“DURUM  MUHAKEMESİ”

12 Eylül 1980 ihtilaline gerekçe gösterilen olaylardan biri de Milli Selamet Partisi’nin (MSP), İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesini protesto etmek amacıyla 6 Eylül 1980’de Konya’da düzenlediği Kudüs Mitingiydi. O miting, MSP’nin o zamana kadar yaptığı en görkemli mitinglerinden biri belki de birincisiydi.

Mitinge Türkiye’nin hemen her tarafından gelen olduğu gibi Ortadoğu ağırlıklı olmak üzere yurt dışından da azımsanmayacak insan katıldı.

Miting ve mitingin oluşturduğu atmosfer, kendini sistemin koruyucusu kabul edenleri (!) bir hayli tedirgin etti.

Mitingde konuşmalar bitip, her şey sona erip, sakince dağılmaya başlanmıştı ki, hiç kimsenin anlayamadığı bir anda kargaşa çıktı. Oysa organizasyon ekibi, belirli aralıklarla yaptığı anonslarla asayişi sağlamış, taşkınlığı önlemiş, her şeyi kontrol altında tutmayı başarmıştı.

Bir yerlerden talimat alan polislerin tahrikiyle –maalesef- istenmeyen, üzücü işler oldu. O muhteşem topluluk bir anda perem perem dağılmaya başladı. İnsanlar dağılırken bir taraftan da polisin şiddetine maruz kalıyordu. … maalesef bir de ölen olmuştu...

O mitinge Nevşehir’den gidenlerin içinde her ikisi de rahmetli olan Selahattin Erdoğan ve Mustafa Çakır da vardı. Çıkan kargaşada birbirinin koluna giren bu kadim iki dost, telaşlı bir vaziyette koşuşurken gözleri görmeyen Selahattin Erdoğan; “Bizim oğlan kaçıyor muyuz, kovalıyor muyuz?” diye sorar.

Mustafa Çakır, bir taraftan kaçarken, diğer taraftan da arkadaşına cevap verir; “Koşuyoruz işte, kaçsak ne olur kovalasak ne olur?”

Selahattin Erdoğan; “Bizim oğlan kaçıyorsak ona göre koşacağım, kovalıyorsak ona göre” der. Bu olay, o tarihten günümüze değin zihnimizde kalan ilginç bir anekdottur.

Sahi: “Kaçıyor muyuz, kovalıyor muyuz”; gidişat nereye?

Günümüzde cereyan eden olayları anlamak için önce şu tespiti yapmalıyız. Dünyada ve Türkiye’de bir takım sıkıntının varlığı muhakkak. Bunun başlıca sebepleri; iki yılı aşkın bir süredir bütün dünyayı adeta esir alan, henüz tam olarak bitmeyen hatta artış emareleri gösteren Coronavirüs, gene aynı dönemde başlayan Rusya-Ukrayna Savaşı, ardından tedarik zincirindeki aksaklıklar, mevcut sıkıntının başlıca etkenleridir.

Böylesi ortamlarda sıkıntının giderilmesi için yöneticiler başta olmak üzere toplumun bütün katmanları sakin olmalı, olanları ve muhtemel olacakları soğukkanlılıkla karşılamalı, stresten, tahkir ve tahripkâr tavırdan kaçınmalı, topyekûn sorumlu davranılmalıdır.

Bu denli sıkıntılı dönemde Sezai Karakoç’un, “Dirilişin Çevresinde” isimli kitabında da bahsettiği gibi ‘Durum Muhakemesi’ yapılmalıdır. Sağlıklı değerlendirmeler yapılamazsa sorunun çözümü de zorlaşır.

Durum Muhakemesi! Fertten topluma hemen herkesin günün bir saatinde kendini sanık sandalyesine oturtup, yaptıklarını ve yapamadıklarını kendine sormalıdır.

Hem de fertten topluma, toplumdan gruba, gruptan devlete, devletten tüm müesseselere herkes mutlaka durum muhakemesi yapmalı, güncel deyimiyle kendini çek etmelidir.

Kendini sorgulamayan, plan program yapmayan er veya geç akamete uğramak durumundadır. Başarılı olanlar kendini sorgulayıp, plan yapanlardır.

Plan denince yıllar önce okuduğum Cevat Rıfat Atılgan’ın “Türk İşte Düşmanın” isimli kitabı aklıma gelir. Kitapta Yahudilerle ilgili anlatımda bulunurken, kısa, orta ve uzun vadeli planlarından, hem de yaptıkları planlarını on, elli ve yüz yıllık olduğundan bahseder. O planın gereği olarak Yahudilerin bugün geldikleri nokta malumdur…

Planlı hareket etmeyenler el yordamıyla iş yapanlar daha ziyade de taklitçilerdir. Taklitçiliği de özgün düşünce sahibi olamayan, geleneğine yabancı olanlar yapar.

