ve meşru. Sadece usulü bilmek gerekiyor oda benim işim. Bana düşeni yaptım ve işini hallettim; fakat o vaat ettiği yardımı yerine getirmedi. Ben de onu dostluk defterinden sildim.
Sonra bir tarihte İstanbul’dan Ankara’ ya gidiyorum. Baktım uçakta o genel müdür de var. Beni yanına çağırdı.
“Senin yanına gelmem. Çünkü sen sözünde durmadın!”   
Bunun üzerine çantasından yaptığı yardımın makbuzunu gösterince yanına vardım:
”Peki, söyle bakalım, yardımı niye geciktirdin?”
“Sormayın başıma geleni?” dedi. Ve şu ilginç hikâyeyi anlattı:
“Bu görüşmediğimiz süre içinde, eşimden ayrıldım ve yeniden evlendim. Bunun üzerine şirket bana seyahat izni verdi. Bende eşimle birlikte İstanbul, Adana, Bağdat, Bombay derken Endenozya’nın başkenti Cakartaya kadar uzandım. Orada bir mağazadan eşime elbiselik aldım. Kasaya paramı öderken benim nereli olduğumu sordu. Ben Türküm diyince derhal içeri aldı.
“Lütfen bu elbiselik bizim size hediyemiz olsun, rica ederim kabul edin! Yıllardır ilk defa bir Müslüman Türk mağazamızı şereflendiriyor…” diye sevincinden uçuyor adam.
Sora bir kahve söyledi. Sohbet ettik. Kahvemizi içtikten sonra,(o gün perşembeydi)
“Yarın Cuma’yı hangi camide kılacaksınız?” diye sordu.
(Babam dedem hep hacı hoca filan ama biz Avrupa’ da tahsil, Türkiye’de haytalık yaptık filan derken Cuma muma kalmamıştı. Zor durumda kaldım ama yine de)
“Ben buraya henüz yeni geldim, şehri fazla tanımıyorum. Siz hangi camiyi tavsiye ederseniz orada kılarım.” dedim.
“Tamam, memnuniyetle ben sizi kaldığınız otelden arabayla aldırırım!” Dedi. Otelin adresini verdim. Oradan çıktıktan sonra kendime takke aldım.
Ertesi gün beni aldılar ve Cakarta’nın en büyük camiine götürdüler.
Cuma başladı, imam Efendi minbere çıktı. Bana da, minbere yakın bir alanda yer ayırmışlar.
Nihayet vakit geldi. İmam Efendi hutbede konuşmaya başladı:
“Ey cemaat bugünkü hutbemizin mevzuu, Türkler ve İslamiyet… Çin seddinden atlas okyanusuna kadar, yedi iklim dört kuşak diyebileceğimiz bir coğrafyada ezan sesleri duyuluyorsa, bu işe Allah Türkleri vesile kıldığı içindir… İslamiyet onların gayretleriyle yayıldı. Pek çok millete olduğu gibi bize de İslam’ı onlar getirdi… Allah bu milleti İslam’ı yaymaktan alıkoymasın…” diye dua ettikten sonra şunu söyledi:
“Ey cemaat, biliyorsunuz ki bugün burada bir Müslüman Türk var. Cuma’mız onunla bereketlenmiştir. Şimdi ben konuşmamı kesiyor ve hutbenin devamını ona bırakıyorum. Hep birlikte o Müslüman Türk’ü dinlemenin zevk ve şevkini yaşayacağız.”
İmam efendi bunları söyledikten sonra minberden indi. Bana sarık ve cübbeyi giydirerek minbere davet etti. Bütün bunlar öyle ani ve hızlı gelişti ki, kendimde itiraza bile mecal bulamadım. Cuma kılmayı bile unutmuş olan ben, çıkıp minberde Cakartalılara hutbe okuyacaktım. Minberin basamaklarını tırmanırken, içimden:
”Ya Rabbi! Beni mahcup etme.
Allah’ım! Bu güzel insanlar karşısında beni ve milletimi zor durumda bırakma.” diye nasıl dua ediyorum anlatamam.
Yukarı çıktım, yönümü cemaate döndüm, en az 20.000 kişi var. Onlar bana ben onlara bakıyorum. Biraz kem kümden sonra dilim çözüldü, konuşmaya başladım:
“Kardeşlerim, sizlere Türklerin selamını getirdim! Cemaat hep birlikte:” ve aleyküm selaaam!” diye gürledi. Bu gürlemenin ardından tüylerim diken diken oldu. Doğrusu kendimin de beğendiği bir hutbe okudum.
Sonra cumayı kıldık, camiden çıktık. Beni özel bir arabaya bindirdiler ve arkamızda kırk elli arabalık konvoyla tekrar kaldığım otele getirdiler. Yani öyle bir itibar gösterdiler ki, öyle onura ettiler ki otele girip de odama çekilince hüngür hüngür ağladım; insanlar bizden neler bekliyor, biz hangi noktadayız, diye.”
Evet değerli okuyucularım, sizde kendinizden bekleneni veremediğinizden dolayı hüngür hüngür ağlayabiliyor musunuz?
İnsanlığın bizden ne beklediğinden haberiniz var mı? Yoksa “Armudun sapı, üzümün çöpü” ile uğraşıp asli işlerinizi ihmal mi ediyoruz?
O halde, İnsanlığın bizden beklentisinin farkına varıp, kendimizi ve çocuklarımızı bu anlayışa göre yetiştirmeliyiz.