1936 yılında dönemin Başbakanı İsmet İnönü, CHP Milletvekili Recep Peker`i İtalya`ya Mussolini sistemini yani Faşizmi incelemek üzere gönderir. Peker döndüğünde bir rapor ve ardından kanun teklifi hazırlar, teklif, “Türkiye Büyük Millet Meclisi`nin üzerinde bir konsey” kurulmasını öngörmektedir. İnönü bu teklifi imzalar ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk`ün imzalaması için bizzat Çankaya Köşkü`ne götürür.
Atatürk teklifi okur ve dosyayı İnönü`nün yüzüne fırlatır. Daha sonra yaptığı açıklamada, “Anlaşılan Başvekil çok yoruluyor ve önüne gelen dosyaları okumadan imzalıyor” der. İnönü ise, “Türkiye rakı masalarından yönetilmeyecek kadar büyük bir ülkedir” karşılığını verir. Atatürk, bu meydan okuma karşısında, İnönü`yü Başbakanlık`tan azleder ve yerine Celal Bayar`ı getirir. Bundan sonra Atatürk ve İnönü, Atatürk`ün ölümüne kadar bir daha görüşmeyecektir.
ANAYASA MAHKEMESİ DE TARTIŞILABİLİR
Şimdi dönelim, Anayasa Mahkemesi`ne. İddianameyi okuma gereği duymadan Erdem Gül ve Can Dündar için verilen karar, “Ben her şeyin üstündeyim” anlamı taşıyor. Niye mi? Anayasa Mahkemesi kararla birlikte gerekçeyi açıklasa, mahkemeden iddianameyi isteyip üyelere dağıtsa, savcının delillerini incelese, söylenecek söz kalmayabilirdi. Ama şimdi, bu karar, “yangından mal kaçırır” gibi verilmiş görünüyor. Daha doğrusu sanki karar önceden verilmiş ve genel kurul sadece bu kararı onaylamış izlenimi doğuyor. Anayasa Mahkemesi`nin önünde binlerce bireysel başvuru yıllardır dururken, bu konunun öne alınmış olması da ayrı bir soru işareti. Anayasa Mahkemesi 2008`te Ak Partiye açılan kapatma davasında da gazete manşetleriyle karar vermişti. Acaba, İddianameyi inceleme gereği bile duymayan Anayasa Mahkemesi, bu davada da basında yer alan haberlerin etkisinde mi kaldı? Ya da başka dünyalara açılan bilmediğimiz kocaman bir pencere mi var?
MEYDAN OKUMA MI?
Verilen kararın önemli bir yönü de şu: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve MİT, bu davada müşteki olan taraftır. Yani Can Dündar ve Erdem Gül`den, devletin gizli belgelerini ifşa etmeleri nedeniyle davacıdırlar. Bu yönüyle Anayasa Mahkemesi`nin verdiği karar, Erdoğan karşıtları tarafından, “karşıtların bir zaferi” gibi sunulmakta ve Cumhurbaşkanı`na bir meydan okuma olarak değerlendirilmektedir. Devletin çok önemli bir kurumu, Cumhurbaşkanı`na meydan okuyabilir mi? Ya da neden okusun? İşte burada farklı görüş ve yorumlar devreye giriyor. Öncelikle şunu hatırlayalım; MİT tırları operasyonunu paralel Örgüt`ün üyesi olduğu öne sürülen savcı ve jandarma mensuplarının yaptığı mahkeme kararları ve tutuklamalarla ortaya çıktı. Cumhuriyet Gazetesi`nin paralel örgütün kontrolüne girdiğini de sağır sultan bile duydu. Cumhuriyet Gazetesi`ne yayınladığı belgeleri yine paralel örgütün verdiğinden şüphesi olan var mı bilmiyorum. Şimdi ortada bir paralel işbirliği söz konusu. İşte Anayasa Mahkemesi`nin apar-topar verdiği tahliye kararı da burada tartışılmaya başlıyor. Kararı veren Anayasa Mahkemesi üyelerinin nerdeyse tamamı paralel örgütün kamu kurumlarında etkin olduğu dönemde seçilmiş. Acaba paralel örgütün Anayasa Mahkemesi üzerinde bir etkisi söz konusu mu? Açıkça söylenmese de kararı eleştirenlerin dilinin altındaki bakla bu.
GAZETECİLİK FAALİYETİ Mİ?
Eğer, Dündar ve Gül`ün, yaptıkları gazetecilik faaliyeti ise, Nedim Şener, Mustafa Balbay, Ahmet Şık ve Müyesser Yıldız`ın yaptıkları neydi? Anayasa Mahkemesi, neden bu gazetecilerin yıllarca zındanda kalmasına ses çıkarmadı? Mesela Mustafa Balbay, Anayasa Mahkemesi`ne kişisel başvuru hakkının tanındığı 2012 aralık ayında müracaatını yaptı ve ancak bir yıl sonra, o da milletvekili seçilince tahliye edilebildi. Oysa Erdem ve Can Dündar, Anayasa Mahkemesi`ne başvurduktan iki ay sonra tahliye kararları verildi. İsmi bende saklı, önemli bir muhalefet milletvekili, sohbetimiz sırasında, “bu tahliyelerin uluslar arası boyutu” olduğunu söyledi. Eğer böyleyse, Anayasa Mahkemesi farkında olmadan uluslar arası oyunların bir parçası haline mi getirilmeye çalışılıyor? Hukuk devletinin en önemli güvencesi olan Anayasa Mahkemesi`nin böyle tartışmalı bir kararın altına imza atmadan önce, eleştiri alabilecek tüm kapıları kapatması gerekmez miydi? Hele hele ortada ülkenin güvenliğini ilgilendiren bir dava varsa, hassasiyetin katsayısının yüksek olmasını beklemek hepimizin hakkı değil midir? Üstelik olayın vahim bir yanı da şu; Anayasa Mahkemesi, “gazetecilik faaliyeti” diyerek, devam eden davada karar veriyor. Bundan sonra mahkemenin devam etmesinin ne anlamı kalıyor?
Çözüm, Türkiye Büyük Millet Meclisi`ndedir. Hiçbir kurum ve kişi, Meclis`in üzerinde değildir. Meclis, Anayasa Mehkemesi`ni zan altında bırakmayacak ve tartışılmasına imkan vermeyecek düzenlemeleri yapmalıdır. Son bir not; Anayasa Mahkemesi`nde şu ana kadar birikmiş kaç bireysel başvuru var? Erdem Gül ve Can Dündar`ın başvurusunun öne alınıp ivedilikle görüşülmesinin tek gerekçesi gazeteci olmaları mıdır? Eğer öyleyse bu iki gazeteci arkadaşımızın adalet bekleyen diğerlerinden farklı ve üstün yönü nedir?
04.03.2016 17:35:11