Taklitle ilgili Sezai Karakoç bahsi geçen kitabında:

“Azgın bir boa yılanıyla çarpışan aslanın yapacağı iş, kendisini yılanlaştırmak, yılan derisine girmek ve yılan gömleği giymek ve eski yılan ölülerinden topladığı zehirleri ağzında biriktirip, dilini bir yılandili, kafasını bir yılan kafası yapıp bu zehirle yılanı zehirlemek olamaz. Bunu yaparsa ağzındaki zehir, daha yılana ulaşmadan kendisini zehirler. Hem bir aslan ne kadar yılanlaşırsa yılanlaşsın bir yılan kadar olamaz. Sadece bir yılan karikatürü olur. Bütün ormandaki hayvanlar… ihtiyar bir aslanın yılanlaşmasına güler dururlar…”

Osmanlı Cihan devletinin inkıraza uğramasından bu tarafa maalesef sağlıklı bir durum muhakemesi yapılmadı. Batıya yüzümüzü çevirdiğimiz tarihten, özellikle de II. Abdülhamit’ten bu tarafa her on yılda bir re-organizasyona gidildi. Uzun soluklu bir plan çerçevesinde hareket edilemedi.

Bir taraftan Reddi miras, diğer taraftan Batıyı taklit... Bir türlü ne Batı yakalandı ne de gelişme sağlandı. Yukardaki örnekte olduğu gibi aslanın yılana benzemeye çalışırken düştüğü maskara durumuna düşüldü.

Eğer sistemde bir düzeltme yapılacaksa ki yapılmalıdır. Bu durumda Karakoç’un deyimiyle, neticeden değil, sebeplerden başlanması gerekir. Öyle ya! Koskoca Cihan Devleti çöktüyse çöküş sebepleri nelerdir? Önce bunlar tespit edilip ona göre önlem alınmalıdır.

Osmanlının devamı olan Türkiye Cumhuriyet’i, henüz yüz yaşına bile girmeden birçok darbeye maruz kaldı. Bunların sebepleri nelerdir? Yapılan darbeler ne için ve kim için yapıldı? Bunlar ince ince düşünülmeli, sebep-sonuç ilişkisi gözden geçirilip muhakemesi yapılmalıdır.

Muhakeme yaparken de Karakoç’un deyimiyle, “… İşe, ilkin dünya görüşünde, sonra sosyal yapıda, sonra eğitimde, sonra idarede, daha sonra da askeriyede olmak üzere düzeltmeler yapmakla başlanmalıdır.” Ayrıca; “… Öz, cevher değil, ölü müesseseler, şartlara dayanamamış kuruluşlar ortadan kaldırılarak değişmeyen özün tabi uzantısı olacak yeniçağ kuruluşları tesis edilmeliydi. Azgın bir boa yılanıyla çarpışan aslanın yapacağı iş, kendisini yılanlaştırmak, yılan derisine girmek ve yılan gömleği giymek ve eski yılan ölülerinden topladığı zehirleri ağzında biriktirip, dilini bir yılandili, kafasını bir yılan kafası yapıp bu zehirle yılanı zehirlemek olmaz.”

Yılana benzemeye çalışan aslan nasıl yılan olamazsa, taklit eden de hiçbir zaman taklit ettiği gibi olamaz. Hep serap olarak önünde durur. Nitekim bunca yıldır taklit etmeye çalıştığımız batıyı, bir türlü yakalayamadığımız gibi.

Karakoç: “Oysa işe, başlangıçta, ruhtan değil vücut uçlarından başlamak ve sonunda da ruhumuzun özünü imha edip yerine yabancı bir ruh tedarik etmek gibi hatalar işledik. Biz geçmişimizi unuttuk ama düşman bunu unutmadı. Atalarımızdan alamadığı hıncı, şimdi bizden almağa çalışıyor…” derken taklitçi zihniyetin de buna çanak tuttuğuna dikkat çeker.

Geldiğimiz noktada, ötelediklerimize üzülerek zamanımızı ve enerjimizi kaybetmeye gerek yok. Kendi değerlerimizle, kendi imkân ve becerimizle mücadele etmeye çalışmalıyız.

Kendimizi her daim çek ederek, muhakeme ederek, Necip Fazıl Kısakürek’in deyimiyle Anadolu büyüklüğündeki dava taşını yerine koymak için sağa-sola bakmadan yorulmadan, bıkmadan, kınayanın kınamasından çekinmeden hizmete koşmalıyız.

Ahmet Belada